Mehmet CAN yazdı – 28 Şubat müdahalesini TÜSİAD merkezli büyük sermayenin de desteğiyle gerçekleştiren askeri ve sivil bürokrasi, İslamcı hareketi ehlileştirerek içerisinden neoliberal programa sadık bir siyasal unsurun doğmasına ön ayak olmuş ve devlet katındaki ayrıcalıklarını koruma altına almıştır.
8 Şubat 1997 tarihi Türkiye Cumhuriyeti yakın siyasal tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. 28 Şubat 1997’deki MGK kararları siyasal tarihe geçecek ve Türkiye’de siyasetin farklı bir kulvara evrilmesinin önünü açacak gelişmelerin yaşandığı bir dönemin de adıdır aynı zamanda. Tarihe “Postmodern Darbe” olarak geçen müdahale ile siyasal İslamın ayrışmasını ve dönemin iktidar partisi olan Refah Partisi içinden farklı bir siyasal programın ortaya çıkmasını sağladığı, askeri ve sivil bürokrasinin 12 Eylül’ün ardından bir kez daha gevşeyen ipleri eline aldığı bir zaman kesitinin adıdır 28 Şubat 1997.
Dünya’da ve bölgede değişen siyasal konjonktür, içeride-dışarıda devletin tehdit algısındaki sıralamanın değişmesi vs. bütün bu dinamiklerin farklılaşması Türkiye Cumhuriyeti devletinin de siyasal İslamcılara karşı tavrında önemli bir tutum değişikliğine gitmesine neden olacaktır. 12 Eylül’le birlikte sınıf hareketi bastırılırken, askeri diktatörlük İslamcıların önünü açmış ve aynı askeri-sivil bürokrasi 90’lı yıllardan başlayarak sınıf eksenli siyasetin önünü tıkamanın bir aracı olarak laik-muhafazakar İslamcı ayrışmasını çıkarmıştır.
Susurluk kazası ve postmodern darbeden sonra, bu durum daha bir net görülmüştür. Çünkü toplumun sınıfsal bir bölünme yaşaması, Marks’ın tabiriyle işçi sınıfının kendisi için sınıf olması ve kendi sınıfsal talepleri etrafında örgütlenmesi en fazla yönetenleri korkutur. Bunun önüne geçmek için, tıpkı 28 Şubat 1997’deki darbede görüldüğü gibi toplum kasıtlı olarak egemenler tarafından yaşam tarzları üzerinden bir kutuplaştırmaya maruz bırakılarak kendi tarihsel sınıfsal çıkarlarını görmesi engellenmiştir.
Başka türlü Türkiye’de askeri ve sivil bürokrasinin yıllardır siyasette bu kadar egemen olması, siyasete ve topluma yön veren pozisyon içinde olmaları aksi halde mümkün olmayacaktı. Benzeri şekilde bu müdahale siyasal İslam’a da AKP kimliğiyle daha da güçlenebileceği alanlar açtı.
Devletin asli kurucu kadrolarını oluşturan yapılar açısından siyasal İslam Türkiye’de ortadan kaldırılmasından ziyade kontrol altında tutulması gereken, ihtiyaç duyulduğu anda tekrar sahneye çıkması istenilen bir yapı olarak ele alınmıştır. Milli Görüş örneğinde olduğu üzere emperyalist kapitalist sistemle uyumsuzluk yaşayanlara ise rejim tarafından üzerinde 28 Şubat örneğinde olduğu gibi ‘’doğal’’ sınırları hatırlatılmıştır.
Siyasal İslamın yükselişi
Siyasal İslam’ın partileşmesi ve burjuva politika sahnesine çıkışı 1970’li yıllar ile birliktedir. Bunun öncesinde daha çok Adalet Partisi ile simgelenen merkez sağ siyasetin içinde siyaset belirleyen olmaktan ziyade, önemli bir akım olarak kendi varlıklarını sürdürmekteydiler.
