Mehmet UĞUR* yazdı – “Barış için Akademisyenler” bildirisi beni iki sonuca ulaştırdı. Birincisi, yüksek öğrenimde devlet fetişizmi ciddi bir tehlikedir, ama devletin aklı hep kısa kalır. İkincisi, yüksek öğrenimde araştırma ve eğitim kalitesiyle devletin sistemi hapsetmeye çalıştığı cendereye karşı direniş arasında doğru bir ilişki vardır.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve hocaları bir ayı aşkın bir suredir kayyum rektöre karşı direniyor. AKP rejimi direnen insanları terörist, sapkın ilan edip şeytanileştiriyor; rejimin tetikçileri de bu suçlamaları hem kutsuyor hem de yaygınlaştırıyor. Buna karşın, linç kampanyasına karşı çıkan, Boğaziçi öğrencilerini ve akademisyenlerini destekleyen geniş bir toplum kesimi de var. Rejimin bu dayanışmadan korktuğuna dair göstergeler de var.
Rejimi tedirgin eden direnişin ve gördüğü toplumsal desteğin sonuçlarını kestirmek için vakit erken. Ama yüksek öğrenim sistemindeki direnişin tarihine, güncel ve geçmiş direnişler arasındaki ilişkiye ve Boğaziçi bileşenlerinin karşı çıkışının neden kaçınılmaz ve onurlu bir tutum olduğuna dair söylenecek çok şey var. Buradan baktığımızda, hem Türkiye’deki devlet fetişizminin yüksek öğrenim sistemini nereye getirdiğini görebilir, hem de bu fetişizmi devlet ve mob şiddeti temelinde devam ettirmeye azmetmiş otokratik rejimden silkinmenin neden elzem olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Türk devletinin yüksek öğrenime biçtiği rol
Meşruiyet sorunu olan tüm baskıcı rejimler gibi, Türk devletinin temel kaygılarından birisi yüksek öğrenim sisteminin demokrasi, özgürlük ve adalet değerlerinin tartışıldığı bir kamu alanı olması ihtimalidir. Tabi ki bu değerlerin tartışıldığı ve insanların pratiklerini ilham ettiği tek kamu alanı yüksek öğrenim değildir. Bu alan, dernekler, meslek örgütleri, siyasi partiler, sendikalar, sokaklar, kentsel mekanlarla birlikte vardır. Türk devletinin bu alanları da kendi suretinde dizayn etme çabası bu yüzdendir. Ama bu yazıda konu yüksek öğrenimle sınırlıdır.
Yüksek öğrenim alanını özgül kılan yön, sistemin mezun ettiği öğrencilerin sosyal mobilitesinin göreli olarak daha yüksek, dolayısıyla karar verme hiyerarşisinde daha etkin olması ihtimali. Diğer bir neden, hem kalifiye işgücü kaynağı olarak hem de meşruiyet üretme mekanizmalarının etkinliğini arttıracak bilgi girdisi olarak, devletin bu mezunlara ihtiyaç duymasıdır.
Bu nedenle, genel olarak devletlerin özel olarak da Türk devletinin yüksek öğrenim kalitesi için gerekli koşullardan biri olan eleştirel düşünmeye tahammülü yoktur. Bu tahammülsüzlüğün göstergeleri çoktur. Yüksek öğrenim kurumlarının sayısının artmaya başladığı 1950 yılından sonra, eleştirel düşünmeyi savunan akademisyen ve öğrencilerin de sisteme ‘sızmaya’ başladığından şüphelenen devlet, öğretim üyelerine ve öğrencilerine gözdağı verme kampanyalarını sıklaştırmaya başlar. Bu surecin yirminci yüzyıldaki doruk noktası 12 Eylül Darbesi’yle yaşanır.
