Dieter Plehwe neo liberal ideolojinin gelişimi ve muhafazakârlık ve klasik liberalizm ile ilişkisi konusundaki düşüncelerini Tom Mills’e aktarıyor.[1]
Mills: Sizin de içinde yer aldığınız bir araştırmaya göre, neo liberalizm bünyesinde, eleştirel yazında varsayılanın çok ötesinde, çok değişik düşünce ve politika önerilerini barındırıyor. O halde neo liberalleri bir araya getiren şey nedir ve neo liberalizmi tutarlı bir düşünce sistematiği olarak ele almak doğru mudur?
Plewhe: Neo liberalizmi devletçilik karşıtlığı olarak tanımlayan eleştirileri önemsedik ve Reagan ve Thatcher Hükümetlerinin uygulamalarına veya Washington Uzlaşması’na karşı çıktık. Aynı zamanda bu eleştirileri bir parça sorunlu görüyoruz, zira her ne kadar neo liberal fikirlerin kamuya açıkça sunulduğu doğru olsa da ve daha ziyade bunlar çeşitli politik mesajlar içerse de, bu açıklamalar gerçekte neo liberal düşüncenin öncülerinin araştırmaları ve yazdıklarıyla sıklıkla çelişiyor. Örneğin neo liberal yazında gerçekte devletin ortadan kaldırılması gibi anarşist libertaryanların düşüncelerine rastlayamazsınız. J. Buchanan’a göre neo liberaller devletin ortadan kaldırılmasından ve pür bir piyasa toplumunun kurulmasından yana değildir. Ona göre önemli olan ne tür bir devlet istediğinizdir. Bu devlet özel mülkiyeti vs koruyan bir devlet olmalıdır. Hatta Virginia Okulu’na mensup olanlar, “Kamusal Tercih Okulu”, teorik olarak devlet ya da “kamu başarısızlıklarını” devleti ortadan kaldırmak için bir gerekçe olarak kullanmazlar, modern devleti anlamada bir anahtar olarak kullanırlar.
Bu nedenle pratikte, devlet müdahalelerine yönelik basit düzeyde saldırıları gözlemlerken, aynı zamanda neo liberallerin yazdıklarında devlet politikaları ve devlet müdahaleciliğinin rasyonalitesini açıklamaya çalışan geniş bir gerekçelendirme yelpazesi ile de karşılaşırsınız.
Dolayısıyla neo liberalizme sadece politik bir hareket olarak değil, aynı zamanda entellektüel bir hikâye olarak daha yakından bakılmalıdır. Bu bağlamda 1947 yılında Friedrich Hayek, Wilhelm Röpke ve diğerlerince (Şikago Okulu dâhil) kurulmuş olan Mont Pelerin Topluluğu’nda göreli olarak büyük bir entelektüel grubuna rastlayabilirsiniz. Bu grubun düzenli olarak yaptıkları toplantılara, bunun katılımcılarına (binlerce) bakıldığında bunların tek bir perspektife indirgenemeyecek çeşitlilikte olduğunu görürsünüz. Ayrıca sadece ekonomistler değil, bu geniş grupta tarihçiler, felsefeciler, siyaset bilimcileri, hukukçular vb mevcuttur. Bu kuşkusuz çok önemli bir güçtür. Neo liberalizmin politik yansımalarını çeşitli disiplinler boyutunda ve çok çeşitli epistomolojik ve felsefi arka plana bağlı olarak enforme edecek insanlara sahipsiniz demektir.
Keza neo liberalizm başlangıcından beri küreseldir ve neo liberaller kültürler arasında köprü oluşturmaya, dünyanın değişik bölgelerinden insanları içermeye ve küresel Güneyi yeniden işin içine dâhil etmeye çalışmaktadırlar. Bu durum da neo liberalizmin, solun tanımladığı gibi, “çöpten bir adam olmaktan daha güçlü bir konumda olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu araştırmada neo liberallerin temel normlar ve ilkesel inançlar geliştirme ve bunları daha da detaylandırma konusunda son derece istekli olduklarını fark ettik. Bu normlar içinde yapılan bilimsel tartışmalar, epistemik toplulukların oluşturulmasında son derece önemli. Peter Haas ve diğer bazıları uluslararası arenalarda etkin politika gruplarının oluşturulmasında temel norm ve ilkelerin önemine vurgu yaparlar. Ancak insanlar genelde bu normların nereden geldiğini açıklamak zahmetine girmezler. Neo liberallerin bu ağlarını irdeleyerek bu neo liberal ilke ve normların ne zaman ve nasıl oluşturulup geliştirildiğini ortaya çıkarabileceğimizi düşünüyoruz.
