Hasan KUL yazdı – 13 kişinin hayatını kaybettiği olayla ilgili Hakikati Araştırma Komisyonu kurulmalı, BM tarafsız bir kurul oluşturarak bilirkişi incelemesi yaptırmalı, hayatını kaybeden yurttaşların cesetleri üzerinde “bağımsız/tarafsız hekimlerce bir otopsi incelemesi” gerçekleştirilmelidir.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, “Operasyonda sorumluluk Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nindir” demiş. Sorumlusu aranan operasyon Kuzey Irak’ın Garê bölgesine 10-14 Şubat 2021 tarihleri arasında yapılan operasyondur. Amacımız konuyu ne askeri açıdan ne de siyaseten değerlendirmek, insanları, makamları yargılayıp hüküm vermek değil. Burada geçen kavramları, özellikle de “Devlet” kavramını irdelemek.
Toplumsal bilimlerde kavramları tanımlamak ve herkesin üzerinde uzlaştığı tanımlara ulaşmak kolay değildir. Devlet kavramı da bunlardan biridir. Ancak üzerinde uzlaşılan, biraz da insanlığın yaşam pratiğinden çıkan görüşe göre “Devlet” egemenliğin merkezileşmesiyle birlikte doğmuş, bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tersinden söyleyecek olursak, egemenliğin merkezileşmediği, yaygın halde bulunduğu göçebe-gezgin klan toplumlarında devlet yoktur.
İnsanların toprağa yerleşmesi, yani göçebelikten yerleşik yaşama geçmesiyle, toplayıcılık ve avcılığın yerini toprağın işlenmesi almıştır. Bu da toplumda bir artı ürün/artı değer yaratmıştır. Bir diğer deyişle toplumda yöneten- yönetilen ayrımı doğmuştur. Birçok kurumun temelinde olduğu gibi devletin de temelinde mülkiyet, mülkiyete konu malların korunması, sahiplenilmesi vardır. Özel mülkiyetin olmadığı komünal yaşam dönemi devletsiz dönemdir.
Bir sınıf aygıtı olarak ortaya çıkan devlet, üretim ilişkileri temelinde farklı biçimler almıştır. Çok bilinen adlarıyla yazalım : Köleci dönemin devleti ile Feodal dönemin devleti kurumları ve işleyişi yönünden biri birinden farklı nitelikler taşır. Kapitalist ve Sosyalist devletler de önceki devlet yapılarından doğal olarak değişik olacaktır. İnsanlık pratiğine bakıldığında çok farklı biçimlere girebilen devlet kapitalist devlet olmuştur.
Şu kadarını yazalım, kapitalist devlet Fransız Kralı XVl. Louis’nin “l’état c’est moi/Devlet benim” yönetim biçiminden “Devlet benim için” aşamasına kadar sayısız biçim geçirmiştir, günümüz uygulamaları da bu çeşitlilik içindedir. Amacım size –biraz da haddimi aşarak- ne tarih ne de siyaset dilbazlığı yapmak. Size önce bir uzlaşımsal devlet tanımı vereceğim, buradaki kavramları tartışacağım, tanımı açacağım ve son olayda yorumu size bırakacağım.
Devlet, belli bir ülke üzerinde kendi iradesiyle üstün bir otoriteye bağlı olarak yaşayan insan topluluğunun oluşturduğu sürekli, siyasal ve hukuki bir kurumdur. Şimdi buradan zorunlu olarak ne çıkıyor? Üstün bir otorite, ülke, toplum ve rıza. Özetlersek belli bir coğrafyada yaşayan insanlar üstün bir otoritenin kendilerini yönetmesine rıza gösterecek ve iradelerini o güce teslim edecekler. O güç kral, kilise, hükümdar, padişah, parlamento olabilir.
Tanım içinde geçen “Sürekli” kavramına dikkatinizi çekerim. Devlet uzun süreli bir yapıdır. Günlük dildeki şu söyleyişi anımsayın : Hükümetler gelip geçicidir, kalıcı olan devlettir. “Siyaset”i toplumu/insanı yönetme sanatı olarak tanımlarsak, geriye devletin “Hukuki” yanı kalıyor ki asıl anlatılması gereken nitelik de bu olsa gerek. Özellikle günümüzün karmaşıklaşan yaşam koşulları düşünüldüğünde devletin olmazsa olmazı hukukilik yanı oluyor.
Gerek devletin işleyişi gerekse devlet yapılanması içinde yer alan kurumların/organların işleyişi ve yurttaşların devletle ve kurumlarla ilişkileri kurallar aracılığıyla sağlanır. Devlet bir normlar, kurallar bütünüdür. Devletin işleyişini ve emretme gücünü düzenleyen egemenlik hakkının temelinde bu hakkı kendisine devreden halk/ulus/millet vardır. Kaynağını halktan almayan hiçbir yetki meşru değildir. Peki bu kuralları düzenleyen ana norm nedir? Anayasa.
