Metin ÇULHAOĞLU yazdı – İlk yayınlanış tarihi Şubat 1848 olduğuna göre Komünist Manifesto’nun üzerinden 173 yıl geçmiş oluyor. Bu kısa değerlendirmede, ilk yayınlanışından bu yana Manifesto’ya yöneltilen başlıca eleştirileri ele almaya çalışacağız.
İlk yayınlanış tarihi Şubat 1848 olduğuna göre Komünist Manifesto’nun üzerinden 173 yıl geçmiş oluyor.
Bu kısa değerlendirmede, ilk yayınlanışından bu yana Manifesto’ya yöneltilen başlıca eleştirileri ele almaya çalışacağız. Bu eleştirilerin genel olarak üç başlık altında toplanabileceği kanısındayız: 1) Manifesto’daki kimi öngörülerin ya da beklentilerin daha sonraki süreçlerde gerçekleşmemesi; 2) Manifesto’nun, kapitalizmin ve dolayısıyla burjuvazinin değiştirici-dönüştürücü dinamizmine aşırı vurgu yapması, hatta bu vurgunun yer yer “övgüye” dönüşmesi; ve 3) Manifesto’nun, işçi sınıfının “ayrı” ve “öncü” bir siyasal örgüte duyduğu ihtiyacı hiç görememesi…
Gerçekleşmeyen öngörüler ya da beklentiler
Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Manifesto’nun, bir bildirge ve çağrı olmanın ötesinde aynı zamanda çok yönlü bir teorik analizi de yansıttığı kabul edilirse, en başta, teorik analizin ne olduğu ve olmadığı hakkında birkaç söz söylemek gerekecektir.
Manifesto’daki teorik analizin zeminini ve çerçevesini tarihsel materyalizm oluşturur. Bir teorik analizin deyim yerindeyse “test edilmesinde” başvurulacak öncelikli kriterler ise, ortaya konulan sistemin iç tutarlılığı ve belirli bir düzeyde soyutladığı tarihsel-maddi gerçeklikle ne ölçüde örtüştüğüdür.
Manifesto’da ortaya konulan teorik analize bugüne kadar bu iki kriter açısından ciddi bir eleştiri yöneltilmemiştir. Buna karşılık aynı analiz kapsamındaki kimi öngörülerin ya da beklentilerin gerçekleşmediği sıkça dile getirilmiş, Manifesto eleştirisinin önemli bir boyutu da bu olmuştur.
Daha somut söylersek, örneğin kapitalizmin aşılıp sosyalizme geçişin bu üretim tarzının en ileri düzeyde geliştiği ülkelerde gerçekleşmemesi ya da işçi sınıfının “enternasyonalist” doğasının ve bunun sonucu olması gereken uluslararası dayanışmasının kendini ortaya koymaması “doğrulanmayan” öngörüler arasında sayılmaktadır.
***
Bir teorik sistemin öngördüklerinden doğrulanmamış olanlar, gene aynı sistemin çizdiği çerçeve içinde kalarak ve o sistemin sağladığı araçlarla bir kez daha analiz edilebiliyorsa “doğrulanmamış öngörüler” ortaya konulan sisteme yönelik herhangi bir reddiyenin gerekçesi olamaz. Örneğin, “doğrulanmamış öngörüler” başlığı eşitsiz gelişme ve emperyalizm gibi her biri sisteme “mündemiç” olgularla birlikte ele alındığında, doğrulanmama nedenlerinin ikna edici bir şekilde ortaya konulması mümkündür.
Kuşkusuz, Manifesto yazılırken (ve daha sonraları da) ne eşitsiz gelişme bir yasa olarak formüle edilmiş ne de kapitalizm emperyalizm aşamasına ulaşmıştı. Gelgelelim, her ikisinin de ipuçlarını ya da “nüvelerini” Manifesto’da bulmak mümkündür.
Örnek olarak, Manifesto’dan bir bölüm alalım:
“Komünistler dikkatlerini en başta Almanya’ya yöneltmektedir. Çünkü, bu ülkenin eşiğinde bulunduğu burjuva devrim Avrupa uygarlığının daha ileri koşullarında gerçekleşmek durumundadır. Bu ülkenin proletaryası, 17. yüzyıldaki İngiltere, 18. yüzyıldaki Fransa proletaryasından çok daha gelişkindir ve Almanya’da burjuva devrim, hemen ardından gelecek bir proleter devrimin başlangıcından başka bir şey olamaz.” (Komünist Parti Manifestosu, Marx-Engels, Toplu Eserler (İngilizce) içinde, s. 519/Çeviri tarafımızdan yapılmıştır).