Neo liberaller, örneğin, totaliter devlet ile liberal düzen arasındaki farkları ortaya koymak ve piyasa için zararlı olmayan ı asgari standartları denemek amacıyla, ilk toplantılarını devletin fonksiyonlarının yeniden tanımlaması konusunda gerçekleştirdiler. Zira bireyselliği, piyasa işlemlerini, mülkiyeti, özgürlükleri vs vurgulayan eski liberal düşünceleri yeniden yapılandırmak gerekliliği kendini dayatmaktaydı.
Muhafazakârlarla güçlü bir fikir birliğine sahip bulunduklarından neo liberaller kendi özgürlük ya da serbesti kavramına zarar verecek nitelikte gördükleri inanç sistemlerine de karşı çıktılar. Onlara göre “Aydınlanma”fikri tarafından tahrik edilen felsefi görecelilik totaliteryan perspektiflerin de ana nedenidir. Dolayısıyla da tıpkı muhafazakârlar gibi kalıcı edebi değerler temelinde kalmak ve belli temel inançların kutsallığı konusunda ısrarcı oldular. Kuşkusuz bu ısrar idealist kavramsallaştırmaya karşı çıkan ve insanlığın şeyleri ve gelişmeleri doğrudan anlayabilme kapasitesine sahip bulunduğu biçimindeki ileri düşünceyi içeren tarihsel maddeci felsefe üzerindeki saldırılarının bir ifadesiydi.
Bu duruş neo liberalizm ve din örtüşmesini de açıklar. Din de felsefi rölativiteye karşı çıkar ve felsefedeki ölümsüz gerçek kavramında ısrarcıdır. Ancak rölativizm karşıtlığı insan haklarının, komünizm ve faşizmden kaynaklanan bir kolektivizm tehdidi olarak algıladıklarını hedefleyerek, mülkiyet haklarının ve dini özgürlüklerin yasak olduğu durumlarda bireyciliğin liberal biçimleriyle uyumluluk içindedir.
Dolayısıyla neo liberallerin normlar seti ve ilkesel inançlar gibi herkesin üzerinde anlaşabileceği ve grubun ortak akıl gibi nitelendirebileceği konuları geliştirmek için çok çalıştıklarına tanık oluyoruz. Bu normlar ve inançlar belli alanlara taşınmakta ve zaman içinde farklı sorulara uygulanmaktadır. Örneğin liberalizm ve din, liberalizm ve kalkınma ve liberalizm ve Avrupa Birliği gibi. Bu durum onların heterojen bir grup yapısı içinde dahi etkin bir biçimde iletişim kurmalarını sağlamıştır.
Bu süreci neo liberal sınırlar içinde çoğulculuğun geliştirilmesi olarak tanımlıyoruz. Bu sınırlar mutlaka çok dar olma durumunda değildir. Keza “kim içerilmiştir, kim içerilmemiştir” mücadelesi de söz konusudur. Örneğin Hayek gibileri, sermayenin çıkarlarına daha bağlı bulunan Anglo Saxon libertaryanlara göre, biraz daha çoğulcudur. Ancak bu yaşayan, devam eden bir tartışmadır ve kimsenin tek başına kimin dâhil kimin hariç olduğuna karar verme yetkisi yoktur, dolayısıyla da kolektif bir süreçten söz edilebilir.
Mills: Muhafazakârlıkla olan bir örtüşmeden söz ettiniz. Neo liberalizmin muhafazakârlık ve klasik liberalizmle ortak noktaları nelerdir ve neo liberal kolektif düşünce içinde gelişen fikir ve normlar daha önceki geleneklerden nasıl ayrışmaktadır? Hayek’in kendisini muhafazakâr olmaktan ziyade liberal olarak tanımladığını biliyoruz.