Dünyamızda 2021 Şubat ayı itibariyle BM’ye üye 193 devlet vardır. BM’ce tanınmayanlarca birlikte devlet sayısı 220+ dır. Bu devletlerin İngiltere dışında tümünün birer anayasası vardır. İngiltere’de de yasalar ve mahkeme kararları anayasa ölçüsünde bağlayıcı niteliktedir. Anayasalar neyi içerir? Öncelikle devletin örgütlenme şemasını içerir. Devlet, üniter, federal, konfederal olabilir, tüm bu yapılar anayasada karşılığını bulur. Devlet, zor kullanma/silâhlı güç bulundurma ve para basma yetkisine sahip olan yegane örgüttür.
Anayasalar esas olarak kaynağını halktan alan egemenlik yetkisinin hangi organlar eliyle kullanılacağını, bu organları denetleyecek olan denge-denetim sistemlerini, halkın yetki ve sorumluluklarını ama vazgeçilmez biçimde “Temel Hak ve Özgürlüklerin neler olduğu, nasıl kullanılacağı ve bu konularda devlete düşen sorumlulukları.” Kaynağını halktan alan egemenlik yetkisi yasama, yürütme ve yargı organları eliyle kullanılır. Siyaset bilimine “Güçler Ayrılığı” olarak geçen bu ilke ilk kez, Aydınlanma Dönemi düşünürlerinden Montesquie tarafından dile getirilmiştir.
Güçler ayrılığı kavramını ortaokul Vatandaşlık Bilgisi dersinden bu yana duymuşsunuzdur. Öğretmeniniz bu konulara ilgiliyse size ülkemizde ilk anayasanın 1876 Kanun-i Esasi, son anayasanın da artık bir yamalı bohçaya dönmüş olan 1982 Anayasası olduğunu söylemiştir. Şunu da eklemiştir, 61 Anayasası “Yurttaşı devlete karşı”, 82 Anayasası da “Devleti yurttaşa karşı” koruyan bir anayasadır. Kasım-1982’de Parlamenter Sistemle yola çıkan Anayasa, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile yoluna devam etmektedir.
Yukarıda size kapitalist devlet modelinin çeşitli biçimler alabildiğini söylemiştim. Konumuz bağlamında yazacak olursak, günümüzde hepsi de kapitalist devletin biçimleri olan Parlamenter sistem, Başkanlık Sistemi ve Başkancı sistemlerden söz edilebilir. Tabii bu sistemlerin kimilerinde iskambildeki “King” lerden farklı olmayan krallar vardır. Kimileri eyalet, kanton ya da özerk bölge adıyla anılan adem-i merkeziyetçi yapılara bölünmüş kimileri de Üniter Devlet adıyla anılan yetki ve sorumlulukların merkezde çoğu kez de tek bir kişide toplandığı biçimler alabilir.
Bu devletlere örnekler yazarsam konu daha iyi anlaşılır sanırım. Başkanlık sistemi denilince akla ABD gelir. Dört yılda bir seçilen Başkan’ın yetkilerini denetleyen Temsilciler Meclisi ve Kongre yanında güçlü bir yargı sitemi vardır. Yani bu sistemde güçler ayrılığı yanı sıra başkaca denetleme sistemleri araçlığıyla sistem ayakta durur. Fransa’da yarı başkanlık sistemi vardır. Başkan yanında Parlamento ve güçlü bir yargı sistemi, kolay kolay değişmeyecek gelenekler vardır. Örneğin yönetim değişimlerinde sadece müsteşar değişir, yeni gelen müsteşar ENA mezunu olmak zorundadır. ( Ulusal yönetim okulu)
Parlamenter demokrasiler denilince akla Danimarka, İsveç, Norveç ve Finlandiya gelir. Yazacaklarımla sakın ha bir kapitalizm güzellemesi yaptığımı düşünmeyin. Ben sadece var olan yapıları gözlemlemekle yetiniyorum. Bu yönetimlere “İnsan odaklı” yönetimler diyorlar. Burada aslolan insanların denge ve denetimi içselleştirmiş olması. Yanında hiçbir koruma olmadan eşiyle sinemaya giden ve çıkışta öldürülen Olaf Palme’nin ardından, yerine gelen Başbakan’a soruyorlar: Niçin Başbakan’a koruma vermediniz? Yanıt: Halkımızın özgürlüğü başbakanımızın güvenliğinden önde gelir.
