Aydın ÇUBUKÇU yazdı: “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin, Mao’nun parti içindeki muhalifleri temizlemek için başvurduğu kitlesel bir güç seferberliği olduğu, bu parti içi siyasal hedefi bile gerçekleştiremediği ölümünden sonra apaçık görüldü.
‘60’lı yılların ikinci yarısından itibaren toplumsal muhalefetin sivri ucu haline gelmiş olan Türkiye öğrenci hareketi, üniversitelerde boykot ve işgal eylemlerinin yanı sıra, Amerikan emperyalizmine karşı hemen her gün bir gösteri düzenlemeye de başlamıştı. Fakat bunların yanında bütün sol hareketin kimliğini ve yönelimlerini belirleyen bir başka alanda da devrimci öğrencilerin etkinliği gelişmişti. Özellikle toprak işgalleri biçiminde yükselen köylü hareketinde, üretici mitinglerinde ve “üretici köylü sendikaları” kurma çalışmalarında, Ege ovalarından Malatya dağlarına, Karadeniz’den Gaziantep'e kadar her yerde örgütlü bir güç olarak devrimci öğrenciler kendilerini gösterdiler. Bu “halka gidiş” seferberliği sırasında, ağırlıklı olarak TİP’in yüksek oy aldığı köylerde- kasabalarda edinilen izlenim, “köylü devrimcilerin” heyecan yaratan hikâyeleri, Fikir Kulüplerinde, kantinlerde, yurtlarda hatta derslerde tartışılan “devrimin yolu” hakkında yeni ufuklar açmaya başlamıştı.
Aynı dönemde, başta Vietnam olmak üzere, pek çok ülkedeki halk savaşları ve gerilla mücadeleleri, zamanın devrimcileri için “devrimin yolu” hakkında karar verebilmeleri için çok açık dayanaklar sunuyordu. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi veren ya da henüz o son aşamaya gelmemiş, “dünyanın kırları” olarak görülen bütün ülkeler o sıralarda çokça okunan Lin Biao’nun Yaşasın Halk Savaşının Zaferi adlı kitabında ileri sürdüğü görüşlerin yerleşmesini kolaylaştırıyordu. Halk savaşlarıyla kuşatılacak kapitalist devlerin proletaryası, “kâğıttan kaplan” oldukları iyice açığa çıkmış olan emperyalist iktidarları “kır ülkelerin” köylülerinin desteğiyle yıkabilirdi! Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın köylüleri; Avrupa’nın, Amerika’nın işçi sınıflarını uyandıracak ve mücadelelerinin önünü açacaktı. Şablon, hareket halindeki Türkiye köylülerini tanımış olan Dev-Gençli ‘68 gençliği açısından aranan cinstendi. Tartışılan ve saflaşmalara yol açan pek çok ayrıntı vardı, ama esas olarak, “halk savaşı yoluyla iktidarın ele geçirilmesi” fikrine “revizyonistler” dışında pek itiraz eden yoktu. Dev-Genç’in önde gelen militanları, hepsi Maocu değilse bile, Mao’yu tartışılmaz olarak dönemin en devrimci önderi olarak kabul ediyordu.
ÇKP ve SBKP arasında proletarya diktatörlüğü, Stalin, uluslararası ilişkiler gibi can yakıcı konular üzerinde süren ve gündelik dilimize “modern revizyonizm” kavramını sokan tartışmalar da bu atmosferde okundu. Süleyman Ege’nin yayımladığı “Pekin-Moskova Çatışması” adlı kitap bu konuda ilk ve tek kaynaktı ve orada SBKP’nin tezlerinde atmosfere hâkim olan heyecana cevap verecek hiçbir özellik görünmüyordu. Çin ise, yüz milyonlarca halkıyla ayağa kalkmış bir halde devrimi savunuyor, proletarya diktatörlüğü kavramına ve Stalin’e sahip çıkıyor, emperyalizmle her tür yakınlaşmayı, özellikle “barış içinde yarış” sloganını şiddetle eleştiriyordu.
“Büyük Proleter Kültür Devrimi” de, devrimci gençlik kitlesi içinde bu sırada tanındı. Çin’de basılmış her ırktan ye her kıtadan halkları kızıl bir bayrağın altında, başları dik, göğüsleri ileride, omuzlarında tüfekleriyle fethedilecek dünyaya gülümseyen savaşçıları gösteren afişler her okul kantininde, öğrenci evlerinde, dergi bürolarında duvarları süslüyordu. Ve her cebe sığabilen ve her yerde okunabilecek kadar küçük olan “Kızıl Kitap” tam zamanında Türkiye’ye geldi! Ve kısa cümlelerin sağladığı ezber kolaylığıyla, hareket halindeki her şeye yetişmek zorunda olan, aceleci ve sürekli eylem halindeki gençlerin cebine sığacak bir devrim kılavuzu haline geliverdi.