Darbe rejiminin yürürlüğe soktuğu ve 4’ncü maddesi (hatta ana gövdesi) hala yürürlükte olan Yüksek Öğrenim Kanunu’na göre yüksek öğrenimin amaçları arasında şunlar mevcuttur (Madde 4):
- Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan
- Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan
- Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren
- Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak, refah ve mutluluğunu artırmayı amaçlayan
Bu yasayı kaleme alanların yüksek öğrenime hakim olan devlet fetişizminin ürünü olduklarını belirterek, yukarıdaki amaçların altını doldurmaya çalışalım.
Birinci amaç, Türkiye’de ‘Türk milleti’ dışında başka bir ‘millet’ olmadığını, başka bir etnik, dinsel veya kültürel aidiyet iddiasında bulunan herkesin muhtemel tehdit olarak görülmesini savunan bir nesil yetiştirmeyi öngörmektedir. İkinci amaç ise kendisini Türk olarak tanımlamayanların kendi aidiyetleriyle ‘şeref’ ve ‘mutluluk’ duyma hakkını inkar eden veya bunu fuzuli gören bir nesil yetiştirmeyi öngörmektedir. Üçüncü ve dördüncü amaçlar devlet fetişizmi diye tanımladığım saplantının sonuçlarıdır. Yasa, yüksek öğrenime giren bireyin kendi refahını arttırmasına izin veriyor. Ama bu refahın devlete karşı bir minnet borcuyla, yani Türk Devletinin ‘refah ve mutluluğunu’ arttırmak gibi bir diyetle birlikte geldiğini vurguluyor.
Amaç parametreleri bu şekilde belirlenen Türk yüksek öğrenim sisteminin neden amacına uygun olmayacağını; yani temel dinamikleri kuşku, eleştiri ve sınama olan bilgi üretme fonksiyonunu neden yerine getiremeyeceğini kestirmek mümkündür. Şüphesi olanlar, yasanın geri kalan kısımlarına ve Yüksek Öğrenim Kurulu (YOK) Yasası’na bakabilir. Bu egzersiz, kurulan askeri nizami gözler önüne serecek ve şüpheleri büyük ölçüde giderecektir.
Devlet aklının sınırı ve yüksek öğrenim kalitesi üzerine kişisel gözlemler
Devletin yüksek öğrenimle ilgili yaklaşımını genç yaşımda fark ettim diyebilirim. 1971-72 döneminde mezun olduğum Samandağ Lisesi’nden yüksek öğrenim sınavını kazananların sayısı geçmiş yıllara göre bir patlama yapmıştı. Bunun arka planında iki gerçeğin olduğunu biliyorum. Birincisi, matematik, kimya ve edebiyat dersleri için genç, dinamik ve ilerici öğretmenlerimiz vardı. İkincisi ise, üç yıllık lise döneminde öğretmensizlikten dolayı en az bir yıl boş geçen birçok dersi (Fizik dahil) kendi kendimize öğrenme ve öğrendiklerimizi paylaşma kararı almıştık. Evi uygun (yani ayrı odası) olan arkadaşların evinde toplanıyor ve birbirimize ders anlatıp problem çözüyorduk. Sonuçta sınıfın yarısından çoğu üniversitelere girebildi. Girilen üniversiteler arasında ODTÜ, Hacettepe ve İTÜ gibi yüksek puan gerektiren üniversiteler de bulunuyordu.
Devletin bize yansıyan yüzünün buna tepkisi ne olmuştu? Sınav sonuçlarının açıklanmasından kısa bir süre sonra, Antakya emniyetinde aktif ve MİT olarak bilinen birimden bir ekip Samandağ Lisesi’ne baskın yaptı. Dönemin müdürünü sorguladı ve sorguda şöyle bir itham yöneltti: Siz sınav sorularını çaldınız ve bu fellah (Arap Alevi’leri için kullanılan aşağılayıcı bir terim) uşaklarına verdiniz. Biz bunu saptamış bulunuyoruz. Bunu nasıl yaptınız anlatın, yoksa … Tabi umduklarını alamadılar ve biz devletin kafasında var olan bir sınırı delmiş olduk. Ama sorguda tehdit edilen müdür ailesiyle birlikte sevdiği Samandağ Lisesi’nden ayrılmak zorunda kaldı.
