Metin KAYAOĞLU yazdı – Kültür Devrimi, yeni bir uygarlık yaratma hedefi bakımından elbette başarısız olmuştur. Bu menzile zaten erişilemezdi. Ama bu hedefin kitleler tarafından eylemli olarak benimsenmesi başlı başına bir kazanımdır.
Çin Komünist Partisi’nin resmi tarihinde 10 Kasım 1965’te başlatılan, fakat bu tarihi geriye ve beriye çeken yaklaşımların da gayet meşru olduğu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni en az dört yıl boyunca ağır bir deprem etkisindeymişçesine sarsan Kültür Devrimi’nden söz edeceğiz.
Devrimci akıl
Çin devriminin lideri Mao Zedong, 1950’lerin sonlarında dünya devriminin pratik örgütlenmesi için hazırdı. Bu dönemde Çin’de doğum kontrolü uygulamasına son verildi. Mao, önce Sovyetler Birliği liderliğine bir atom savaşı için işbirliği önerdi. Onların yanaşmaması üzerine, atomu kendilerine vermeleri gerekmeksizin ABD güçlerini Çin’in içlerine çekebileceklerini ve böylece imha edebileceklerini söyledi.
Aynı Mao Zedong, 1971’de ABD ile görüşmeler başlatacak ve dünyanın birçok yerindeki komünistin kendisini berbat bir sağcı olarak damgalayacağını söyleyecekti.
Kültür Devrimi diye anılan tarihsel süreç, bu iki tarih arasında yaşandı. Mao Zedong, 1960’larda ülkesi Çin’in dünya devriminin salt politik değil askeri ve teknolojik merkezi olduğunu söylüyordu.
Dışarıdan bakanlar, devrimin ne olanaksız bir şey olduğunu, olursa da ne ağır bedeller karşılığı gerçekleştiğini bilir ve görürler. Mao bu çılgınlığın zirvelerinden biridir kuşkusuz. Fakat, daha geçen gün 103. yılını andığımız Ekim Devrimi’ni de, bizzat yoldaşlarınca delirmiş olduğu değerlendirmesiyle karşılaşan bir başka çılgına bağlamıyor muyuz? Lenin, iktidarı almaktan söz ettiğinde, muarızları gülüşmüş, yoldaşları “ihtiyar”ın çıldırdığını düşünmüştü.
Bu çılgınlıklar karşısında, “sağduyu filozofu” Karl Popper, insan aklının toplumlara çok ağır etkileri olabilecek devrim gibi süreçleri öngöremeyeceğini ve yönetemeyeceğini, bu nedenle, insanların aklın yetebileceği daha küçük hedefleri gözetmesi gerektiğini söylüyordu.
Fakat, içeriden bir bakışla, çılgın görülmesi neredeyse zorunlu ve haklı olan bu kimselerin, devrim denilen süreci elbette büyük riskleri göze alarak, gayet gerçekçi ve rasyonel bir tarzda hesapladığı ve yürüttüğü görülecektir. Lenin, 1917 Nisanında Petrograd’ın Finlandiya Garı’nda kendini karşılayanlara dünya devriminin başladığını söylüyordu. Ve etrafındakiler garip nazarlarla bakıyorlardı! Dünya devrimi fikrinin sonucu bir dünya komünist partisi olarak Komünist Enternasyonal kuruluyordu. Troçki, o yıllarda, dünya devrimini aylarla ölçülecek bir sürede beklediklerini yazıyordu (yıllar geçtikçe beklenti aralığı uzayacak, birkaç yıla ve beş-on yıla dönüşecekti!).
Mao, 1957’de Moskova’da yapılan komünist partiler toplantısında dünya devriminden, böyle bir eylemin dünya nüfusunun ne kadarının kaybıyla mümkün olabileceğinden söz ediyordu ve dinleyenlerin çoğu dehşete düşüyordu bu delice sözler karşısında. 1960’larda Maocu komünistler için emperyalizm toptan çöküyor, sosyalizm dünya çapında zafere ilerliyordu.
Günümüzün havasında, bu duyuların hakikaten çılgınca olduğunu kanıtlamaya gerek yok; Lenin ve Mao gibi insanların bugünkü dünyanın ölçüleri bakımından çılgın olduğunu kanıtlamaya bile gerek yok. Mecelle kuralında olduğu gibi, gün kadar açık olanı kanıtlamak gerekmez. Ama Lenin ve Mao’nun dünya devriminden söz ettikleri günlerin sonrasına bakanlar da aynı şekilde varlığı kanıt gerektirmeyen bir şeyin olduğunu göreceklerdir. Lenin ve Mao, dünya devrimini gerçekleştirememişlerdir ama dünyayı sarsan iki büyük bölgesel devrimin gerçekleştiğini görmüşlerdir. Lenin ve Mao, Poppercı aklın almayacağı iki büyük devrimin başındaki kişilerdi. Poppercı aklın izleyicileri soracaktır tabii hemen haklı olarak: Nerede bu büyük devrimler bugün? Yanıtımız mazeretçi olmak zorunda: Bu devrimler oldu. Ardından yenildiler, ama oldular!