Erbakan öncülüğündeki İslamcı siyasetin konumu Tanıl Bora tarafından şöyle tanımlanır:
“İslamcı akımın partileşerek AP’den kopuşu, İslamcı yeni parti oluşumunun kurucu lideri Necmettin Erbakan (1926-2011), bu çıkışı sanayi ve ticaret burjuvazisinin çatı örgütü olan Odalar Birliği’nde başlatır. 1967’de geldiği Odalar Birliği genel sekreterliği görevinde, İstanbul merkezli büyük sermayeye karşı taşralı orta ve küçük ölçekli sanayici – tüccarların ‘’militan’’ bir savunusunu geliştirmişti.” (Tanıl Bora, Cereyanlar)
Erbakan ve temsil ettiği hareketin siyasal programı taşralı küçük ve orta büyüklükteki burjuvaziye dayanırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel büyük burjuvazisi pastayı ve toplumsal artığı bu unsurlar ile paylaşmak istememekteydi. Dolayısıyla Odalar Birliği’ne başkan olarak seçilen Erbakan dönemin Adalet Partisi iktidarı tarafından bu görevden indirilerek, büyük burjuvaziye daha fazla güven veren bir isim atandı.
Erbakan ve çevresindeki İslamcı tandanslı arkadaşlarının partileşme serüveni 70’li yılların başında yavaş yavaş başlamaya, tabiri caizse olgunlaşmaya başladı. AP ve onun egemen olduğu Odalar Birliği’nden Erbakan’ın tasfiye edilmesi, Erbakan’ın bu yapılardan ayrı bir siyasal hareket kurmasındaki en önemli olgulardan biridir.
Bu doğrultuda Erbakan Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurarak kendi siyasal programını hayata geçirmenin ilk teşebbüsünü de sergilemiş oldu. Fakat bu parti de laikliğe ve anayasaya aykırı davranışlar sergilemekten dolayı 12 Mart askeri darbesi ile birlikte kapatılmıştır. Erbakan ve arkadaşları bunun üzerine Milli Selamet Partisini (MSP) kurarlar.
MNP ve ardılı olan MSP’nin siyasal programı şöyle açıklanabilir:
“MNP ve MSP’nin ideolojik çerçevesi, milliyetçi-muhafazakar zemin üzerinde bir İslami kimlik inşa etmeye dayanır. Millilik bu ideolojik salınımı içinde, MSP’nin kurucu değeridir: Politik kutuplaşmayı milli-taklitçi (gayri milli) ekseninde kurar. Nitekim hareketin jenerik adı Milli Görüş olacaktır.” (Tanıl Bora, Cereyanlar)
Milli Görüş hareketinde vurgulanması gereken nokta, bu milliliğin yer yer yabancı düşmanlığına kayacak bir dili de açığa çıkarmış olmasıdır. Haçlı zihniyeti tabirinin sık sık kullanılması, bütün yabancıları pusuda bekleyen ve kendilerine komplo kuran haçlılar olarak ilan etmesi, antisemitizm üzerinden yine Yahudilik karşıtı böyle bir dilin kurulması vs. siyaseten şizofrenik bir akıl tutulmasını açığa çıkarmıştır.
Milli Görüş Hareketi bu tutumuyla kendi tabanını konsolide etmekte, daha bir sıkılaştırmaktaydı. Bu seslenişi tekrar ifade etmek gerekirse popülist ve ırkçılığa kayan bir dil ile yapmaktaydı.
Türkiye’de popülizm burjuva siyasetçilerinin vazgeçemediği, kendi tabanlarına veya nüfuz etmek istedikleri toplumsal kesimlere hitap ederken soyut gerçekler üzerinden hareket ederek kurguladıkları bir siyaset yapma biçimi olarak gelişti. Bu yönelim bugüne kadar toplumsal dokuya büyük zararlar vermiştir, halkın, geniş toplumsal kesimlerin kendi tarihsel ve sınıfsal talepleri etrafında örgütlenmelerini bulanıklaştırarak, bu durumun açığa çıkmasını engellemiştir. Milli Görüş Hareketi ve onun lideri Necmettin Erbakan da ülkede esen bu furyadan geri kalmamıştır.
Milli Görüş Hareketi ve bu ideolojinin partileşmiş hali olan Milli Selamet Partisi de (MSP) tıpkı Milli Nizam Partisi (MNP) gibi kapatılacaktır. Yalnız şunun altını çizmek gerekir ki, 1980’lere gelirken artık 1979 İran Devrimi’nin etkisiyle İslami hareketler içinde bulundukları ülkelerde iktidara yaklaşmanın ve onu ele geçirmenin öz güvenine daha fazla sahip olup, giderek radikalleşeceklerdir. Özellikle İslami gençlik bu radikalleşmeye daha açık bir unsur olarak tavana baskı yapacak, ılımlı politikalar bu kesimi artık kesmeyecektir.