“Büyük Proleter Kültür Devrimi” ile ‘68’linin “kucaklaşması” bu afişler ve bu kitapçık aracılığıyla oldu.
Kuşkusuz, Kültür Devrimi hakkında bildiklerimiz, Çin’in propaganda malzemelerinde aktarılanların dışında hemen hemen hiçbir şeydi! Ne var ki, parti liderlerinin ve aydınların sistemli olarak fabrikalarda ve köylerde çalışmaya gönderilmeleri; halkın yaşamını paylaşmaya ve halktan öğrenmeye çağrılmaları hakkında öğrendiklerimiz, son derece çekici idi. Bu popülist uygulamaların yanı sıra, “proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi”, “bürokratik-revizyonist karargahın bombalanması”, Kızıl Muhafızların devrimci komiteler kurarak toplum hayatına egemen olmaları, Parti ve devlet yetkililerinin kapitalist yola dönmelerinin bir tehlike olarak işaret edilmesi gibi siyasal ve ideolojik tespitler ve önlemler de Kültür Devrimi’nin cazibesini artırıyordu. Kuşkusuz bu arada, müzelerin kapatılması, tarihi eserlerin yıkılması, Cervantes’in, Tolstoy’un ve daha birçok “burjuva” yazarın eserlerinin yasaklanması gibi haberler “emperyalist propaganda” çöplüğüne atılıyor ve kesinlikle bunlara inanılmıyordu.
Dünyayı sarsan ’68 Mayıs hareketinin bir anlamda aradığı her şey, kabaca ve soyut olarak bu “otoriteye başkaldırmak” eyleminde bulunabilirdi. Çin’in gençlik kitlelerinin eylemleriyle dünya gençliğinin öne çıkan talepleri arasında çok yönlü ve karmaşık bağıntılar oluşturmaya imkân veren bir tarih dönemecindeydik. Derinlemesine teorik çözümlemelere ihtiyaç duymaksızın, dünya çapındaki bu canlılığın heyecanına katılmak kaçınılmazdı.
Aynı dönemde, belli başlı büyük komünist partilerin (Fransa, İtalya, İspanya vb.) gençlik eylemlerinin karşısında durmaları ve Çekoslavakya olayı, zaten “yeni bir yol” arayan ’68 solunun tercihlerini belirliyordu.
‘70’li yılların başlangıcında, Türkiye gençlik hareketi içinde öne çıkan etkili grupların hepsinin ortak paydası, “Halk savaşı”, bir başka deyişle, iktidarın “kırlardan şehirlere doğru gelişecek uzun süreli silahlı mücadele yoluyla ele geçirilmesi stratejisi” kavramıydı. Bu aynı zamanda, “revizyonizmle Marksizm-Leninizm arasındaki ayrım çizgisi” olarak kalınlaşıyor, bütün gençlik önderleri ve çevreleri, aralarındaki pek çok farklılığa rağmen, bu ayrımı önemsiyor, doğru buluyordu.
Tuhaf ve belki de komik olan şu ki, Belçika, Fransa gibi kapitalist metropollerde bile, “kırlardan şehirlere” çizgisini hararetle savunan gruplar ve partiler doğmaya başlamıştı.
Denilebilir ki, “Büyük Proleter Kültür Devrimi”, tüm dünyada “Maocu” parti ve grupların doğuşunda belirleyici bir etken olmuştur. Fakat bu rüzgâr, aynı zamanda “ideolojik önderlik” gibi işçi sınıfını silen kavramları yerleştirmesinde, sosyalizmin kuruluşunda maddi üretici güçlerin karşısına politik iradeyi koymasında vb. görülen Marksizm açısından ağır yanlışlar, sapmalar dolayısıyla tersine döndü. “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin ömrü Mao’nun ömrü kadar bile olmadı. Parti, seferber ettiği kitleleri geri çekebilmek, uysal, söz dinleyen bir Kızıl Muhafızlar çekirdeği kalana kadar tasfiye hareketine girişmek için zaman ve enerji harcadı. Kendi içindeki bölünmeler ve “sınıf mücadelesi” dedikleri çatışmalar derinleşti. Kanlı hesaplaşmalar yaşandı.
“Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin, Mao’nun parti içindeki muhalifleri temizlemek için başvurduğu kitlesel bir güç seferberliği olduğu, bu parti içi siyasal hedefi bile gerçekleştiremediği ölümünden sonra apaçık görüldü. Günümüzdeki Çin ejderhasını yaratanlar bu kıyametten kurtulanlar ve partiye egemen olan halefleridir.
Marksizm’den etkilenmiş bir Çinli bilgenin küçük bir kızıl kitapta toplanmış özdeyişleri, Konfüçyüs’ün, Tao’nun, Lao’nun, Sun Tzu’nun vs. vs. dev mirası arasında kendisine küçük bir yer bulabilecek mi, hüzünlenmeden cevap vermek zor bu soruya.