Mao, dünya devriminden söz ettiği sıralarda arkasında henüz 10 yılını doldurmamış bir devrim vardı. Üstelik zorluk ve etkililikte dünyanın ikinci büyük devrimiydi. Yani bir devrimcinin kendini doygun hissetmesi için yeter de artardı bile. 1949’da Çinli komünistler, onlarca yıl süren kanlı bir iç savaştan sonra bütün ülkeye hakim olmayı başarmışlardı. Dünya devriminden söz ettiği sırada Mao’nun karşısında, başta 26 milyon can kaybıyla Sovyetler Birliği olmak üzere dünyanın en kanlı savaşını yaşayan sosyalist ülke komünist partilerinin liderleri vardı. Bir soluklanmak, savaşın dehşetini geride bırakmak istemelerini anlamak hiç zor değildi. Bu liderler, en kötü yorumla iktidar koltuğunun tadını çıkarmak isteyen yılgınlar olabilir ve bu yüzden barışçı bir gün ve gelecek isteyebilirdi, ama halkları da kendileri kadar yılgın ve yorgun olmalıydı savaştan. Peki, daha birkaç yıl önce Kore’de de yarım milyonunu bırakan bir ülkenin lideri olan Mao neden soluklanmak istemiyordu? Dünyanın en kalabalık ülkesini ideallerine uygun bir rotaya sokmuşken ve huzurlu bir yaşlılık sürmek varken derdi neydi bu adamın?
Mao’nun derdinin ne olduğuna ilişkin tartışmayı erteleyelim ve öncelikle yaptığı şeye dikkat edelim. Dünya devrimini gerçekleştiremedi ama 1960’ların ikinci yarısında ülkesini, kimselerin öngöremeyeceği büyük bir devrim dalgasına sürüklemeyi başardı. Mao, devrim yaptığı ülkede bir devrim daha yaptı.
Bu, dünyayı topyekûn bir savaşa sürüklemekten daha az delice değildi aslında. Bu, adına Kültür Devrimi denilen ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi onlarca yıllık çetin bir savaştan sonra kurtarılan bir ülkeyi tekrar kaosa sürüklemesiyle çok tehlikeli, çok riskli bir devrimdi. Devrimle ele geçirdiği iktidarı yeni bir devrimle yıkmaktan söz ediyordu Mao. Olacak iş değildi bu!
Devrimi kazanmak için büyük bedeller ödemiş bir toplumu, refahını artırmak için uğraşmak dururken dünya devrimi hedefi uğruna sarsmaya, açlıktan kırılan insanlara devrim lafı etmeye değer miydi?
Rahatsız ediciliği kesin olan bu olayın devrimci bakış denilen şeyi nasıl da kanıtladığını, fakat aynı zamanda, devrimci bakış denilen şeyin nasıl da büyük sorunlarla karşı karşıya olduğunu göstermeye çalışacağız.
Ekim Devrimiyle dünya devriminin başladığı görüşü arasındaki bağı ve Kültür Devrimiyle dünya devrimci savaşı fikri arasındaki bağı kuramazsak aslında birincilerin olmayacağını görebiliriz. Ekim Devriminin enerjisi, o günün koşullarında dünya devrimi beklentisinden geliyordu. Kültür Devrimi de enerjisini bugün hayal edilmesi olanaksız gibi görünen beklentilerden alıyordu.
Kültür Devrimi yılları
Sosyalist ülkelerde kitleleri genellikle “renkli devrimler” denilen ve iktidarları yıkmayı ve kapitalistleşmeyi talep eden eylemlerden hatırlarız. Ama Çin’de 1965’ten başlayarak sokağa çıkan kitleler, tamamen aykırı bir hedef için hareket ediyordu. Geniş anlamda renkli devrimler diye anılan olaylarda kitleler “Yaşasın kapitalizm kahrolsun sosyalizm!” diye bağırırken, Çinli kitleler o yıllarda “Kapitalizme ölüm!” diye haykırıyordu. “Kapitalizm ve onu andıran her şeye ölüm!”
Ekim Devrimi’nden başlayarak sosyalist ülkelerin herhalde bütün tarihi boyunca kitlelerin sokağa ‒üstelik bağımsızca‒ çıkması tehlikeli bulunurken, Çin’de Kültür Devrimi yıllarında kitleler bizzat devrimin önderi tarafından sokağa istedikleri tarzda çıkmaya çağrılıyordu.
Devrimin adı neden “kültür”dü? Bu adın, Çin’de sanat ve kültür çevrelerindeki burjuva eğilimlere karşı olmaktan geldiğine ilişkin bir sanı vardır ve gerekçesini, Kültür Devrimi’nin “resmi” başlangıcının bir tiyatro oyununa karşı Mao’nun isteğiyle proleter kültürü savunan bir yazının yayınlanmasında bulur. Ama hiç değilse sonraki gelişmeler bu açıklamanın dar ve kısmî olduğunu gösterecektir. Kültür Devrimi’nin, bu adı ancak kültürü en geniş ve derin anlamında alırsak karşılayacağı ve gerçekte, sınıflı toplum uygarlıklarına karşı yeni bir uygarlık yaratma amacını taşıdığı görülecektir. Açık hedefi, bir yandan Batı uygarlığı iken öte yandan geleneksel Çin uygarlığıdır.
Kültür Devrimi’nin kendiliğinden ortaya çıkan gençlik örgütü Kızıl Muhafızların hedefi dört bunağı yok etmeye yönelmiştir: “Eski gelenekler, eski kültür, eski alışkanlıklar ve eski fikirler.”