Devletin yüksek öğrenim için çizdiği sınırların delinmesi gerektiğini öğrencilik yıllarımda da gördüm. ODTÜ’de olduğum dönemde bugünkü Boğaziçi senaryosuna benzer bir devlet senaryosu vardı. Milliyetçi Cephe Hükümeti 31 Mart 1975’te kurulur kurulmaz, ODTÜ’yü ‘solcu yuvası’ olmaktan kurtaracak girişimler başlattı. Mütevelli heyetine hükûmet yanlısı atamalar yapıldı ve Jandarma’nın ODTÜ’deki varlığı arttırıldı. Artan jandarma baskısını protesto etmek için, öğrenciler Mayıs 1975’te süresiz boykot ilan etti. Talepleri, üniversitenin açık hapishane olmaktan çıkarılmasını, öğrencilere verilen disiplin cezalarının siyasi baskı aracı olarak kullanılmasına son verilmesini ve yönetimin seçilen öğrenci temsilcileri ile görüşmesini içeriyordu. Bugünkü Boğaziçi örneğinde olduğu gibi, hükûmet, rektörlük ve mütevelli heyeti bu talepleri “provokasyon”, talep sahiplerini de “kışkırtıcı etmenler” olarak niteledi. Altı ay süren boykot, öğrenci taleplerinin kabul edilmesiyle sonuçlandı ve Öğrenci Temsilciliği Konseyi (OTK) resmen tanındı. Bu başarının nedenlerinden biri öğrencilerin dayanışması ise, diğeri öğrenci ailelerinin baştan beri sürece dahil olması ve öğrencileri desteklemesiydi.
Geri adım atan devletin geri gelmesi uzun sürmedi. Mütevelli heyetinde yeni değişiklikler yapıldı ve Aydınlar Ocağı yönetim kurulu üyesi olan ve MHP’ye yakınlığıyla bilinen Hasan Tan 13 Şubat 1977’de ODTÜ Rektörlüğü görevine getirildi. Hasan Tan’ın bilinen diğer meziyeti de İstanbul’da gerçekleşen bir psikiyatri kongresinde psikolojinin işkence aracı olarak kullanılmaması gerektiği kararına imza atmayan üç kişiden biri olmasıydı. Öğrenciler tekrar boykot ilan etti. Ardından, 636 öğretim üyesi Hasan Tan’ın rektörlüğüne karşı olduklarını ilan etti, dekanlar ve bölüm başkanları istifa etti. Direnişi kırmak için, Hasan Tan çok sayıda MHP militanını işçi statüsüyle istihdam etti ve silahlı olan bu militanları öğrencilerin ve akademik personelin üstüne sürdü. Biri isçi ikisi öğrenci üç ODTÜ’lü bu saldırılar sonucu öldürüldü. Rektörlük binasından öğrenciler üzerine atılan bir bomba nedeniyle de 52 öğrenci yaralandı. Ama devletin çizmek istediği sınırlar tekrar delindi. Dokuz ay sonra Hasan Tan istifa etti; onun ODTÜ’ye paraşütlediği MHP’liler işten atıldı. Evet, sınırlar delinmek için vardı
Barış için Akademisyenler bildirisini imzaladıkları için 2016’dan beri linç edilen meslektaşlarıma destek kampanyası süresince hep aklıma gelen bu deneyler beni iki sonuca götürdü. Birincisi, yüksek öğrenimde devlet fetişizmi ciddi bir tehlikedir, ama devletin aklı hep kısa kalır. Hele yüksek öğrenim gibi dinamik bir alanı dizayn etmeye kalkıştığında. İkincisi, yüksek öğrenimde araştırma ve eğitim kalitesiyle devletin sistemi hapsetmeye çalıştığı cendereye karşı direniş arasında doğru bir ilişki vardır. Diğer bir deyişle, devletçi cendereye karşı çıkışın yüksek olduğu üniversiteler aynı zamanda araştırma ve eğitim kalitesinin yüksek olduğu yerlerdir. Buradaki ilişki iki yönlüdür. Türkiye’deki üniversitelerin tarihi bunun örnekleriyle doludur.