Burada sözü edilen, burjuva devrimin gerçekleşmesi açısından İngiltere bir yana Fransa’dan da geri sayılan, henüz siyasal birliğini bile sağlayamamış, aristokratik-militarist geleneğin hüküm sürdüğü Almanya’dır; ama aynı Almanya en başta gelişmiş proletaryasıyla burjuva devrimi hemen proleter devrime taşıyacak ülke olarak görülmektedir…
Gerçi proleter devrim Almanya’da da gerçekleşmemiştir; ancak adı öyle konmamış olsa bile eşitsiz ve bileşik gelişme bağlantılı yaklaşım burada açık biçimde görülmektedir. Bu nedenle örneğin Paul Sweezy’nin Almanya yerine 1917 Devrimi arifesindeki Rusya’yı koyarak aynı ifadenin tekrar okunmasını önermesi son derece meşrudur (bkz. “Manifesto’nun Tarihsel Önemi”, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar içinde, Yordam Kitap 2008, s. 133).
Komünist Manifesto yazılırken kapitalizm henüz emperyalizm aşamasına ulaşmamıştı. Başka bir deyişle, Lenin’in kapitalizmin bu aşamasına ilişkin olarak daha sonra sıraladığı beş göstergeye ya da olguya bakarsak 1848 yılında en gelişmiş durumdaki İngiltere’nin bile henüz bu aşamada olmadığını görürüz.
İlginç olan nokta ise, bugün “küreselleşme” adıyla bilinen sürecin ve durumların Manifesto’da o dönemdeki haliyle yetkin biçimde betimlenmiş olmasıdır. Dinleyelim:
“Burjuvazi, dünya pazarını sömürerek, her ülkede üretime ve tüketime kozmopolit bir karakter vermiştir. Gericilerin iyice canını sıkarak, sanayinin altından sanayinin dayandığı o ulusal zemini çekip almıştır. Yerleşik bütün ulusal sanayiler yıkılmıştır ya da gün be gün yıkılmaktadır. Onların yerini yeni sanayiler almaktadır. Bu yeni sanayilerin sahneye çıkışı, dünyadaki bütün uygar uluslar için hayat memat meselesi haline gelmiştir. Yeni sanayiler artık yerli hammaddeleri değil, dünyanın en ücra yerlerinden getirilen hammaddeleri işlemektedir. Gene bu sanayilerin ürünleri artık yalnızca üretildikleri yerde değil, yerkürenin her yerinde tüketilmektedir. Bir ülkenin kendi üretimiyle karşılanan eski ihtiyaçların yerini artık uzaklardaki ülkelerin ve iklimlerin ürünlerinin karşılayabileceği yeni ihtiyaçlar almaktadır. Geçmişin yerel ve ulusal yalıtılmışlığının ve kendi kendine yeterliliğinin yerine, her yönde gelişen ilişkileri, ülkelerin uluslararası karşılıklı bağımlılığını buluyoruz. Maddi üretimde olduğu gibi düşünsel üretimde de durum böyle. Tek tek ülkelerin düşünsel yaratıları artık ortak mal haline gelmektedir. Ulusal tek yanlılık ve dar görüşlülük artık daha da olanaksızlaşmakta, çeşitli yerel ve küresel yazın ürünlerinden bir dünya yazını türemektedir.” (a.g.e., s. 488).
Bu “küreselleşme” tablosunda “yeni sanayilerin ortaya çıkışı”, “başka yerlerden gelecek hammaddelere duyulan ihtiyaç”, “ürünlerin üretildikleri yerlerin dışında başka yerlerde de tüketilmesi” ve “ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar”, daha sonra yaşanacak gelişmelerin anahtar ifadeleridir. Konuya özellikle hammadde ve pazar imkanları açısından bakıldığında, kapitalizmin ulusal sınırlar içinde kalamayacak kadar geliştiği ülkelerin birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içine girecekleri açıktır. Birbiriyle çelişik görünen “karşılıklı bağımlılık” ve “rekabet” gerçekte tek bir bütünün parçalarıdır ve buradaki “rekabet” öğesinin “bağımlılığı” aşmaya yönelik bir yayılmacılığı da davet etmesi kaçınılmazdır.
Özetle, Manifesto’nun ortaya koyduğu az önceki resim, önde gelen ülkelerdeki kapitalizmin belirli bir gelişme aşamasına ulaşmasıyla birlikte, içinden emperyalizmin ve daha sonraki dünya savaşlarının çıkarılabileceği bir dünyayı önümüze koymaktadır.