Bu bağlamda Kültür Devrimi’nin hedefini şu başlıklarla belirleyebiliriz. Sovyet sosyalizminin akıbetinden kaçınmak, iktidarda bürokratlaşmayı önlemek, toplumda aşağıdan gelen bir devrimci dinamik oluşturmak ve bunun partiyi belirlemesine olanak tanımak, dünya devrimini öngörmek, ülkeyi dünya devriminin merkezi yapmak, sosyalizmi bir savaş komünizmi tarzında organize etmek, kapitalizmi salt ekonomik ve sınıfsal yönüyle tasfiye etmekle yetinmeyip bütün sınıflı toplum uygarlığını reddetmek ve yeni bir uygarlığın doğması için pratik adımlar atmak.
Mao, Kültür Devrimi’ni dünya devrimini Çin’den ateşleyen bir girişim olarak görüyordu. “Biz” diyordu, “dünya devriminin sadece politik merkezi değiliz, biz dünya devriminin askeri ve teknolojik merkezi de olmalıyız. Biz onlara [devrimcilere] silah vermeliyiz, kendi markamızın yazılı olduğu Çin silahlarıyla onları açıkça desteklemeliyiz. Biz dünya devriminin silah deposu olmalıyız.”
Bu anlayışla Mao, Çin’de ekonomik refahın yükselmesiyle ilgilenmiyordu. Halkın geniş kesimlerinin “soyut ideolojik hedefler uğruna aç kalmayacağı”nı bildiğinden, geniş kitleleri içinden çıkamayacakları bir devrimci altüst oluşla karşı karşıya bırakmayı hedefliyordu. Partinin Çin’i ileriye götürecek ve Sovyetler Birliği gibi olmamasını sağlayacak kadroları “büyük devrimci fırtınalar”ın içinden çıkabilecekti ancak. 1963’te yetmişinci yaşında yazdığı şiirde şöyle diyordu: “Pek çok iş var yapılması gereken, / Ve hep acilen; / Dünya dönüp duruyor, / Zaman sıkıştırıyor, / On bin yıl çok uzun, / Günü yakala, saati yakala! / Dört deniz kabarıyor, bulutlar ve sular coşuyor, / Beş Kıta sarsılıyor, rüzgar ve gök kükrüyor, / Def edin bütün zararlıları! / Gücümüzün karşısında kimse duramaz.”
Mao, devrimin ateşini birkaç yılda bir harlamak gerektiği düşüncesindeydi. Aksi halde, devrim ateşi küllenecek ve giderek sönecekti. Mao bu bakımdan Sovyetler Birliği somutunda Çin’in kaçınılması gereken geleceğini görüyordu. Böylece, Kültür Devrimi’nin dış koşullarından birini Çin komünistlerinin kendilerini Sovyetlerdeki gelişmelerden ayırma çabası oluşturuyordu. Mao, Çin’de bürokratlaşmanın Sovyetlere göre açıkça az olmasıyla yetinmiyordu. Devrimcilikte durulma görüyordu. Oysa onun modeli, devrimci iç savaş döneminde kurtarılmış bölgelerdeki ruh haliydi. Sürekli bir devrimci ortam vardı o yıllarda ve kadrolarla kitleler hiçbir zaman rehavete kapılmıyor, savaş koşullarında yaşıyordu. Mao, devrim sırası ve sonrasında doğan ve devrim öncesinin koşullarını bilmeyen gençliğin devrimcileşmesini zorunlu görüyordu. Barış, güvenlik ve refah içinde yaşayan gençliğin ne ülkede bir devrime yönelebileceği ne de dünya devriminin yükümlülükleriyle karşılaşabileceği görüşündeydi.
Kültür Devrimi’nde, kollektif insanı yaratmak için bireysel mantığın tümden değiştirilmesi hedeflendi. Mao’ya göre toplumun bireylerden oluştuğu anlayışı, toplum karşısına bireyin çıkarılması, komünizmi birey üzerinden açıklamak “eski”ye aitti ve bu bakımdan sosyalizmle bireycilik karşıt niteliklerdi.
Bu amaçla, dünyanın en kalabalık ülkesinde, merkezinde öğrenci ve işçi gençliğin olduğu tam bir kitle seferberliği gerçekleştirilebildi. Devrimi yaymak için çoğu öğrenci milyonlarca genç, kendilerine tanınan bedava yolculuk hakkıyla, tüm ülkeyi boydan boya kat etti. Pekin’e dört ayda 11 milyon öğrencinin geldiği kaydedilir. Ülke sathında Kültür Devrimi anaforuna kapılmayan tek bir okul bile olmadığı anlatılır. Bütün büyük kentlerde sürekli kitle gösterileri yapılmaktaydı. Devrimci iç savaş yıllarında komünistler genellikle köylük bölgelerdeydi ve özellikle büyük kentlere devrimin son aşamalarında hakim olunabilmişti. Kültür Devrimi’ndeyse, köylük bölgelerin devrimin görece dışında kaldığı ve kentli nüfusun tamamının, yani 900 milyon içindeki 300 milyon kentlinin devrime katıldığı kaydedilmiştir. Bu anlamda Kültür Devrimi bir kent hareketi olmuştur.
Duvar gazetesi denilen bir iletişim aracıyla isteyen istediğini kamuya duyuruyordu. Bu aracı Mao da çokça kullandı. Kent meydanlarının, sokakların, okul binalarının “rengarenk bir yorgan gibi” duvar gazeteleriyle döşendiğinden söz edilir. Duvar gazeteleri görsel anlatımın kitlevi tarzının yaratıcı örneklerini yansıtıyordu.