Plewhe: Hayek kendisini net bir biçimde liberal olarak tanımlar. Meşhur “neden muhafazakâr değilim” başlıklı makalesinde muhafazakârlığın toplum içindeki değişimin ve dönüşümün önünde engel teşkil ettiğini ileri sürer. Temelde kapitalizmin dinamik iktisadi düzeni ile sosyal alanın göreli istikrarı, yani yasal kurum ve kuruluşlar arasında tekrarlanan bir gerilim söz konusudur. Hayek kendisini devamlılık ve istikrar vurgusu yapan muhafazakârlıktan net bir şekilde ayırır ve tarihsel olarak değişimin bir gücü olan liberalizmin taleplerini dile getiren bir perspektifin savunusunu yapar.
Dolayısıyla neo liberaller bir yandan feodalizme karşı kavga veren ve toplumsal dönüşümü yönlendirmeye çalışan klasik liberaller gibi ilerlemenin, gelişmenin bir parçası olmaya çalışırken, diğer yandan da sosyalist dönüşüme karşı dururlar ve muhafazakâr kampın önemli bir unsuru haline gelirler.
Böylece devasa bir tezatlık durumu ortaya çıkar. Neo liberalizm açıkçası yukarıda belirtilen ikili durumu kavramadan anlaşılamaz: Gelişme ve bireysellik vurgusuyla liberalizmle olan bağları ve sosyalizme karşı oluşları anlamında muhafazakârlıkları.
Neo liberaller hep değişik renklerdeki sağ kanat partileriyle (Hıristiyan Sosyal Demokratlar, İngilitere’de sağ kanat Tory’ler ve ABD’de Cumhuriyetçiler) ve hatta sosyal dönüşümleri zora dayalı olarak önlemeyi taahhüt eden askeri diktatörlüklerle dahi yakın ilişki içinde oldular. Teorik olarak basit felsefe anlamında muhafazakârlığın diğer kanadında yer alabilirler, ama politik olarak tüm muhafazakâr yapının en güçlü müttefikleridirler. Sosyalizmin kazanmasını önlemek için ne gerekirse yaparlar, nitekim Hayek’in Şili’de açıkça söylediği şey de “daha iyi bir şey için fedakârlıklar yapmak gereği” olmuştur.
Mills: Bu daha ziyade, sosyalizme ve kolektivizme karşı bir reaksiyon göstermesi anlamında neo liberalizmin muhafazakâr ya da gerici bir ideoloji olduğu anlamına geliyor…
Plewhe: Neo liberalizmin muhafazakâr ve karşı devrimci olduğu savı kesinlikle doğru bir savdır. Ancak bu durum koşullara, yere ve sınıf mücadelesinin durumuna göre şekilleniyor. Örneğin neo liberaller Savaş sonrasında (2. Dünya Savaşı kastediliyor – MD) Almanya ve İsviçre’de olduğu gibi sosyal refah devletinin genişlemesine karşı kendi siperlerini oluşturabilmek amacıyla reformist sendikalarla ittifaka girebildiler. Buna karşılık ABD’de sendikalara karşı sağcı sermaye çevreleriyle güçlü ilişkiler içinde oldular.
Neo liberallerin yaptıkları ittifaklar yerel ve tarihi politik ve kurumsal temellere göre değişmektedir. Şili ve Arjantin’de neo liberalizmi geliştirebilmek için faşist diktatörlerle işbirliği yaptılar, bu nedenle de L. Amerikalılar neo liberalizmi diktatörlüklerle özdeş tutma eğilimindedirler. Ancak tıpkı Friedman gibi Hayek’i sadece Pinochet’in danışmanı olarak görmemek gerekir, o aynı zamanda Thatcher ve Ludwig Erhard’ında danışmanıydı. Şili’deki dosyası Friedman’a hatırlatıldığında şüphesiz Friedman Çin’in Komünist hükümetine de danışmanlık yaptığını söyleyecektir. Yani neo liberalleri tek bir yere ve bağlama indirgememek gerekir, onlar küresel bir ağ oluşturmaktadırlar ve geniş bir insan kitlesiyle iletişim ve işbirliği halindedirler.
