Hasan KUL yazdı – B.Ü. olayı Ernst Fraenkel’in tanımladığı “İkili Devlet” pratiğini ortaya koymuştur: “Tedbir devleti” B.Ü. öğrencilerini Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yasası’na muhalefet gerekçesiyle gözaltına alırken; “Norm devleti” Beyazıt Meydanı’ndaki şeriatçı grubun aynı yasadaki hakkı kullandığını savunabiliyor.
ABD’de 54 senatör 9 Şubat’ta ABD Başkanı Joe Biden’a gönderdikleri mektupta insan hakları sicilini iyileştirmesi için Türkiye’ye baskı yapmasını istemişti. Senatörler mektupta, “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkesini giderek otoriterleşen bir rotaya soktuğu”nu belirterek, “Erdoğan, sistematik olarak ülkedeki muhalefeti ötekileştirdi, eleştirel medya kuruluşlarını susturdu ya da sistemin bir parçası haline getirdi, bağımsız hakimlerden kurtularak yerlerine partisine yakın isimleri atadı ve birçok gazeteciyi hapse attı” ifadesini kullanmıştı.
Türkiye-ABD Parlamentolar arası Dostluk Grubu Başkanı Mehdi Eker ile AKP, CHP, MHP ve İYİ Parti’den 86 milletvekili ABD’de bir grup senatörün Başkan Joe Biden’a yazdığı Türkiye mektubuna yanıt verdi. Ortak bildiride ABD Senatosu’nun bazı üyelerinin Biden’e 9 Şubat’ta gönderdiği mektup için “Türkiye’ye karşı sergilenen, sonuçsuz kalmaya mahkum beyhude ve müttefiklik zihniyetiyle çelişen hasmane girişimlerin son örneği” ifadesine yer verildi. Bildiride, “İmzacı senatörlerin ülkemizin iç ve dış politikasını hedef alan mesnetsiz ve sorumsuz ithamları, ABD ile stratejik ortaklığımız ve NATO çatısı altındaki müttefikliğimizle hiçbir surette bağdaşmamaktadır” denildi.
İnsan Hakları, ulusal değil evrensel bir konudur. 10 Aralık 1948’de yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Cenevre Sözleşmesi, İnsan Hakları Konusunda Kopenhag kriterleri, kadın kazanımlarını düzenleyen İstanbul Sözleşmesi ulusal değil, tüm imzacı devletleri bağlayan evrensel belgelerdir ve “İnsan Hakları İhlâlleri” konusunda bir devletin uygulamalarına uluslararası kurum, kuruluş ve kişilerden gelen uyarılar, mahkeme kararları ülkenin iç işlerine müdahale olarak değerlendirilemez.
Bir ülke başka bir ülkeye, “şu kişiyi bakan yap, şunu yapma, şu üniversiteye Ahmet’i değil, Mehmet’i rektör yap, haşhaş ekimini yasakla, kamuya ait tüm malvarlıklarını özelleştir” biçiminde talimat türü telkinlerde bulunuyor ve emir veriyorsa bu içişlerine müdahaledir. Aynı kişi ya da kurumlar, “AİHM kararlarını uygula, gazetecileri gazetecilik yaptıkları ve muhalif oldukları için tutuklama, ifade özgürlüğünü engelleme, örgütlenme bir insan hakkıdır yasak koyma, toplantı ve gösteri yapma silâhsız ve saldırısız yapılmak koşuluyla bir ifade özgürlüğüdür engel olma, gözaltına aldığın insanlara işkence yapma, çıplak arama gibi insanlık onuruna aykırı uygulamalar yapma” diyorsa bu insanlık adına yapılmış bir uyarıdır ve asla içişlerine müdahale değildir.
Daha önceki birçok olayda olduğu gibi bu mektup olayında da muhalefet (!) yerli ve milli bir duruş göstermiş ve senatörlerin davranışını içişlerimize müdahale saymış ve iktidar milletvekilleriyle birlikte mektubu kınama yarışına girmiştir. Sayın yerli ve milli muhalefet bu imzanın tercümesini yapalım: “Size göre, ülkede bir otoriterleşme eğilimi yok, muhalefet ötekileştirilmemiş, medya özgürce yazıp çiziyor ve mahkemeler bağımsız, hakimler tarafsız ve adalete uygun olarak karar veriyor.” Sayın Genel Başkanınız salı günkü grup toplantılarında bunların tam tersini savunuyor, hakimlerin siyasal iktidarın memuru haline geldiğini, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı’nı ismen zikrederek “Hukuk Cellâdı” olmakla” suçluyor. Şimdi bize söyleyin de rahatlayalım: Hangisi doğru?