Kültür Devrimi’nin -içinde azımsanamayacak ölçüde haksız hedefi de olsa- net bir kitle terörü ortamı eşliğinde bir kollektif özgürlük olarak yürüdüğü kesin olsa gerektir. Geniş kitleler akıllarına gelen her şeyi günler boyu gerekirse megafonlarla tartışmakta, çocukluktan henüz çıkmış gençler yeninin ne olduğu üzerine kitlesel olarak kafa yormaktaydı.
Eski feodal ve çağdaş burjuva kültüre, aslında uygarlığa ait görülen her şeye dönük öfkeli bir tahrip fırtınası esmekteydi. Saksıda bitki yetiştirmek, evde kuş, kedi ve köpek barındırmak, ev süslemek, Batı tarzı ve modaya uygun giyinmek bunlar arasındaydı. Çok sayıda eski heykel ve anıt, kıymetli porselen, tahrip edildi.
Eğitim en az iki yıl boyu aksadı. Sınavlar iptal edildi. Dersler, öğretmen ve hocaların eskiyi temsil eden bireyler olarak politik sorgusuyla tartışma arası bir halde sürüyordu. Eğitimin kafa ve kol emeğini kesin olarak ayıran sınıfsal bir niteliği olduğu ve bunun değiştirilmesi hedefleniyordu. Sağlıkta sadeleşmeye gidildi ve karmaşık, hastayı yıpratan tedavi yöntemleri terk edildi. Rütbelerin söküldüğü ordu dışında, nerede olursa olsun, toplumsal, akademik, kurumsal hiyerarşinin üst katlarındakilere dönük yaygın bir terör estirildi. Bundan ne parti, ne okullar, ne de herhangi bir işyeri bağışıktı. Öğrenciler dersleri, işçiler çalışmayı bırakıyordu her vesileyle. Sınai ve tarımsal üretim düştü. Parti merkezinin yaptığı açıklamalarda, sıklıkla, çalışmanın aksatılmaması, üretimin önemli olduğu hatırlatılıyordu.
Yadırgatıcı birçok uygulamanın, Kültür Devrimi’nin iddiasıyla paradoks oluşturacak şekilde Çin kültürüne ait olduğu belirtiliyor. Mesela, “suçlu”yu boynuna asılan teşhir levhasıyla dolaştırma ve “sadakat dansı” uygulamasının binlerce yıllık bir geçmişi olduğunu öğreniyoruz.
Bu bakımdan, Kültür Devrimi’nde Çin kültür havzasına özgü olan ve başka kültürlerde izlenemeyecek hususları anmaya gerek yok (bir iç eleştiri konusu olmak dışında). Aynı şekilde, kitle hareketlerinde yapısal olarak görülen evrensel birtakım özellikleri olumlu ya da olumsuz bakımdan öne çıkarmaya da gerek yok. Şu halde Kültür Devrimi’nde, olumsuz ya da olumlu yanlarıyla, yeni olan, yeniler içinde de sosyalizme ilişkin olanları eleştirmek ya da benimsemek için öne çıkarmalıyız.
Yeni olan ve gözden kaçırılamaz bir yön, sosyalist iktidar içinde doğan yani eski rejimin koşullarını bilmeyen gençliğin devrimci bir şekilde harekete geçirilmesiydi. Bu çok önemli bir başarıydı. Mao, sosyalist iktidar döneminde doğan genç kuşakların politikanın şiddet boyutunu tanımamasını önemli bir sorun olarak görüyordu. Ona göre, genç kuşakların, tıpkı kendilerinin devrim öncesinde olduğu gibi devrime kazanılması zorunluydu. Aksi halde devrim kendi yatağında kuruyup gidecekti.
Kültür Devrimi’nde Mao’nun kendisinin de kabul ettiği ve daha çok kendini sorumlu gördüğü aşırılıklar oldu. Trafikte kırmızı ışığın “dur” anlamına gelmesine içerleyen Kızıl Muhafızların varlığını hoş bir aşırılık olarak kaydedebiliriz ama devrim sırasında, Le Bon’cu bir ifadeyle, ilkel eğilimlerin yaşandığı gerçektir. Çoğu 13-15 yaşlarındaki ergenlerin öğretmenlerine dizginsiz tepkide aşırılıklar olduğu gerçektir. Bu örnekleri, ‘komünizmin kara kitapları’nda ya da Mao biyografilerinde bolca görüyoruz. Ancak tarihin kişisel dramlara indirgenemeyecek bir niteliği olduğu açıktır. Kültür Devrimi’nde haksızca öldürülen ve aşağılananların sayısına ilişkin sağlıklı bir bilgiye ulaşamıyoruz, fakat “gereğinden fazla” olduğundan emin olabiliriz. Buna karşın, bunları bir devrimin haksızlıkları ve yanlışları olarak değerlendirmek gerektiği görüşündeyiz.
Her şey bir yana, Kültür Devrimi’nin bir nesnel çıktısının bütün bu soruları bir yere yöneltecek güce sahip olduğunu göreceğiz. Kültür Devrimi sırasında Kızıl Muhafızların yaptığı eylemlerden biri de şüphelilerin evini basmaktı. Bu baskınlar sonucunda sadece Şanghay’da “32 ton altın; 150 ton inci ve yeşim taşı; 450 ton altın ve gümüşten yapılmış mücevher; nakit olarak altı milyondan fazla ABD doları ele geçirildi”ğini öğreniyoruz.