Neo liberalizmi açıklayabilmek için onun hem gerici hem de ilerici ikili karakterini anlamak gerekir. 1920’lerde liberalizm ortodoks bir hal almıştı (tıpkı Stalinizmin Sovyetler Birliği’nde düştüğü durum gibi) ve dönemin kapitalizminin derin sorunlarına çözüm getirmez bir konuma gelmişti. Piyasalara müdahale edilmemesi gerektiğini ya da ekonomi politikalarının gereksiz olduğunu savunuyordu. Neo liberaller liberalizmin değişimi yönlendiremeyeceğini kavradılar. Neo liberalizm, liberallerin klasik liberalizmin başarısızlıklarıyla yüz yüze gelmeye başladıkları 1930’lu yıllarda belirdi. Bu dönemde ortodoks olmayan bir biçimde sosyal değişimi yönlendirebilmenin yollarını aramaya başladılar. İşte bu nedenle neo liberalizm sadece sosyalizmi önlemek anlamında gerici değil, aynı zamanda sosyal değişime yön vermek anlamında içinde ilerici unsurları barındırması bağlamında stratejik bir işleve sahiptir.
Mills: Yani neo liberalizm inisiyatifi ele almak mı istedi?
Plewhe: Kesinlikle evet.
Mills: O halde neo liberalizmi klasik liberalizmden farklılaştıran, yeni olan şeyler neler?
Plewhe: Bu soru önemli. Bugünlerde pek çok insan liberalizmin kesintisiz devam ettiğini, neo liberalizm diye bir şeyin mevcut olmadığını zira mevcut durumun temel bir klasik liberalizm durumu olduğunu ileri sürüyor. Bunu söyleyenler aslında 1930 ve 1940’larda yazılmış dokümanları okumamışlar. Yani neo liberalizmin doğduğu döneme yakından bakmak gerekir.
Neo liberalizm ilk olarak 1930’larda bir grup Fransız neo liberal tarafından Colloque Walter Lippmann adlı bir konferansta tasarlandı. Bu grup Friedrich Hayek ve Ludwig von Mises dâhil olmak üzere sonradan Mont Pelerin Topluluğu’nun önemli isimleri olan birçok insanı bu konferanssa davet etti. 1938’deki bu toplantıda Büyük Depresyon’u ve ardından gelen kolektivizmi önleme konusunda yetersizliği iyice açığa çıkan liberalizm eleştirildi. Klasik liberalizmin bir çözüm oluşturmadığını gördüler ve bunu açıkça ve güçlü bir biçimde ilan ettiler. Kayıtlara bakıldığında bu toplantıda sadece Marksistlerin değil liberal öncülerin de kıyasıya eleştirildiği görülür. Klasik liberalizmin kapitalizmi kavrayışındaki saçmalıkları anladılar ve devlet ve ekonominin iki farklı bir dünya gibi ele alınışının yanlışlarını gördüler.
Kapitalizmi korumak konusundaki gerekli yanıtlara sahip olmadıklarını kavradıklarından kendilerini yeni yönelimleri araştırmaya vakfettiler. Bu yeni yönelimi aralarında “sosyal liberalizm” olarak da adlandıranlar olsa da, daha sonra bunu neo liberalizm olarak adlandırmayı uygun buldular. Keynesyenlerle kıyaslanamazlarsa da 1930’lardaki neo liberaller refah devleti dönemindekilere nazaran daha soldaydılar.
Mills: Bu rasyonalitenin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Plewhe: 1930’ların büyük sorunlarından biri toplumsal sorunlardı. Kapitalizm ölümcül bir tehlikeyle karşı karşıya idi, çünkü iş imkanı ve işçi sınıfını sınıfı sisteme entegre edebilecek araçlar sunamıyordu. Bu nedenle de projesi kapitalizmi korumak olan neo liberalizm sosyal kriz zamanlarında sosyal politikacı olmak durumundaydı. Refah ve zenginlik dönemlerinde refah devleti insanları çalışmaktan alıkoyan bir lüks olarak görülüyordu. Bugün ise küresel finansal kriz sonrasında neo liberaller yeniden devlet müdahaleciliğini savunmaya başladılar ve kriz mağdurlarının acılarına sempati göstermeye başladılar. Bu durum neo liberal girişimin büyük rasyonalitesini tam olarak anlayamayan insanların kafasını karıştırıyor.
