M. Kemal KAÇAROĞLU yazdı – Proletaryanın kızıl sancağını oligarşinin burçlarına dikinceye kadar özgürlük yürüyüşümüzde bu yoldaşlarımızla hep birlikte yürüyeceğiz. Ve buradan bir kez daha haykırıyoruz: Mahir Çayan’ın dediği gibi, yolumuz bu yolda düşenlerin yoludur.
Üzerinde yaşamakta olduğumuz coğrafya, ezilenlerin mücadelesi açısından işkenceler, baskılar ve katliamlar yanında faili meçhullere de yabancı değildir. Egemen sınıflar yaşanılan siyasi konjoktöre göre iktidarlarını korumak için her türlü şiddet yöntemini hayata geçirmekten kaçınmazlar. Bunda amaç, kitleler üzerinde bir korku ve yıldırma iklimi yararatarak mücadeleyi zaafa uğratmaktır. Faili meçhuller konusunda da, çoğunlukla mesaj verilecek toplumsal kesimler dikkate alınarak sembol isimler hedef seçilir. 1948’lerde Sabahattin Ali , ‘68’ hareketinin isyan rüzgarını durdurmak için Taylan Özgür ve yetmişli yılların ortalarında katledilen Zeki Erginbay’ ı bu isimlerden sayabiliriz. Bunun yanında açık bir bir biçimde aynı amaca dönük faşist saldırılarda katledilen belli toplumsal kesitlerin onlarca temsilcisi vardır. Doksanlı yıllarda siyasi literatürümüze ‘beyaz toroslar’ olarak geçen kontrgerilla çetelerinin kaçırma ve yok etme eylemleri faili meçhuller hareketi olarak nitelendirilebilir! Cumartesi Anneleri hareketi bu faili meçhullerin izini sürmeyi amaçlamıştır. Faşizmin kurumsallaşma çabalarının hız kazandığı günümüzde de aynı yöntemlerin provalarının ileriye dönük olarak pratikte yaşama geçirilmeye başlandığını görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde kaçırılıp işkenceye uğrayan ve sonra kamuoyunun baskısıyla serbest bırakılan Gökhan Güneş olayı buna iyi bir örnektir.
Bu yıl Zeki Erginbay’ın katledilişinin 44. Yılı. Zeki’nin katledilmesi Taylan Özgür’ün 1969’da öldürülmesinden sonra 70’lerin ilk faili meçhul olayıdır. Zeki, faşist hareket ve kontrgerilla işbirliği ile katledildi. Öldürülme nedeni olarak, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) faşist bir öğrencinin öldürülmesinde payı olduğu şeklinde yorumlar yapılmış olsa da, bu izahın tek başına yeterli olmadığı kanaatini yıllardır taşımaktayız.
Zeki, İTÜ bağlamında öğrenci hareketinde etkin bir isimdi. Yetenekleri, politik birikimi ve örgütçülüğü ile İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Teknik Güç Dergisi yazı işleri müdürlüğünü üstlenmişti. İMO’daki nüfuzu üzerinden Tüm Teknik Elemanlar Derneği’nde (TÜTED) önemli görevler sürdürüyordu. TÜTED dolayımı ile de Türkiye Mimar Mühendisler Odalar Birliği (TMMOB) zemininde konumlanmış demokratik kitle örgütleri üzerinde de önemli bir etkiye sahipti. TMMOB’de “mühendislerin sorunları halkın sorunlarından ayrı olarak çözülemez” ilkesi doğrultusunda tüm ezilenlerin mücadelesini sahiplenmekteydi.
Zeki’nin demokratik kitle örgütleri üzerindeki bu etkisinin oligarşi tarafından görülmemesi söz konusu olamazdı.
“Ortanın solu” politikasıyla sosyalist yükselişi engelleme çabaları
12 Mart Darbesi sosyalist harekete ciddi bir darbe indirmiş olsa da, toplumsal muhalefetin önüne geçemedi. Devrimci hareketin gençlik ve işçi sınıfı içerisinde kitleselleşmeye başlamış olması, oligarşinin sınıf mücadelesinin önünü kesmek için farklı yöntemleri sahaya sürmesini beraberinde getirmişti. Bu yöntemlerden birisi, Ecevit’in “ortanın solu” politikasıydı. Ecevit, 12 Mart Darbesi’nin yarattığı tepkileri arkasına alırken; “toprak işleyenin, su kullananın”, “emek en yüce değerdir”, “ne ezilen ne ezen insanca, hakça bir düzen” sloganlarıyla sosyalistlerin yeniden örgütlenmesini ve toplumsal muhalefetin bağımsız bir biçimde gelişmesini engellemek istiyordu.