Şöyle de diyebiliriz: Günümüzde bir otomobilin saatte 160 km hız yapabilmesi saatte ancak 16 km hız yapabilen 1886 yılındaki ilk otomobilin ardındaki birikimi ne kadar “geçersiz” hale getirmişse, emperyalizm ve küreselleşme olguları da Manifesto’yu o kadar “geçersiz” hale getirmiştir.
İşçi sınıfı enternasyonalizmine gelince: Evet, bu konuda Manifesto’yu doğrulayan örnekler azdır; ancak, bunun da temelde emperyalizmle ve kapitalist devletlerin kendi işçi sınıflarının bir bölümünü “satın almasıyla” açıklanmasının mümkün olduğunu düşünüyoruz.
Kapitalizmin değiştirici/dönüştürücü dinamiğine övgü var mı?
Kanımızca bu konudaki eleştirilerde belirli bir gerçek payı vardır. Ancak, buraya geçmeden önce Manifesto’da neyin özellikle vurgulandığına bakmak yerinde olacaktır.
Manifesto’da bu bağlamdaki en belirgin vurgu, kapitalizmin, kendisini daha önceki üretim tarzlarından ayıran bir özelliğine ilişkindir. Denmektedir ki, daha önceki üretim tarzları mevcut ve verili olanı korumaya ve sürdürmeye yönelikken kapitalizm kendi doğası gereği böyle yapamaz; kendi varlığı, olanı muhafaza etmeyi değil, sürekli daha ötelere gitmeyi, kendini sürekli olarak yenilemeyi gerektirir.
Başka bir deyişle, kapitalizm, emeğin üretkenliğini sürekli olarak artırmak için her yolu denemek zorundadır; bu bağlamda “durursa düşeceğini bilir.” Dolayısıyla konu maddi üretim, emek gücünün kullanımı, teknoloji, yeni ürünler geliştirip pazara sunma, vb. parametreler açısından ele alındığında Manifesto belirli bir gerçeğe işaret etmektedir ve bu işaretin bir “övgü” olarak yorumlanması mümkün görünmemektedir.
Bununla birlikte, üretimin sürekli olarak devrimcileştirilmesinin, “üstyapı” olarak anılan alanlardaki etkilerine başka bir gözle bakmak mümkündür:
“Üretimin sürekli olarak devrimcileştirilmesi, bütün toplumsal koşulların ha bire bozulup dağıtılması, sürüp giden belirsizlik ve hareketlilik, burjuva dönemini önceki bütün dönemlerden ayırt eden özelliktir. Sabit ve donmuş bütün ilişkiler, kadim ve saygın önyargılar ve görüşler hep süpürülüp gidiyor; yeni oluşanlar ise, yerleşiklik kazanamadan eskiyor. Katı olan her şey buharlaşıyor ve kutsal sayılan ne varsa değerini yitiriyor.”
Burada “eleştiri” bağlamında söylenebilecek olan şudur: Manifesto, “bozulup dağılma”, “süpürülüp gitme”, “yerleşik kazanmadan eskime”, “değer yitirme” ve “buharlaşma” tespitlerini rezervsiz vurgulamıştır; oysa maddi üretimin “devrimci” gelişimi, ideoloji, siyaset, kültür, inanç, hukuk, vb. üstyapı alanlarında “seçici” olmuş, bu alanlardaki kimi öğeleri gerçekten “buharlaştırırken” diğerlerini korumuş ve kendine eklemleyerek sürdürmüştür.
Hemen bir ek yapmak gerekirse, Manifesto, Avrupa kıtasının büyük bölümü üzerinde etkili olacak yeni devrimci kabarmanın (1848-50) seyri ve sonuçları ortaya çıkmadan yazılmıştır. Bu dönemin kapanması ise, Manifesto yazarlarına “devrimci burjuvazinin” geri olanla nasıl eklemlenebildiğini göstermiş, “sürekli devrim” sloganı böyle ortaya çıkmıştır.
“Öncü örgüt” ihtiyacı görülmedi mi?
Bu başlıktaki “eleştiriye” verilebilecek yanıt çok basittir: Türkiye’de 1930’larda neden çok partili, çoğulcu, demokratik, ademi-merkeziyetçi, vb. bir rejim kurulmadı diye sormak ne kadar mantıklı ise 1848 yılında 1900’lerden itibaren tanımlanan özellikleriyle “öncü örgütün” neden öngörülmediğini sormak da o kadar mantıklıdır.