Mills: Neo liberalizmin teorisi ile pratiği birbirine ne kadar yakın duruyor?
Plewhe: Bu soru çok önemli bir soru. Entelektüel alan ile politik alan arasındaki ilişki her zaman karmaşık olmuştur. Entellektüel gelişmeleri reel dünyanın ekonomik ve politik gelişmelerinin önemsiz yansımaları olarak ilan edebilirsiniz. Ya da, diğer yandan, politik gerçekliğin entelektüel çalışmaya bağlı olduğunu ileri sürebilirsiniz. Bunlar net idealist ve vulgar materyalist yaklaşımlardır. Bunların hiç biri, entelektüel alanı maddi dünyanın bir unsuru olarak anlamamızı salık veren Marksist ya da Gramşici düşünceler değildir. Feuerbach’ın aksine, Marx için madde sosyal biçim demektir ve fiziki varlığa indirgenemez. Entelektüel gelişmeleri ve maddi gelişmeleri sadece yan yana sıralayarak yorumlamak, temelde materyalizmi yanlış yorumlamak anlamına gelir.
Toplumun yapısal dönüşümünü anlayabilmek için farklı düzeylerdeki uyum ve gerilim dâhil teorik, politik tüm entelektüel gelişmeleri irdelemek gerekir. Bu noktada David Harvey’in neo liberalizm tanımlamasından farklılaşıyoruz. Ona göre neo liberalizm, zorunlu olarak, çok az entelektüel gayret ve gerilimin içerildiği bir süreçte, toplumun kurumsal ve yapısal dönüşümüdür. Bizce dünya görüşü olarak neo liberalizm tek yönlü tek kimlikli bir biçimde ele alınırsa ciddi anlamda hafife alınmış olur.
Gramşi’nin entellektüel dünyayı maddi yapının anahtar unsuru olarak vurgulamasını çok önemsiyoruz. Bir yazarın tek bir kitabı ile sınırlı kalmaktansa örgütlerin, insanların ve fikirlerin entelektüel ağlarını bir bütün olarak incelemek daha doğrudur.
Öyleyse entelektüel dünya ne idealist anlamda büyük bir aralıkta ele alınmalı (örneğin fikirler tarihi, bilgi sosyolojisi ya da kelimelere indirgenmiş ideolojik eleştiriler gibi), ne de bir temel tarafından belirlenen bir üst yapı olarak basitçe ele alınmalıdır. Gerçekte biz Mont Pelerin Topluluğu’nun çalışmalarını İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra siyasetin somut dünyası ve entelektüel dünyanın meslekler, uluslar ve disiplinler üstü birbirine karışımının daha büyük bir ele alınışı, anlaşılmasına katkı olarak görüyoruz.
Grup olarak neo liberaller politik alanda entelektüel alandakinden daha az etkilidirler. İngiltere’de örneğin Ekonomik İşler Enstitüsü ilk Thatcher Hükümetinde ve özelleştirme felsefesinin yükselmesinde çok etkili oldu. Ancak Thatcher neo liberalleri hayal kırıklığına uğrattı ve bürokrasiyi dağıtmadı ve Ulusal Sağlık Sistemi’ne (NHS) saldırmadı. Yani politik dünya her zaman entelektüel danışmanlarının ayak izinden yürümüyor.
Mills: Evet, Thatcher’in danışmanlarından birisi olan Alfred Sherman büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.
Plewhe: Özetle, farklılıklar oluşuyor. Entelektüel alanda açıklık, ahenk ve uzun vadeli bir vizyon yaratabilirsiniz ama pratik politik düşüncede sadece entelektüel liderliğe değil, sınıf mücadelesine ve toplumsal güçler ilişkisine yanıt vermek durumundasınız.
Aynı zamanda –ki bu kültürel entelektüel liderlik ile pragmatik siyaset arasındaki gerilimden daha önemli olabilir- neo liberal vizyonun bir kısmını radikal neo liberaller olarak, pratikte ise bir çeşit pragmatik neo liberalizm olarak görebiliriz. Bu noktada soldaki devrimci ve reformist perspektifle analoji yapılabilir. Reformistleri yolda tutabilmek için devrimci bir perspektife ihtiyaç duyacağımız açıktır. Sağda da durum farklı değildir. Bireyci toplumun asla ulaşılamayacak bir mesajı olan anti ütopik mesaja sahip olma istisnası dışında, onlar da devrimci vizyonlarıyla gurur duyuyorlar.