12 Eylül’e yaklaşılırken Milli Görüş içinden hem antikomünist hem de özellikle Kemalizm’le ters düşen pratikler artar. Erbakan 70’lerin ikinci yarısında Milliyetçi Cephe hükümetlerinin küçük ama sahada aktif bir parçası olur. Egemen sınıflar için onların İslami radikalizmi darbenin siyasi gerekçelerinden biri olur. Şöyle ki; “Bazı Anıtkabir törenlerine ve 1980 23 Nisan törenlerine katılmadılar. 6 Eylül 1980’de Konya’da düzenlenen ve takkeli-sarıklı-cübbeli katılımcılarıyla bütün irtica klişelerinin resmi geçidine sahne olan ‘’Kudüs’ü kurtarma ve gençlik mitingi’’, 12 Eylül askeri darbesinin skandalize ettiği meşruiyet gerekçelerinden birini oluşturacaktı.” (Tanıl Bora, Cereyanlar)
Türkiye’de sosyalist harekete karşı egemenler tarafından el atında tutulan, ABD’nin yeşil kuşak projesinin bir parçası olan İslami hareketler ve onun bu topraklarda ki en önemli temsilcilerinden Milli Görüşçüler, artık tutulan elden kaymaya, İran Devrimi’nin de etkisiyle kontrolsüz bir güç olmaya başlayınca, Milli Selamet Partisi hakkında hüküm verilecek ve bu partide kapatılacaktır.
12 Eylül sonrası Siyasal İslam
Çok kutuplu dünyada her ne kadar Türkiye’de 12 Eylül Darbesi sonrası sol, sosyalist hareket, sendikal hareket bastırılarak egemen sınıflar kendisini daha güvence altına alsa da 80’lerin sonunda siyaset kurumunun denetimi sivillere kontrollü bir şekilde devredilmekteydi.
Parlamento üstü kurumlar vs. hepsi kendi varlıklarını, asker doğrudan direksiyonda olmasa da sürdürmekteydi. 12 Eylül’den sonra MSP’nin de üyeleri-kurmay heyetinin çoğu tutuklanarak, parti kapatılmıştı. Siyasi yasakların kalkmasının ardından bu partinin yerine Refah Partisi kuruldu.
Milli Görüş mirasını sürdüren Refah Partisi (RP) 1984 yerel seçimlerinde %4,4 olan oyunu 1987 genel seçimlerinde % 7,1’e yükselterek 1977’deki gücüne yaklaştı, 1989 yerel seçimlerinde 9,8’e ulaşarak %10 barajını aşmak üzere olduğunu gösterdi. RP’nin yükselişindeki temel etken 12 Eylül sürecinde İslamcılara verilen destek ve radikalleşme oldu.
1990’lar ile birlikte uluslararası diplomaside Soğuk Savaş olgusunun ABD lehine değişecek bir şekilde sonuçlanması, Türkiye’de İslamcı hareketlerin özellikle egemenler katında değersizleşmesine, önemsizleşmesine neden oldu. Milli Görüş hareketi 1990’lar ile birlikte radikal bir iktidar programı ile ortaya çıkarken, İslami cemaat ve kuruluşlar ile daha yakın ilişkiler kurarak bu şekilde toplumun önemli bir kesimi üzerinde etkili olan bu unsurları da yanına alarak toplumsal tabanını daha da genişletmek istedi.
Milli Görüş hareketi 12 Eylül’den sonra toplumsal tabanını sadece yukarıda saydığım bu unsurlarla genişletmek istemedi, ayrıca, İslamcı olmayan kesimlere de hitap ederek bunlardan da destek bulmaya çalıştı. Adil Düzen sloganı etrafında daha önce solun etkisinde olan kent yoksulları büyük bir hızla Milli Görüş’ün çekim alanına girdi.
Burada şuna bakmak gerekir: Refah Partisi’ne cephe alınmasının asıl nedeni, tabi birçok neden var, ama en önemlisi ortaya koyduğu siyasal programdır. Arkasına aldığı toplumsal sınıflar, kesimler ve onların programını uygulamak istemesi sonunu başlatan en önemli nedenlerden biridir. Peki yerleşik ve egemen burjuvaziyi, sermaye çevrelerini rahatsız eden bu toplumsal kesimler ve sınıflar kim?