Ancak bununla yetinmek Kültür Devrimi’nin niteliğiyle ilgili aldanmak olur. Kültür Devrimi, sınıflı toplumlara özgü yozlaşmayı salt ekonomik göstergelerde aramıyordu. Jestler, simgeler, imalar da ideolojik düşmanlık göstergesi olarak Kızıl Muhafızların hedefindeydi. Bu ve benzeri verilerle Kültür Devrimi’nde pratik olarak devrimcileşmesi için gençliğe şiddet uygulayacağı düşman hedefler göstermenin Mao için pek de zor olmadığını söyleyebiliriz.
Kültür Devrimi’nin tarihsel politik boyutu çok kapsamlıydı ve büyük bir iddia içeriyordu. Kültür Devrimiyle, sınıflı toplum uygarlıklarına karşı bir uygarlığın kendini göstermesi amaçlanıyordu. Sınıflı toplumların getirdiği her şeyi, bireycilik ve normal günlük yaşam bunların başında geliyordu, reddetmek ve yeni bir kültür / uygarlık havzası yaratmak. Bu konuda Mao’nun hiç de milliyetçi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. O, hem Çin’in kadim kültür ve uygarlığına hem de Batının çağdaş ve klasik kültürüne ayırmaksızın düşmanlık güdüyordu. Böyle bir cüret, ne Bolşeviklerde görülmüştü ne de başka bir Marksist pratikte. (Kamboçya’da Kızıl Kmerler’in pratiğinin aynı hattı izlediği açıktır. Ama bize göre, bu pratik de Kültür Devrimi gibi Batılı zihin ile Batılı ideolojik saldırının gölgesinde kalmıştır.) Hatta, Arif Dirlik’in değerlendirmesine göre, Bolşeviklerin Batının kültürüne karşı “pasif alıcı bir konum” alışlarına eleştirel yaklaşmaktaydı Çin komünistleri.
Kültür Devrimi’nde bu anlamda bir ütopyacı boyuttan söz edilebilir. Gerçekten, komünist topluma atfedilen -bireyciliğin bile değil- bireyliğin ölümü, sadakat, kanaatkârlık, sadelik, kişisel yaşamı önemsememek gibi özellikleri bir toplumda aramak fazla değil midir? Mao hiç de öyle düşünmüyordu; kızıl üslerdeki on milyonlarla başardıysak bunu, bugün de yüz milyonlarla başarabiliriz diyordu. Nitekim, ütopya gerçek olunca ütopyacılık tartışmasının da hükmü kalmıyor.
Kültür Devrimi içinde Partinin yaptığı çeşitli değerlendirmelerde Çin halkının ideolojiyi günlük yaşamına dahil etmeyi başardığı, onu özümsediği ve “revizyonizmi en gizli ve en örtülü halleriyle bile ayırt edebildiği” ileri sürülüyordu. Parti önderliğine göre ideoloji halkın kafasında yer ediyordu.
Kültür Devrimi’nin iç eleştirisinin önde gelen teması, komünist partinin rolüne ilişkin olabilir. Mao, Kültür Devrimi sırasında partinin, merkezdeki dar bir organ dışında esas olarak felç olmasına göz yumdu. Bu onun başta istediği bir gelişmeydi. Kızıl Muhafızlara ilettiği “Karargâhı bombalayın!” mesajının baş hedefi partideki “kapitalist yolcular”dı. Mao, parti içinde zorlandığında, en az iki kez, tekrar dağa çıkarak gerilla hareketi başlatacağından söz etmişti. Bunun, Lenin’in aynı anlamdaki “tehditleri”ni çağrıştırmaması mümkün değil. Lenin de, parti yönetimine benimsetmekte zorlandığı konularda, görevlerinden istifa edeceğini ve sıradan parti üyeleriyle kitleler arasında görüşlerinin kabul edilmesi için mücadele edeceğini söylerdi.
Parti bu haldeyken Kültür Devrimi grupları bir yandan kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlar, bir yandan yerel otoriteler olmaya yönelmişlerdi. Merkezi iktidar dağılacak, yerellerde birbiriyle kavgalı iktidarlar mı olacaktı? Mao, kitle anarşisinin bu ölçüye varacağını öngöremediğini söyledi. Kültür Devrimi sırasında yerinden yönetim anlamına gelebilecek modeller oluşmaya başlamıştı. Mesela Şanghay kenti başta olmak üzere komünler oluşturuluyordu. Bu, ülkenin dağılması anlamına gelecekti. Öte yandan, başta Sovyetler Birliği ile olmak üzere, giderek kendini daha belirgin gösteren bir savaş olasılığı vardı.
Mao’nun Kültür Devrimi sürecinde politik/ideolojik önderliği hiçbir şekilde ihmal etmediği açıktır bizce. Her kritik anda Kızıl Muhafızlar üzerindeki otoritesini göstermişti. Fakat ne olursa olsun, bir ülkenin bir ülke olarak zorunlu gereksinimleriyle karşı karşıya kalmıştı Mao ve bu gereksinimlerin Kültür Devrimcileri tarafından karşılanamayacağı belli olmuştu. Merkezî örgütsel mekanizmaydı gereksinilen şey. Mao, Kültür Devrimi’nin sıcak zamanlarında somut örgütsel mekanizmayı ihmal etmiş, Kültür Devrimcilerinin oluşturduğu toplumsal/politik dinamik ile ideolojik/politik önderlik olarak kendisi arasında bir boşluk ortaya çıkmıştı.