Neo liberalizmin önemli bir diğer yönü, ABD’de Cumhuriyetçiler’in seçim kampanyalarında olduğu gibi neo liberallerin dinci sağ ile çok sıkı ittifaklar kurmasıdır. Bu neo liberalizmin entelektüel çoğulcu ağıyla aynı şey değil, doğrudan politik bir ittifaktır.
Neo liberallerin pek çoğu kürtaj ve gay hakları konusunda olduğu gibi genelde onlarla anlaşamasalar da ve ekonomi politikalarına ilişkin fikirleri uyuşmasa da, dinci sağ ile köprü kurarlar. Reagan ve G.W. Bush’un başarılarının sırrı aslında neo liberal kamp ile ve dinci sağ kamp ile çok güçlü ittifaklar kurabilmeleridir. Philadelphia Topluluğu gibi örgütler bunun mimarları oldular. Bu bir çeşit Mont Pelerin Topluluğu’dur ama asıl çaba dinci sağı entegre etmeye harcandı. Ancak ABD’ de son yıllarda bu ittifak çatırdamış gözüküyor. Dinci sağ, askeri-sanayi kompleksi ve libertaryan sağı aynı potaya sokmak zorlaştı (özellikle Bush’un dış politikası ve yabancı müdahaleler konusunda uzlaşmazlıklar oluştu).
Mills: Tamam. Neo liberal fikirlerin geliminin kaynağına geri dönmek istiyorum. Oldukça marjinal bir dizi fikir olarak başlayan ve sonradan başat hale gelen neo liberalizmin bu denli hızlı büyümesinin nedenleri nelerdir, sorusu önem kazanıyor. Keza materyalizm ve idealizm ile ilgili yorumlarınızdan da hareketle büyük sermayenin neo liberalizmin gelişimi konusundaki rolü ne idi?
Plewhe: Başlangıcından bu güne 80 yıllık bir süreden söz ediyoruz. Öncelikle tarihte Hıristiyan Demokrat Konrad Adeneur ve Ludwig Erhard gibi Savaş sonrası kurulmuş olan hükümetler neo liberalizmin gücünü hafife aldılar. Erhard, tıpkı Alfred Müller Armack ve diğer bazı yönetimin danışmanları gibi, Mont Pelerin Topluluğu’nun üyesiydi. Almanya’nın bazı akademisyen ve politikacıları bir grup olarak Almanya’nın sosyal piyasa ekonomisini keşfettiler ki – bu neo liberalizmin şaheseriydi. Pek çok insan sosyal piyasa ekonomisinin bir çeşit sosyal demokrat araç olduğunu düşünse de, bu gerçekte, o dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi ve sendikalarınca savunulan sosyalist fikirlere karşı geliştirilmiş bir şeydi. Bu nedenden dolayıdır ki sosyal piyasa ekonomisi Thatcher’in seçim programında yer almış ve Friedman, Pinochet’e Alman türü bir sosyal piyasa modeli önermiştir. Politika Araştırmaları Merkezi de başlangıçta sosyal piyasa ekonomisi konusunda araştırma yapmak için kurulmuştur.
Mills: Bu ilginç, zira yakınlarda bu Merkez’in sosyal piyasa ekonomisi araştırmaları yapmak üzere kurulduğunu okumuştum…
Plewhe: Neo liberal kampta sosyal piyasa ekonomisi ismine sıklıkça referans verildiği görülür, zira bu onların önemli bir silahıdır. Şöyle ki sosyal refah devletine karşı çıkarken çekici bir çözüm olarak sosyal piyasa ekonomisinin yanında yer almış olursunuz.
Almanya’da sosyal piyasa ekonomisi bir tavizdi, ancak bu sosyalist programların yönlendiriciliği altındaki bir taviz değil, neo liberal programların yönlendiriciliği altındaki bir tavizdi. Özellikle Japonya olmak üzere dünyanın bütünüyle kıyaslandığında Almanya’nın durumu nadir görülen bir durumdu. Japonya ile ilgili çok şey bilmiyoruz ama Hirschman’ın yazdıklarına göre Fransa’daki ve diğer yerlerdeki o dönem uygulanan Keynesyenizmle kıyaslandığında Almanya’daki neo liberalizmin gücü askeri işgal durumundan kaynaklanıyordu. ABD, Japonya ve Almanya’da sağ kanat liberal fikirlerin destekçisi oldu ve yerel grupları güçlendirdi.