AKP’li devlet aklının yüksek öğrenime zararı üzerine dışsal veriler
Devlet aklının cenderesi ve maliyeti AKP rejimi döneminde daha çok dayanılmaz bir hal almıştır. Bunun genel nedeni AKP rejiminin kurduğu ve biat karşılığında rant veya statü bahşetmeye dayalı rıza üretme sistemdir. Bu sistem hem biat edenle etmeyeni ayırt etmek hem de biat edenler arasında rant/statü ödülü derecelendirmesi yapmak yüksek düzeyde keyfilik gerektiriyor. Keyfilik de hem kurumsal tahribata yol açıyor hem de uzun vadeli etkinliğin düşmesine neden oluyor. Bu nedenle, AKP’li devlet aklı hem yüksek öğrenim sisteminde ters teşviklerin artmasına hem de yüksek öğrenim sisteminin performansında belirgin bir gerilemeye neden olmuştur.
Ters teşviklerle ilgili gözlemlerim anekdot düzeyindedir, ama birçok akademisyenin anlattıklarına dayalı olduğu için ciddiye alınması gerekir diye düşünüyorum. Bir kere Türk yüksek öğreniminde muhalif düşünenleri ihbar etme pratiği oldukça yaygındır. Bunun bir nedeni ideolojik ise, diğer nedeni pragmatik çıkardır. Mesleğinde yükselme yollarından birisi, ‘düşman’ olarak görülen muhalifin ihbar edilmesi ve onun boşalttığı pozisyonun doldurulmasıdır. Bu tür pratikler Barış için Akademisyenlere yönelik linç kampanyası sırasında yükselmiştir. Diğer bir ters teşvik, kalite kontrolünün olmadığı veya çok yetersiz olduğu bir ortamda, yayın sayısıyla promosyon arasında ilişki kurulması veya yayın sayısının ek ödemelerle ödüllendirilmesidir. Bu düzenleme düşük kaliteli dergilerde yayın sayısını arttırdığı gibi, kalitesiz dergilerin kalitesinin daha çok düşmesine neden olmuştur.
Diğer bir deyişle, AKP rejiminin getirdiği promosyon sistemi ucuz bilgi arzını arttırmış, ucuz bilginin kaliteli bilgi üretimini gölgelemesine neden olmuştur. Promosyon için kabul edilebilir bazı Türkçe dergilere baktığımda bu durumu açık bir şekilde gözlemledim. Aklımda kalan bir örnek, en az üç regresyon tablosunun yer aldığı bir makalede regresyon katsayılarının altındaki standart sapmaların hepsinin negatif olmasıydı!. Bunun nedeni, regresyon çıktısında parantez içinde verilen ve her zaman pozitif olması gereken standart sapmaların Excel’e taşındığında otomatik olarak negatif sayı olarak kaydedilmesidir. Ne yazarlar ne hakemler ne de dergi editörleri bu bariz hatayı görmemiştir.
Ama bu sinirli gözlemlere bel bağlamak yanlış olur. Scimago adlı bir derecelendirme kuruluşunun Türkiye kaynaklı araştırma makaleleriyle ilgili verileri ucuz bilgi tezini doğrular niteliktedir. Mükemmel olmamakla birlikte, rakipleri kadar güvenilir bulunan ve çok yaygın olarak kullanılan Scimago endeksine göre Türkiye’nin araştırma performansı aşağıdaki tablodaki gibidir.