Refah Partisi ( Milli Görüş Hareketi) küçük esnaf-tüccar-dindar yoksullara daha çok hitap ediyordu. MNP’den RP’ye kısaca özetlemek gerekirse bu gelenek küçük sermayenin sözcülüğünü üstlendi. Büyük tekellere biz esnafı ezdirmeyeceğiz temel sloganlarından biriydi.
Öte taraftan 12 Eylül darbesinden sonra, sosyal devlet olgusundan kalan artıklar neoliberal bir saldırganlıkla hızla ortadan kaldırılırken, yoksul emekçilerin haklarına büyük saldırılar gerçekleştirilmişti. Geçmişte sol-sosyalist hareketlerin kapsadığı bu alan 12 Eylül’ün ardından hızla İslami yardım kuruluşları ve cemaatler ile doldurulmuştu. Toplum örgütsüzleştirilip, etkisiz hale getirilince ve darbeden sonra neoliberal politikaların uygulanması için daha geniş bir alan ortaya çıkınca İslami kuruluşlar-cemaatler geçim sıkıntısı çeken yoksul yerleşim yerlerine daha rahat nüfuz ederek, sosyal devletin boşalttığı bu alanı doldurmaya başladılar. İktisadi anlamda küçük sermeyenin sözcülüğünü yaparken RP, kendi toplumsal tabanını ise ağırlıklı olarak gecekondu semtlerinden, kentlerin varoşlarından elde etmeye başladı. Bunun sonucu olarak 1994 yerel seçimlerinde oyunu %19’a çıkaran RP, 1995 genel seçimlerinde de %21,4 ile birinci parti oldu.
Ülke siyaseti Refah Partisi’nin iktidar olmasından sonra bilinçli bir kutuplaşma eksenine sokulurken, laik-anti laik cepheleşme toplumsal muhalefeti de etkisi altına alacaktı. Sermaye ve medya bu kutuplaşmada önemli yerler işgal ederek, yaşam tarzlarına en büyük tehdit olarak RP’yi gösterecektir. Artık birinci sıradaki tehdit ne ‘’bölücülük’’ ne ‘’sosyalist’’ harekettir. Burada tehdit “irtica” olarak resmedilecektir.
Dolayısıyla RP’nin ordu-medya-üniversiteler ve bunların hepsinin tepesinde yer alan askeri otoriteler ile arasındaki gerilim, 28 Şubat 1997 MGK kararlarıyla iktidardan indirilmesi ile sonuçlanacaktır. 28 Şubat ile birlikte ordu egemen sınıf içinde konumunu pekiştirirken, Milli Görüşçüler kendi içinde bölünme yaşayacak ve giderek siyaseten kan kaybedeceklerdir. Bugün Saadet Partisi çizgisinde temsil edilen bu hareket, eski gücünü tekrardan toparlama gücüne erişme çabası içerisine girmeye çalışsa da eski parlak günlerinin çok gerisinde.
Ancak RP’nin kapatılarak marjinalleşmesinden daha önemli olan sonuç ise bu hareketin içerisinde Batı ile uyumlu, neoliberal programa sadık, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki emperyal politikalarında rol almak için can atan AKP iktidarının doğmasıdır. Bu süreçte Gülen Cemaati ile de kol kola giren AKP’nin aradan geçen yirmi yıla yakın sürede Türkiye toplumunda ne derin yaralar açtığını tekrar hatırlatmaya gerek yok.
Kısacası 28 Şubat müdahalesini TÜSİAD merkezli büyük sermayenin de desteğiyle gerçekleştiren askeri ve sivil bürokrasi, İslamcı hareketi ehlileştirerek içerisinden neoliberal programa sadık bir siyasal unsurun doğmasına ön ayak olmuş ve devlet katındaki ayrıcalıklarını koruma altına almıştır. Ta ki Erdoğan-Gülen ittifakı 2007 yılından başlayarak bu ayrıcalıklı konumlarını tasfiye edene kadar. O güne değin devlet yönetiminde asli oyunculardan biri olan askeri sivil bürokrasinin elindeki iktidar olanakları bugün aynı baskıcı karakteriyle Erdoğan’ın elinde kalmıştır.
Halkın, ezilen emekçi sınıfların irade koymadıkları yerde, askeri ve sivil bürokrasi, büyük sermaye ile birlikte bu iradeyi koyarak, ‘’halka rağmen’’,’’ halk adına’’ hareket edip, toplumsal dokunun ileriye doğru atılım yapmasını engellemiştir.