Böylece Kültür Devrimi yavaş yavaş duruldu. Resmen bitmedi ama ÇKP’nin Nisan 1969’da yaptığı 9. Kongrenin Kültür Devrimi’nin aktif yıllarının sonu ya da fiilen bitişi olduğu söylenebilir. Bu kongrede “dünyada emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin dünya çapında zafere doğru gittiği, Marksizm-Leninizm ve Mao Zedong Düşüncesinin bütün dünyada zafere ulaştığı bir çağda yaşandığı” vurgulanıyordu gerçi ama özellikle içeride “sol”un nasıl kontrol altına alınacağı önemli bir sorun olarak duruyordu. Mao’nun öldüğü 1976’ya kadar Kültür Devrimi’nin bazı temaları söylem olarak da olsa sürüyordu. Fakat bu devrim, herhalde kesin olarak, harekete geçen kitlelerle daha fazla ne yapılacağının bilinmemesi ve Sovyetler Birliği ile yaşanan ve savaşı düşündürten sınır çatışmalarının kendini dayatmasıyla ulaşabileceği menzile ulaşmıştı.
Kültür Devrimi, yeni bir uygarlık yaratma hedefi bakımından elbette başarısız olmuştur. Bu menzile zaten erişilemezdi. Ama bu hedefin kitleler tarafından eylemli olarak benimsenmesi başlı başına bir kazanımdır. Bize göre asıl kritik başarısızlık, Mao’nun dünya devrimi hedefinden geri çekilmek zorunda kalması değil ama devlet adamı şapkasını giymesidir. Böylece, Mao’nun, mahkûm ettiği Sovyet liderlerinden ne kadar uzağa düştüğü sorusu gündeme gelecektir.
Devlet adamı Mao
Çin, yoklamalardan sonra 1971’den itibaren ABD ile temas kurdu. Mao, bu yüzden kendisine özellikle Arnavutluk’tan gelen tepkiler karşısında devrimci mahcubiyetiyle, “ben şimdi sağcı bir çıkarcı olarak algılanmaya başladım” diyecekti. 1973’te Çin’e ziyareti dolayısıyla görüştüğü Zaire (sonraki adıyla Kongo Demokratik Cumhuriyeti) Cumhurbaşkanı Mobutu’ya şöyle seslenecekti: “Bu sahiden sen misin Mobutu? Seni devirmek için çok para harcadım -hatta öldürtmek için. Ama bak işte buradasın! Onlara para ve silah verdik, ama savaşmadılar. Kazanamadılar. Ben ne yapabilirim ki?” Mao, durumunun açık bir bilinçle farkındaydı. ABD Başkanı Ford’la bir konuşmasında. “Biz sadece boş top atışı yapıyoruz ve küfrediyoruz” demişti. Bu örneklerde, zorunluluğa kahreden bir devrimciyi görüyoruz. Mao artık dünya devriminin pratik yollarına ilişkin değil lideri olduğu devletin bekasına ilişkin düşünmek zorunda olduğunu biliyordu. Ama o, bu gerilemenin geçici, devrimci atılımın esas olduğu fikrinden hiçbir zaman vazgeçmedi.
Ölümüne yakın, birkaç çalışma arkadaşına, yüzde 70 başarılı yüzde 30 hatalı olarak değerlendirdiği Kültür Devrimi’nin şimdi başarısız olsa da ileride kezlerce yineleneceğini söyleyecekti bu bitimsiz devrimci.
Dünyada etkileri
Kültür Devrimi, bütün dünyada önemli yankılar yaptı. Bir yazarın değerlendirmesiyle, Batı’ya karşı nitelikteki Kültür Devrimi Batıda ve dünyanın geri kalanında asıl bu yönüyle ilgi konusu oldu. Mao, dünyada çok sayıda komünist partisi olduğunu ama bunların çoğunun devrim yolundan saptığını söylüyordu. Ona göre, Marx ve Lenin’i izlemeyi bırakmışlardı bu partiler. Buna karşın Kültür Devrimi’nin etkisi dalga dalga Batı’da patlayan ’68 gençlik hareketiyle neredeyse özdeşleşti. ‘68’in 3 M’sinden biri Mao’ydu (öteki ikisi Marx ve Marcuse’ydi). Geleneksel diye anılan komünist partilerin genellikle uzak durduğu bu hareketleri Mao, “Avrupa tarihinde önemli bir yeni fenomen” olarak selamladı.
Fakat Kültür Devrimi7nin dünyada sonuç alıcı ya da anlamlı sonuç alıcı etkileri olduğunu söyleyemeyiz. 1960’lar ve ‘70’ler boyunca dünyanın birçok yöresinde ortaya çıkan devrimci hareketler, Sovyetler Birliği’nin barışı ve ilerlemeyi vazeden politikası karşısında Kültür Devrimi’ne çok önem verdiler ve Mao’yu önder bildiler, ama bu hareketlerin genellikle başarısız olduğunu görüyoruz.
Mao’nun Marksizmi
Kimilerinin Mao’yu Marksist kabul etmediğini biliriz. Bunda birbirine bağlı iki temel boyut var. Mao işçi sınıfına dayanmamıştır ve bir köylü, eşanlamda ya da ardından küçük-burjuva devrimcisidir; ve Mao, öğretisel olarak Marksizmi bilmemektedir. Bizce bu yaklaşımın Marksizmi ideolojik değil pratik olarak işçi sınıfına ve ileri kapitalizme bile değil Batı Avrupa’ya “öz”den bağlamak gibi bir sorunu var.