Sosyalist harekete karşı artan faşist saldırılar
Oligarşinin sınıf mücadelesini bastırmak için başvurduğu diğer yöntem ise, faşist hareketi devrimci hareketin üzerine saldırtmak olmuştur. 1971 öncesinde mitingleri dağıtma, devrimcileri yıldırma, okulları yer yer işgal etme biçiminde olan eylemlilikleri artık iyice profesyonelleşmiş, vurucu timler ile sosyalistlerin üzerine saldırarak, okulları, mahalleleri, fabrikaları, iş yerlerini işgal edip buralarda faşist yapılar oluşturma ve sosyalistlere yaşam alanı bırakmamak biçimini almıştır.
Kontgerilla ve sivil faşist hareket
Oligarşi, ‘60’lı yılların ortalarında ABD emperyalizminin soğuk savaşın bir öğesi olarak komünizme karşı oluşturduğu özel harp örgütlerini (Gladio, Gayrinizami Harp Dairesi) yani kontrgerillanın NATO çerçevesinde ülkede de de geliştirilmesini ve bunun sivil faşist bir hareketle kucaklaşmasını amaçlamıştı.
Erginbay’ın öldürülmesi 12 Eylül Cuntası’na gidişin işaretidir
Bu arada belirtmekte yarar var, 1970’lerde emperyalizmin dünya ölçeğinde ekonomik planda ithal ikameci sistemden monetarizm de denen neoliberal bir sisteme geçişin adımları da atılmaktadır. Bu aynı zamanda çevre ülkelerin de bu sisteme uyarlanması demekti. Türkiye de buna dahildi. Böyle bir politikanın işçi sınıfı ve ezilenlere maliyeti daha fazla yoksulluk demekti. Bu da halkın bunu kolay kabul etmeyeceği ve dolayısıyla isyan edeceği anlamına geliyordu. Ancak cunta koşullarında bu ağır ekonomi modeli uygulanabilirdi. Nitekim de öyle oldu, 12 Eylül Cuntası ile bu gerçekleşmiş oldu.
Zeki Erginbay’ın öldürülmesi ve hemen peşinden 1977 1 Mayıs katliamı göz önüne getirildiğinde cuntanın koşullarının hazırlanması açısından Zeki’nin katledilmesinin nedeni daha iyi anlaşılır hale gelmektedir.
Zeki’yle ilişkilenmemiz ve Kurtuluş’un ortaya çıkışı
Zeki Erginbay ile yollarımız 70’lerde Dev-Genç’ten sonra, İstanbul’da kesişti. Zeki, İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu üyesiydi. Ankara’ya Dev-Genç toplantıları için geldiğinde görüşürdük. Araya 12 Mart mahpusluk yılları girmişti. O İstanbul cezaevlerinde, biz de Ankara Mamak’taydık. O da bizim gibi cepheciydi. Zaten Dev-Genç ve Cephe davasından da yargılandı. Ve bizim gibi, 74 Ecevit affıyla dışarı çıktı.
Zeki 12 Mart sonrası Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile ilişkilenmişti. Aynı zamanda Genç Sosyalistler Birliği (GSB) ile de ilişki sürdürüyordu. Onun bu siyasi konumlanışı esas olarak işçi sınıfının devrimdeki rolünden kaynaklanan bir duruştu. Süreç içinde Kurtuluş ile ilişkilenmesinin temelinde de bu sınıfsal yaklaşım belirleyici olmuştu. Ama bunun yanında o dönem açısından kavrayışımızda monolitik sosyalizm anlayışı etkili olsa da, Kurtuluş’un birlikçi yaklaşımının Zeki’yle yollarımızın birleşmesinde önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum.
Henüz Kurtuluş Dergisi çıkmamıştı. Fakat daha sonra Kurtuluş’u oluşturacak arkadaşlar olarak ‘71 direnişi ile ilgili düşüncelerimizi “Geçmişin Değerlendirilmesi ve Yol Ayrımı” başlığı altında teksir ile basıp illere dağıtmıştık. Bunun yanında yine teksirle “Sosyal Emperyalizm mi, Büyükhan Şovenizmi mi?” ve “Milli Mesele” başlığında iki broşür daha yayınlamıştık.