Yukarıdaki eleştiriler ABD’li senatörlerden önce ana muhalefet partisi tarafından kurumsal düzeyde dile getirilmiş, insanlar bu uygulamaya karşı çıkmak için alanlara çağrılmış olsaydı bu konuları konuşmaya gerek kalmazdı. AİHM kararlarının uygulanması konusu, birkaç vicdanlı milletvekili ve yerel yöneticinin dışında ana muhalefet partisinden kurumsal bir talep konusu olmamıştır. Seçilmiş insanların yerine kayyım atanması, seçilmiş milletvekillerinin dokunulmazlıkları hukuksuz bir biçimde kaldırılarak cezaevlerine konulması sayın Enis Berberoğlu dışında gündeme getirilmemiştir. Boğaziçi Üniversitesi akademisyen ve öğrencilerinin 2 Ocak’tan bu yana süren “Özerk, Demokratik Üniversite” mücadelesi karşısında ana muhalefet lideri aynen polisin yaptığı çağrıyı yaparak “Veliler çocuklarını sokaktan çeksinler” telkininde bulunmaktadır.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı da Boğaziçi Üniversitesi olayını “Öğrencilerle polis arasındaki bir zıtlaşma”ya indirgeyerek, kayyım olarak atanan Rektör’ün istifa etmesini rica etmektedir. Bu iki yaklaşım, ana muhalefet partisinin sorunlara ne denli yüzeysel baktığını, ağaca bakmaktan ormanı göremediğini çok güzel göstermektedir. Çünkü, ana muhalefet partisi Genel Başkanı’nın “çocuk” olarak nitelediği gençler, sosyologların, siyaset bilimcilerin Z kuşağı olarak tanımladığı, ülke nüfusunun sekizde birini temsil eden, ülkenin en zeki insanları. Bırakın kendi kararlarını kendilerinin vermesini ülke sorunları konusunda da en yetkin seçimlerde bulunabilecek yeterlikte aydınlardır.
Ana muhalefet partisi liderinin tanımadığı bir başka kitle de bu gençlerin ana babalarıdır. O ana babalar ülkede yaşanan otoriter yönetimin ve onun uygulamalarının farkında olan insanlardır. Siyasal iktidarın uygulamalarını geriletmenin salt sandıkla olmayacağını, demokratik katılımın hayatın her alanında yaşanması gerektiğinin bilincinde olan ana babalardır. Siyasal iktidarın yönetme tarzına muhalefetin sokağın örgütlenmesiyle ete kemiğe bürüneceğini bilen ana babalardır. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın da açmazı buradadır. Sayın Başkan sanıyor ki, B.Ü.’ne atanan kayyım rektör görevinden istifa ederse ve polis de öğrencilere “iyi” davranırsa sorun kendiliğinden çözülecek, “müesses nizam” da zarar görmeden korunmuş olacak.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var. B.Ü. olayı bir turnusol kâğıdı benzeri ülkede Ernst Fraenkel’in[1] tanımladığı “İkili Devlet” pratiğini ortaya koymuştur. Fraenkel’in tanımlamasıyla adını koyalım: Norm devleti ve Tedbir devleti. Akademisyen Serdar Tekin’in örneklediği gibi tedbir devleti B.Ü. öğrencilerine “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yasası’na muhalefet nedeniyle zor kullanıp gözaltına alırken, Norm devleti aynı saatlerde Beyazıt Meydanı’nda B.Ü. öğrencilerini kınayan şeriatçı bir grubun Toplantı Gösteri Yürüyüşü Hakkını kullandığını savunabiliyor.”
Aynı ikili uygulama Covid-19 Pandemisinin ilk günlerinde siyasal iktidarın İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara Belediyeleri’nin yardım toplama ve yardım etme uygulamasını yasaklarken, paralarını bloke ederken Gaziantep Belediyesi’nin aynı nitelikteki eylemlerini onaylaması gibi. Kısacası olay salt B.Ü.’ne kayyım atama, polisle öğrenciler arasında yaşanan bir zıtlaşmadan ibaret olmayıp, varolan otoriter yönetim modelinin anayasa ile taçlandırılmasına kadar uzanan bir projenin başlangıcı olmasıdır.
Özgürlükçü olmak, sadece kendi özgürlüğümüz için mücadele etmek demek değildir. Şayet haksızlığa uğrayan tüm insanların, düşüncelerine katılmadığımız insanların da özgürlüğünü savunuyorsak o zaman “özgürlükçü” sıfatını hak ederiz. Yoksa kendine demokrat olmanın ötesine geçemeyiz.
[1] Alman-Yahudi (1898 – 1975) avukat ve siyaset bilimci. II. Paylaşım Savaşı öncesinde Alman Faşizminin hedefindeki Yahudilerin avukatlığını yaptı. Savaşın ardından Faşist Alman devletini analiz ettiği “İkili Devlet” kitabı yayımlandı. Alman siyaset biliminin kurucularından biri olarak görülüyor.