Ardından Fordizm ve refah devletinin yükselişi geldiğinde neo liberaller krize girdiler. Eğer Mont Pelerin Topluluğu içindeki 1960 sonları ve 1970 başlarındaki tartışmaları okursak, bunun bir kıyamet günü senaryosu olduğunu yani girişimciliğin sonu senaryosu olarak ele alındığını görürüz. Ancak neo liberaller 1970’lerde yeniden, özellikle de Schumpeter’in çalışmalarını okuyup onu yeniden tanımlayınca, canlandılar. Almanların ünlü neo liberal iktisatçısı ve Mont Pelerin Topluluğu’nun başkanı Herbert Giersch, Schumpeter çağını Keynes çağının yerini alan bir çağ olarak açıkladı. Şüphesiz Schumpeter neo liberalizm yanlısı değildi ve Giersch entelektüel bir hileye başvurdu. Schumpeter’in girişimci ve dinamizm kavramını ismen uyarladı ancak bunu Schumpeter’in makroekonomik inovasyon taahhütünden ayırdı. Giersch’in girişimcisi ortalama biriydi. Sorumluluk taşıyan her bireyin girişimci olabileceğini açıklayan von Mises’in yolundan gitti. Bu yolla her bir bağımlı çalışan kolayca kendi işini yapan bir girişimciye dönüşebiliyordu. Hatta bu şekilde işsiz gençleri kendi geleceğinden tam olarak sorumlu, yalnız girişimciler olarak tanımlayabilirsiniz.
Neo liberalizmin hegemonik bir ekip olarak yükselişi sosyal liberalizmin ve Fordizm’in 1970’lerdeki krizleriyle ilgilidir. Refah devletinin açmazları, devlet müdahalelerinin başarısızlıkları, Küresel Güneyde ithal ikameciliğinin başarısızlıkları gibi çok sayıda reel dünyada görülen sosyal liberal dönemin çelişkileri neo liberalizm için yeni manevra alanları açtı. Sosyal liberalizmin krizleri sağ kanat liberallerin yeterince saldırıda bulunmasına imkân tanıdı. Neo liberaller, refah ekonomisinde ele alınmayan, politikacıların öz çıkarlarıyla ilişkili pek çok soruna teorik olarak parmak bastılar.
Marksizm o dönemdeki çelişkileri eleştirse de, daha az etkiliydi. Örneğin Monopol Teorisi’ni ele alalım. Sol, monopolü istikrarlı bir biçim olarak ele alırken neo liberaller monopoller arasındaki dahi dinamik rekabet perspektifini savundular. Dolayısıyla reel dünyada artan uluslararası rekabet yüzünden ulusal monopollerin başarısızlığa uğradığına tanık olduk. Yani bazı yönlerden dinamik rekabet perspektifi, gerçekliğe Marksistlerin sonsuza kadar büyümekte olan monopoller vizyonundan daha yakındı. Bu keza Fordizm’in krizinden ve kapitalizmin ulusal çeşitliliğinin parçalanmasından ve sınıf mücadelesinin yarattığı dinamiklerden ve GATTs vs’nin çeşitli girişimleriyle hızla artan küreselleşmeden kaynaklanıyordu.
Sermaye çevreleri o dönemde sosyal entegrasyona ilişkin taleplerin artması ve işçi sendikalarından gelen baskıların altındaydı. Ancak bu kesimler radikalleştiler ve mevcut ödün politikasından uzaklaşarak neo liberal gruplarla doğal bir ittifak oluşturdular. Genelde sermaye ile çok güçlü bağlara sahip bulunsalar da, Almanya haricinde aslında 1950 ve 60’larda neo liberaller büyük ölçüde sermaye dünyasının dışındaydılar. 1970’lerde ise bu çevreler, neo liberallerin fikirlerini kendileri için çok daha çekici bulmaya başladılar.