“Yol Ayrımı” yazısında bilindiği gibi Mahir Çayan’ın “kesintisiz devrim”deki “öncü savaşı” eleştirisinden yola çıkarak işçi sınıfının devrimdeki tarihsel rolü, yani öncülüğü açıkça şöyle belirtiliyordu. “Proletarya partisinin siyasal önderliği altında sıcak mücadele doğru biçimini bulacak ve kitlelerin kavrayışıyla yenilmez bir güç olarak anti oligarşik devrime kadar yenilgilerden geçerek ilerleyecektir. Bu mücadelede işçi ve köylülerin önderi, modern sanayi proletaryası temeli üzerinde yükselecek olan proletarya partisi olacaktır.”
Yine birlik konusunda şöyle diyorduk: “… Mücadelemizin temel şiarı BİRLİK İÇİN MÜCADELE, birlik amacıyla yanlış görüşler ile mücadele olmalıdır, ayrılık yaratabilmek için değil. Elbette bunun yolu da var olan ayrılıklar üzerine toprak atmak suretiyle yapay birlikler oluşturmaktan geçmez.”
Dikkat edilirse, söz konusu edilen birliğin, ideolojik bir birlik olduğuna vurgu yapılmaktadır. Kurtuluş’un “Çıkarken” yazısında da bu belirtilmektedir. Sosyalist hareketin bir ideolojik kargaşa ve curcuna içerisinde bulunduğundan yola çıkılarak şöyle denilmektedir: “Böylesine bir curcuna ortamı birincil görev olarak karşımıza bu hareketin birliği sorununu diker. Bu birlik de ancak ve ancak ideolojik olarak sağlanabilir. İdeolojik mücadele en ağırlıklı olarak kendisini karşımıza dikmektedir.”
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu türden bir birlik anlayışı monolitik sosyalizm kavrayışına yaslansa da o tarihlerde başka sosyalistler ile bir arada olma düşüncesi ve onun için çaba sarf edilmesi düşüncesi oldukça önemliydi.
GSB ile birlik görüşmelerimiz ve Zeki’nin yaklaşımı
Zeki ile yaptığımız bazı istişarelerden sonra aramızda saygı ve güvene dayalı bir ilişki gelişti. O GSB’nin de ikna edilmesi gerektiğine inanıyordu. GSB ağırlıkla genç işçilerin oluşturduğu bir işçi gençlik örgütüydü. Sınıfla ilişkiler bağlamında önem verilmesi gereken bir çevreydi. Şöyle ki; 12 Mart’ın hemen sonrasında, 1976 yılında, Taksim’de izinsiz, fiili olarak gerçekleştirilmiş ilk 1 Mayıs’ta 2500 kişi civarında bir kitleyi yürüttükleri söylenmişti. Ben, İstanbul’da olduğum halde kaçak durumda bulunduğum için katılamamıştım 1 Mayıs’a. Gerek Ankara’dan gelip 1 Mayıs’a katılan Mahir Sayın, gerekse İstanbul’daki arkadaşlardan bu bilgiyi almıştım. Bu çevreyi Cephe davasından yargılanmış Baykal Gürsoy yönlendiriyordu.
Zeki aracılığıyla Baykal ve arkadaşlarıyla birkaç görüşme yaptık diye hatırlıyorum. Bu görüşmelerde Zeki de vardı. Bu görüşmelerden sonra ilişkilerde yol alabilmek için teorik bir tartışma gereği ortaya çıkınca, Mahir Sayın’ın Zeki ile birlikte bu görüşmelere devam etmesini daha uygun gördük. Bu arada 1976 Haziran’ında Kurtuluş Dergisi de yayınlanmaya başlamış ve Türkiye genelinde de etkisi hissedilmeye başlanmıştı. Dergi ile birlikte grubumuz da siyaset sahnesine çıkmış oldu. Ve ismimiz de Kurtuluş Grubu oldu.
Tartışmalar sonunda GSB’liler birkaç gün tavırlarını belirlemek için izin istediler. Bu arada Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile görüştükleri bilgisine Zeki üzerinden sahiptik. Çünkü GSB içinden bazı arkadaşlar da kendilerini TKP’ye daha yakın görüyordu. Zeki, baskın eğilimin bizimle beraber yürüme yönünde olduğu bilgisini vermişti. Bir kaç gün sonra, Baykal Gürsoy ile birlikte GSB’nin hemen hemen tümünün TKP’ye geçtiği bilgisi bize ulaştı. Beklentilerimiz açısından bir şok etkisi yaratmadığını söyleyemem. Burada önemsediğimiz İstanbul gibi bir proletarya kentinde diri ve canlı bir genç işçi kitlesine sahip olmalarıydı. Nitekim TKP’nin sendikalar (DİSK) içinde süreç içerisinde güçlenmesinde GSB’nin payı azımsanamaz.