Mao’yu Marksist kabul etmeyince Kültür Devrimi’ni de Marksizmin iç sorunu ya da tarihine ilişkin bir konu olarak almanın gereği kalmamaktadır. Ama Mao’nun tarihin en büyük devrimcilerinden biri olduğunu kimse reddedemeyecektir. Kültür Devrimi’nin ise, sosyalist olduğunu iddia eden bir ülkede yaşanan tek örnek olarak dikkatten kaçamayacağı açıktır. Kültür Devrimi bu bakımdan, Marksizmin aşağıdan devrim ve aşağıdan tarih konusundaki tartışmalar içine çekilmesi için de güçlü bir vesiledir. Çünkü Mao, büyük bir riski göze almış ve kitlelerin tarihsel inisiyatifine güvenmişti. Mesela, Kültür Devrimi’nde Kızıl Muhafızların en azgın olduğu ve evleri bastığı bir dönemde, Mao, çevresindeki insanları dehşete düşürecek bir umursamazlıkla, elbette kendi konutuna da gelebileceklerini söylemiştir. Kızının Kızıl Muhafızlar tarafından sekterce sorgulanmasına hiçbir şekilde karışmamıştır. Tıpkı, devrimin zaferinden önce kurtarılmış bölgelerde karısının da aynı tür bir sorgulamaya tabi tutulmasına hiçbir şekilde karışmadığı gibi…
“Marksizmin devrimci diyalektiği” ifadesini bildiğimiz kadarıyla ilk kez George Thomson kullanmıştı. Ona göre Marksizm Marx’tan Lenin ve Mao’ya bir diyalektik seyir izlemiştir. Bu yaklaşımın isabetli olduğu görüşündeyiz. Gerçekte, teorik olarak bakıldığında, Mao’yu Marksizm dışına çıkaran işlemin mantıksal sonucu, Lenin’i de Marksizm dışına çıkarmaktır. Bu yolun, Marx’ın eserindeki gözden kaçırılamaz temel boyutları da ayıklamak zorunda kalacağı açıktır.
Mao’nun Marksizm anlayışının bireye ilişkin yönünün Batılı Marksizme karşıt bir nitelik olduğu -mesela Marksist tarihçi Hobsbawm tarafından- yazılmıştır. Batılı Marksizmin ne olursa olsun nihaî olarak bireyin kurtuluşunu hedeflemesine karşılık Maocu Marksizmin bireyi yok eden bir kollektivite anlayışında olduğu ve bu nedenle Mao’nun Marksist olamayacağı söylenmiştir. Bizce, Kültür Devrimi Marksizmin evrensel ölçekte devrimci diyalektiğinin son büyük uğrağıdır.
Mao Zedong’un, komünist olmadan önce ilk gençlik yıllarında anarşizme yakınlık duyduğu ve bu yüzden kitle kendiliğindenliğine özel önem verdiği söylenir. Mao’nun bütün politik yaşamında partili kadrolara Çin kültürü usulünce basit talimatlar şeklinde “kitleleri dinleyin, onlara güvenin, onların duygu ve düşünüşünü önemseyin, onlara inisiyatif verin, onları harekete geçirin, politik ve toplumsal sorunları bizzat onların pratik olarak çözmeye yönelmesini sağlayın” dediğini biliriz. Mao’nun kendisi de kitle duyusunu yakalamak için devrimden önce sıklıkla köylülerin arasına karışır ve iktidar yıllarında da ülkenin çeşitli bölgelerinde nabız yoklamak için gezilere çıkardı. Bu tarzın Bolşevik yordamdan farklı olduğu sezgi düzeyinde bile olsa görülebilir, ama yine de Lenin’in kitlelerin kazanılmasına ilişkin anlayış ve yönelimleriyle benzerlikleri olduğu kesindir bizce. Ayrıca, Marksizmin, çeşitli tarih, bölge ve koşullarda farklı yönelimler içinde olması, farklı şekillenmişlikler geliştirmesi, kendi dışındaki ideo-kültürel akımlarla içeriden ilişkilenmesinde bir sakınca olmak bir yana zenginleştirici bir nitelik olduğu görüşündeyiz ve Mao’nun anarşizm ile ya da Çin’in tarihsel-toplumsal özellikleriyle alaşımlanmış olmasını Marksizm bakımından başarı görüyoruz.
Mao’nun Marksizm anlayışında devrimci inisiyatife verdiği rol ve teknoloji ile nesnelliği geri plana atan yön üzerinde durulur. Yaygın Marksizm anlayışına göre, toplumlar ancak komünizmin maddi bolluk koşullarında özgür ve eşit olabilir ve komünist ilişkiler kurabilir. Mao’nun Kültür Devrimi’nde zorladığı etmenin buna aykırı bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Ancak bu yaklaşımın mantıksal bir sorunu vardır bize göre. Komünist devrimciler, yoksul kitlelere devrimden önce de ekonomik refah sunamaz ama buna karşın onları devrimci mücadeleye katmanın meşruiyeti ya da materyalistliği konusunda bir tartışma çıkmaz. (Bu tartışma elbette Marksizmin devrimci çizgisinin yenilgiye uğradığı her uğrakta tarihsel haklılıkla alevlenecektir ve Marksist devrimcilere düşen, bu tartışmayı yürütmeyi başarmaktır.) Mao, devrimin ocağını birkaç yılda bir harlamak gerektiği görüşüne bağlı olarak, iktidar olduktan sonra da iktidar öncesi koşulları nesnel olarak zorlamanın zorunlu olduğunu ileri sürüyordu. Bunu pratik olarak başardığı, ‘60’lı onyılı kazandığı kuşkusuzdur. Ama tarihsel olarak başarılı olduğu söylenemez. Çünkü 1960’ların devrimci Çin’i, daha ‘80’lere ulaşmadan Maocu terminolojideki “kapitalist yolcular”ın yoluna girmişti bile. Böyle bir yönelimde, Kültür Devrimi sırasında ideolojiyi içselleştirdiği söylenen kitlelerin nerede olduğu elbette sorulacaktır.