Son sütunda görülebileceği gibi, Türkiye’nin pozisyonu AKP iktidarının kemale eriştiği 2008’den itibaren sürekli gerilemiştir. En belirgin gerileme, Barış için Akademisyenlerin ihraç edildiği 2016 yılında gerçekleşmiştir. İkinci sütuna baktığımızda da benzer bir durum görüyoruz. Yayın yılı 2020’ye daha çok yaklaştıkça, atıf sayısının düşmesi beklenir. Çünkü makalenin dolaşımda olduğu, dolayısıyla görünür olduğu, süre kısalmaktadır. Ancak AKP döneminden önce ve AKP rejiminin tahribatı yaygınlaşıncaya kadar, yani 1996 – 2004 arasında, makale başına ortalama atıf sayısında artış vardır. AKP rejiminin kemale erdiği dönem bu eğilimin tersine döndüğü donemdir. Eğer böyle olmasaydı, üçüncü sütunda görülen gerileme olmazdı.
Bunu biz görebiliyorsak, gözü keskin, sorgulama refleksi güçlü Boğaziçi akademisyenleri ve öğrencileri neden görmesin? Devlet aklını Boğaziçi’ne giydirmek üzere atanan kayyum rektörün kendi üniversiteleri için ne anlama geldiğini neden görmesinler? Daha da önemlisi, siyasi özgürlükleri, adaleti gün be gün çiğneyen bir rejimin akademik özerkliği ayaklar altına alacağından neden kuşkulanmasınlar? Boğaziçi bileşenleri kendilerinden bekleneni yaptılar. Bununla da kalmadılar: tarihsel ve güncel olarak haklı bir dava için risk alacaklarını gösterdiler. Onlar hem geçmiş direniş örnekleriyle köprü kurdular hem de kolektif toplumsal yarar için yeni direnişlerin gerekli ve haklı olduğunu gösterdiler. Topluma düşen görev, Boğaziçi bileşenlerine destek vermektir.
Sonuç
Yukarıda belirtildiği gibi, Boğaziçi direnişinin nasıl evrileceği ve sonuçlarının ne olacağı konusunda tahmin yapmak için erken. Böyle tahminlerle uğraşmak yanlıştır da. Haklı ve kolektif yarar açısından gerekli olan eylemlerin sonuçları uzun vadede ortaya çıkar, değerlendirilir. Ama AKP rejiminin güvenlik gücü şiddetini, bunun yetmediği yerde paramiliter güçleri ve gerçekleri karartma olanaklarını kullanmadaki pervasızlığına rağmen, kısa vadede bile iyimser olmak için nedenler var. Boğaziçi direnişine yönelik geniş bir yerli ve uluslararası kamuoyu desteği vardır. Bu destek daha da arttırılabilir. Ayrıca, otoriter rejimlerin hamisi Trump’ın yenilgisinden sonra, Türkiye dahil tüm dünyadaki otoriter/otokrat rejimlerin ayaklarının altındaki kum çekilme işaretleri gösteriyor. Boğaziçi direnişinin beklenmedik bir sonucu da olabilir: rejim aktörlerinin yeniden reformcu ve/veya aldatılmış taraf kisvesiyle ortaya çıkmasına set çekmek, bu tür manevraların ölü doğmasına neden olmak. Bunun yolu sivil itirazı sürdürmekten ve toplumun bu itirazı sahiplenmesinden geçer.
(*) Mehmet Uğur: Ekonomi ve Kurumlar Profesörü / Greenwich Üniversitesi / Greenwich Ekonomi-Politik Araştırmaları Merkezi
ODTÜ direnişiyle ilgili kaynaklar:
Bürkev Yalçın, (2016), ODTÜ: Tarih Direniyor, İstanbul: Nota Bene Yayınları.
Çalışkan Nurettin, (2002), ODTÜ Tarihçe: 1956-1980, Çankaya, Ankara: Arayış Yayınları