Mills: Mevcut kriz neo liberal düşünceyi nasıl etkiledi? Sizce neo liberal ideoloji krizde mi ya da mevcut durum ona zarar verdi mi?
Plewhe: Bir taraftan sermayenin çok kuvvetli desteği nedeniyle bugün tüm dünyada neo liberal kampın dimdik ayakta durmakta olduğuna tanık oluyoruz. Öyle ki 1960’larla kıyaslandığında çok daha fazla sayıda insan neo liberal eğitim temelinde kariyer yapıyor. Bu kesimler Think-tank kuruluşlarına aktarabilecekleri ve neo liberal ruhla insan yetiştirerek bürokrasi ve daha üst düzeylerde kamu görevlileri yetiştirebilecekleri projelere aktarabilecekleri çok daha fazla parasal kaynaklara sahipler. Think-tank kuruluşları dünyanın her yerinde mevcut ve üniversitelerde neo liberallerden geçilmiyor. Bu durum bugünün neo liberal krizini 1970’lerin sosyal liberal krizi ile kıyaslanabilir bir hale getiriyor. Yani hala savunabilecekleri, ellerinde tutabilecekleri çok sayıda pozisyona sahipler.
Dürüst bir neo liberalin, neo liberalizmin yeni versiyonları konusundaki araştırmalar için yeni tartışmaların açılması gerektiğini savunacağını düşünürüm. Sosyal liberaller 1930, 1940 ve 1950’lerde anlamlı olan “piyasa başarısızlıkları teorisi”nden beslenmişlerdi, ama devlet müdahalelerinin çelişkilerine yeterince kafa yormamışlardı. Neo liberaller bunu tersine çevirdiler ve sorun olanın piyasa başarısızlıkları değil, “devlet başarısızlıkları” olduğunu ileri sürdüler. Dolayısıyla da piyasa başarısızlıkları teorisinin yerini devlet başarısızlıkları teorisi aldı ve neo liberal reformlar da buradan yönlendirildi.
Teorik anlamda neo liberallerin ciddi bir sıkıntısı var. 1970 ve 1980’lerin entelektüel yapılarına ve başat teorilerine körü körüne bağlılar. O dönemin entelektüel mirasını aşamazlarsa mevcut krize ilişkin sözleri kalmayacaktır. Kriz sonrasında piyasa başarısızlığı ve neo liberal devlet başarısızlıklarının küresel düzeyde bir sarmal içinde olduğunu görüyoruz. Piyasaların başarısızlığı, de regülasyon vurgusu ve küresel finansal piyasaların ve özel sektörün geliştirdiği yeni araçların gerektiği gibi düzenlenememesinden kaynaklanıyor. Dikkatleri buradan alıp başka bir yöne kaydırabilirsiniz ama hali hazırda gördüğümüz gibi, devlet başarısızlıklarından doğmuş olan piyasa başarısızlıklarının bu bağını ortadan kaldıramazsınız.
Kriz öncesindeki statükoyu savunmaya çalışıyorlar, ancak daha zeki olanları bunun onlara yetmeyeceğinin farkında, çünkü eskiyi savunmak onları kaptan köşkünde tutmaya yetmeyecek. Şu ana kadar başarılı bir şekilde krizin asıl sorumlusu olan finansal aktörlerden sorumluluğu alıp, bunu devletin mali krizi haline dönüştürdüler ve devleti sorumlu gösterdiler. Diğer yandan pek çok ülkede sosyal mücadeleler sürüyor ve gecikmeksizin sosyal bütünleşmenin tekrardan sağlanması gerektiğine vurgu yapılıyor. Nereye doğru gideceğimizi yaşayıp göreceğiz.
[1] Neoliberalism in Theory and Practice, New Left Project, http://brechtforum.org/economywatch/neoliberalism-theory-and-practice, 14.03. 2012 adlı kaynaktan Türkçe’ye Mustafa Durmuş tarafından çevrilmiştir.
[2] Tom Mills serbest araştırmacı-yazar, doktora öğrencisi ve New Left Project’in eş editörü.
[3] Dieter Plehwe Berlin Social Science Research Centre’de araştırmacı ve Philip Mirowski ile birlikte “The Road from Mont Pelerin: The Making of the Neo liberal Thought Collective” adlı kitabın eş editörü.