Bugünkü Çin
Kültür Devrimi ve onun “başarısız” sonundan sonra, Çin’in bugüne gelen seyrine ilişkin fikir belirtmeden olmaz. Çin, Mao’nun ölümünden sonra Kültür Devrimi’ni resmen sonlandırdı. Ardından, Mao’nun şiddetle karşı çıktığı bir yola girdi; ekonomik durgunluğu kapitalist önlemlerle aşma politikası izlemeye başladı. Çinlilere göre, bu, Sovyetler Birliği’nde iç savaştan sonra izlenen Yeni Ekonomik Politika’nın uzun, çok daha uzun bir örneğinden başka bir şey değildi.
Stalin’den sonra Sovyetler Birliği lideri olan Kruşçev, tarih vererek teknolojik olarak yakında ABD’yi yakalayacaklarını ve geçeceklerini söylemişti. Buna Çin komünistleri kapitalizmle yarışın barış içinde olamayacağı görüşüyle yanıt vermişti. Mao’dan sonra Çin’in girdiği yolun Kruşçev’in ilan ettiğine benzer olduğu görülüyor. Ama bu kez çok farklı bir sonucun işaretleri belirdi. Çin nasıl Kültür Devrimiyle sosyalizm deneyimleri tarihinde tek örnek olarak devrim içinde devrime yöneldiyse, yine sosyalizm deneyimleri içinde ilk kez Çin nezdinde bir örneğin kapitalizmin üretim güçlerini yakalayıp geçmek üzere olduğunu izliyoruz. Sovyetler Birliği ekonomik yarışa dayanamadı ve sonunda havlu attı, ama Çin, karşı tarafı yeneceğine ilişkin güçlü işaretler veriyor. Bu iki tarihsel örneğin öznesinin ikisinin de Marksist olmadığına dönük bir tartışmanın meşruiyeti sonuna kadar var. Ancak sırf kontrollü ya da devletsel bir kapitalizm geliştirdiği için Çin’in kurumsal ve sosyo-ekonomik olarak sosyalist olmadığını ileri sürmek tarihsel mantık olarak gayet güçtür. Sovyetler Birliği 1991’de çöktüğünde nasıl bu ülkenin onyıllardır kapitalist/emperyalist olduğu görüşündekiler bile onun kurumsal yönüyle sosyalist olduğunu açıkça olmasa da kabul eder bir yaklaşım sergilediyse, Çin’in de kapitalist olduğuna ilişkin ‘erken’ değerlendirmeler yapmaktan kaçınmak gerektiği görüşündeyiz. Bugünkü Çin ve -elbette başlangıç tarihi tartışmaya ihtiyaç duymak üzere- Stalin sonrası Sovyetler Birliği, iktidardaki partinin Marksist devrimci nitelikte olmaktan uzaklaşması anlamında ‘politik sosyalist’ ülkeler değildir. Bu, söz konusu ülkelerdeki komünistlerin iktidarı ele geçirmek için mücadele etmesi gerektiği anlamına geliyor. Ama bu ülkelerin kurumsal ve sosyo-ekonomik bakımdan sosyalist olduklarını, bir başka ifadeyle ‘tarihsel sosyalist’ olduklarını, sosyalist olmaktan nasıl çıktıklarını tarihsel materyalist bir yaklaşımla açıklayamadığımız sürece, ‘tarihsel sosyalist’ niteliklerini koruduklarını söylemek durumunda olduğumuz kanısındayız. Bu yaklaşım bağlamında, Çin’in üretken güçlerindeki muazzam gelişmenin sonuçlarının ne olacağı önemli bir konudur.
***
Çin’de, artık yaşlı kuşaktan bazılarının delikanlılık çağlarında yaşadıkları Kültür Devrimi’nin özgür günlerini coşkuyla andığını okuyoruz zaman zaman. Bu kuşakların torunlarının atalarının özgür günlerine benzer günler yaratmasını ve belirdiğini duyduğumuz Marksist ve Maocu yönelimlerin devrimci pratik sonuçlar vermesini diliyoruz.
Bugün Poppercı aklın egemen olduğu bir dönemdeyiz. Fakat, devrimci tarihin Lenin ve Mao’ların eylemiyle başlamadığını bildiğimiz kadar, onların eyleminin yenilgisiyle de bitmeyeceğini biliyoruz. Tarih, Poppercı aklın ötesinde devrimci yolu hep barındırıyordu; bu yol kuşkusuz yarın olmazsa öbür gün ufukta görünecektir. Mesele, o günler geldiğinde Lenin ve Mao gibi devrimci akıl sahiplerini çıkarmaktır.