Başkancı sistemlere gelince. Konya’da kullanılan bir deyim vardır: “Ne sen sor, ne ben söyleyeyim”, aynen öyle. Adı üstünde her şeyin Başkana göre düzenlendiği bir sistem. Kuralları koyan, uymayanları yargılayan, infaz eden, yerine göre kendi koyduğu kurallara bile uymayan bir yönetim pratiği. Tipik örnekleri Türkî Cumhuriyetlerdeki yönetimler, Ortadoğu ve Afrika’daki yönetim biçimleri. Doğal olarak burada hiçbir denge-denetim sisteminden söz edilemez. Bir örnekle konuyu değiştirelim: Türkmenistan’da elan Covid-19’dan hastalanan ve ölenlerin sayısı açıklanmıyor.
Ülkemize dönersek… Konuyu sadece tartıştığım noktadan sunacağım, 1961 Anayasası, biraz da 1950-1960 arasında yaşananlara tepki olarak sıkı bir “Güçler Ayrılığı” sistemi getirmiştir. Yasama ve Yargıyı bir “yetki”, “Yürütme”yi görev olarak tanımlamıştır. Anayasa Mahkemesi, TRT, yetkileri arttırılmış Danıştay, Sayıştay ve çift meclis sistemi bu anayasanın ürünleridir. Tabii ki Milli Güvenlik Kurulu da. Mümtaz Soysal’ın saptaması yerindedir: “61 Anayasası Yurttaşı Devlete karşı koruyan bir Anayasadır.”
82 Anayasası bir cunta anayasasıdır. Devleti kutsayan, yürütmeyi aşırı güçlendiren biraz da cuntanın başı diyebileceğimiz Kenan Evren’e göre biçilmiş bir elbisedir. Cunta daha anayasa yapılmadan başta grev ve toplu iş sözleşmeleri yasası olmak üzere tüm anti-demokratik yasaları yapmış, anayasaya direnebilecek parti, dernek, sendikaları kapatmış, yönetici ve üyelerini işkence tezgâhlarından geçirmiş ve anayasayı bir örtü olarak bunların üstüne geçirmiştir. Sistem kendi içinde biraz da uluslararası bağlantıları nedeniyle bu anayasada birçok değişikliğe gitmiştir. 90’lı yılların sonlarında ülkenin içine düştüğü ekonomik krizden çıkmak, Avrupa Birliği’ne girmek için başta idam cezalarını kaldırmak olmak üzere -daha sonra tümünü kaldıracağı- bir dizi değişiklik yapmıştır.
Günümüzde geçerli olan halen var olan devlet şekillerini yorumsuz olarak size anlattım. Türkiye ile ilgili olarak bazı konuların -yine yorumsuz olarak- altını çizmek istiyorum. Türkiye’de “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen sistemde Bakanlar Kurulu yoktur. Bakanlıkları, kurmak, kaldırmak, birleştirmek ve tanımlanmış bu makamlara kişileri atamak ve “Görevden affetmek” Cumhurbaşkanı’nın yetkisi dahilindedir. Dolayısıyla bakanlar atanmış birer memurdur. Kullandıkları irade doğrudan CB’nın iradesidir. CB ayrıca TSK’nin başkomutanıdır.
Evrensel hukukun genel geçer ilkelerinden biri “Yetki varsa, sorumluluk da vardır” biçimindedir. Yani bir kişi ya da organ kamuya ait bir yetkiyi kullandığında bunun doğuracağı sorumlulukları da kabul etmek zorundadır. Tek adam rejimlerinde “Güçler” tek adamın elinde toplandığı için ülke adına yapılacak her eylemin sorumluluğu da tek adamda olmak zorundadır. Ancak kamu gücünü yasal olarak kullanan kişiler “Konusu suç olan bir emri, emir kimler tarafından verilmiş olursa olsun uygulamak zorunda değildir.” Bir devlet ya da grubun karşılıklı sorumlulukla suçlandığı durumlarda uluslararası hukuk çeşitli çözüm yolları öngörmüştür.
Örneğin son yaşanan ve 13 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hayatını kaybettiği olayda yapılacak şey öncelikle bir “Hakikati araştırma komisyonu kurmak” olmalıdır. Ve vakit kaybetmeden BM’in ilgili kurullarından tarafsız bir kurul oluşturularak olayın gerçekleştiği bölgede bir bilirkişi incelemesi yaptırmak ve olayda hayatlarını kaybeden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının cesetleri üzerinde “Bağımsız/tarafsız hekimlerce bir otopsi incelemesi” yaptırmak olmalıdır. Bunun yapılmaması durumu yakınlarını kaybeden insanların acılarını katlayacak ve insanların olayın oluşuna ilişkin kuşkuları/soruları devam edecektir.