Burada, metnin kaleme alındığı tarihteki durumun, koşulların ve ortamın, tarihsel gelişimin hangi aşamasının yaşandığına ilişkin algıların önemine ve belirleyiciliğine özellikle dikkat edilmesi gerekir. Örneğin, Manifesto yorumcularından Ellen Meiksins Wood, o tarihlerde “Kıtadaki çeşitli devrimlerin ortak bir siyasal programı olsaydı, bu program kapitalist bir sistemin devrilmesini amaçlamazdı” diyor ve şöyle devam ediyor: “Daha ziyade, en başta önceki yüzyıldaki Fransız Devrimi’nden ilham alan, bir dereceye kadar yurttaş eşitliği sağlayan, birleşmiş liberal ya da anayasal devletlerin kurulmasını amaçlardı.” (Wood, “Komünist Manifesto”, Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu içinde, Yordam Kitap 2013, s. 99).
Bu durumda, Manifesto metninin kendi içinde bir tür gerilim (çelişki değil!) barındırdığını söyleyebiliriz: Kapitalizmin nihai “yazgısının” ve sosyalizmin kaçınılmazlığının, kapitalist üretim tarzının pek çok ülkeye tam olarak yerleşmediği, kabarması beklenen kitle hareketi açısından proletaryanın henüz başat konuma gelmediği ve “burjuva devrim” kategorisinde henüz yapılacak daha çok iş olduğu bir dünyada anlatılmış olması…
Kısacası, kapitalizm-sosyalizm karşıtlığının tarihsel ve teorik olarak ortaya çıktığı, ancak sosyalist bir devrimin ya da bir proleter devrimin kendini henüz dayatmadığı bir dünya…
***
İkincisi, Manifesto, ölçek olarak İngiltere ve kıta Avrupa’sına odaklanan bir metindir ve ağırlık tanınan anlatı da tek tek ülkelere yapılan kimi atıflar dışında bu bütünlüğe ilişkindir. Bu anlatının odaklandığı bütünlükten ya da ölçekten hareketle “öncü örgüt” nosyonuna ulaşılması doğası gereği mümkün değildir. “Öncü örgüt”, Lenin örneğinde de görüldüğü gibi, ancak tek bir ülkenin kendi özel koşullarında gelişebilecek bir nosyondur. Başka bir deyişle, özel ülke atıfları olmaksızın öncü örgüt fikrine ulaşılması ve bu fikrin genelleştirilmesi, ancak işçi sınıfının maddi durumu ile bilinci arasındaki açının süreklilik taşıdığının görülmesiyle mümkün olabilirdi ki 1848 yılı Avrupa’sının böyle bir gerçekliği insanın gözüne soktuğuna ilişkin herhangi bir bilgi ve veri bulunmamaktadır.
Aynı konuya ilişkin bir adım daha atarsak, Manifesto’da, işçi sınıfının “ekonomik” mücadeleleri ile “siyasal” mücadeleleri arasında kategorik bir ayrım yapılmadığını söyleyebiliriz. Aslında bu ayrım, emek-sermaye çelişkisini kuşatan başka sorunların, gerilimlerin ve çelişkilerin kapitalist toplumlarda giderek daha fazla su yüzüne çıkmasıyla, gelişmenin önüne arkaik engeller dikmesiyle belirginlik kazanmıştır. Otokrasi-monarşizm, ulusal sorun, azınlıklar, militarizm, savaş, yoksul-topraksız köylülük, vb. işçi sınıfı açısından gündelik emek-sermaye çelişkisinin ötesine geçen bir “siyasal bilincin” zorunlu öğeleri haline gelmiştir.
“Öncü örgüt” de bu siyasal bilincin taşıyıcısı olarak gündeme gelmiştir.
Sonuç
Gerçekten inanılmaz zenginlikteki bir düşünce birikimini açık bir siyasal bildirgeye dönüştürmek üstesinden kolay gelinecek bir iş değildir.
Düşünsel birikimin daha derinlere götürücü, bir bakıma baştan çıkarıcı göz kırpmalarıyla siyasal bir bildirgede olması gereken açıklık ve yalınlık arasında çok geniş bir alan vardır. Bu alanda düşünsel birikim, insanı titizliğe, ayrıntılara, olasılıklara, eğilimlere ve yanıtı tam verilemeyecek sorulara sürükler. Diğer tarafta ise açıklık ve yalınlık gerekliliği, genellemeleri, peşin sözleri ve kimi mutlak öngörüleri davet eder.
Marx ve Engels Manifesto’da bu ikisi arasındaki “optimum” düzlemi tutturma açısından büyük iş başarmıştır.
Gelgelelim, bu başarının da bir bedeli olmuştur.
Bu yazıda kısaca ele aldığımız üç eleştiri, ödenen bedelin muhasebe kayıtlarına nasıl geçirildiğine ilişkindir.