Zeki Kurtuluş tercihini çok önce yapmıştı. Fakat devrimci kamuoyuna açıklamamıştı. Nedeni de GSB ile yapılan tartışmalarda olumsuz bir etki yapabileceği düşüncesiydi. GSB, TKP’ye geçtiğini ilan edince, Zeki de Kurtuluşçu olduğunu kamuoyuna açıkladı.
Zeki’nin Kurtuluş’un İstanbul örgütlenmesine katkıları
Zeki örgütçü, çalışkan, kararlı, yetenekli ve ideolojik-politik birikime sahip bir yoldaşımızdı. Yukarıda da ifade ettiğim gibi devrimci gençlik hareketindeki gençlik önderliği yanında demokratik kitle örgütleri üzerinde azımsanmayacak bir popülaritesi ve ağırlığı vardı. Sınıfın örgütlenmesine verdiği önem bağlamında sınıfla ilişkiler konusundaki yaklaşımını değerlendirdiğimizde, Zeki tam bir işçi sınıfı devrimcisiydi.
Zeki, Kurtuluş’un olduğu kadar Türkiye Devrimci Hareketi’nin de önemli bir kaybı olmuştur. Yaşamış olsaydı bugün Türkiye Devrimci Hareketi’nin önderlerinden biri olacağını çok rahatlıkla söyleyebilirim.
Zeki’den önce Kurtuluş’un gençlik ilişkileri belli sınırlılıktaydı. Daha çok İstanbul üniversitesi Merkez Bina etrafında şekilleniyordu. Bir de Çiçekçi’de genç ve militan bir kadro vardı. İTÜ’de ilişkilerimiz yok denecek kadar azdı. Zeki ile birlikte İTÜ’de önemli gençlik kadrolarımız olmuştu. Zeki yine Pendik Sapanbağları ve Maltepe’de TİP’ten gelen işçi ilişkilerini de Kurtuluş’la buluşturmuştu. Bu anlatımlardan da çıkarılacağı gibi Zeki’nin Kurtuluş’un İstanbul örgütlenmesinde önemli katkıları olmuştu.
İMO üzerinden TÜTED ve demokratik kitle örgütleri üzerindeki etkisi de dikkate alındığında Zeki istese, o günkü koşullarda tek başına bir grup kuracak potansiyel ilişkilere sahipti. Kişisel egosunu tatmin yoluna gitmeyi hiç düşünmedi. Sıcak yoldaşlık ilişkileri içerisindeki sohbetlerimizde Zeki’yi daha iyi tanıma fırsatı buldum. Devrime her şeyini verecek bir özveri anlayışına sahipti. Ve devrimin oligarşi karşısında işçi sınıfı temeline dayalı ciddi bir politik güçle olacağının bilincindeydi. Bu nedenle sosyalistlerin birliğine özel bir önem veriyordu.
Kurtuluş’un gençlik içindeki yayını olarak düşündüğümüz KURTULUŞ İÇİN İLERİ dergisini Zeki ile birlikte gençlikten bir kısım arkadaş ile tasarlamıştık. Zeki’nin bu yayının çıkarılmasında gerek teknik planda, gerekse politik içeriğinin belirlenmesinde çok özel katkıları olmuştu. O dönemi yaşayan arkadaşların da bildiği gibi, KURTULUŞ İÇİN İLERİ Dergisi İMO’da Teknik güç olanakları ile çıkartılmıştı.
Zeki, GSB ile birlikte davranırken TKP üzerine eleştirileri olan bir yazı taslağı hazırlamış, Mahir Sayın ile birlikte, Zeki’yi bu yazısını biraz değişiklikle Kurtuluş Sosyalist Dergi’de yayınlanmasına ikna etmiştik. Ve nitekim Kurtuluş’un 6. Sayısında bu yazı “’TKP’ ÜZERİNE” başlığı ile yayınlanmıştı.
Zeki Erginbay: “Bugünlerde arkamda birilerinin dolandığını hissediyorum.”
Zeki’nin ölümüne gelince; Zeki Kurtuluş ile irtibatlandığında Kurtuluş’un henüz resmi bir örgütlenmesi yoktu. Gerek Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin çıkarılması, gerekse örgütlenme çalışmaları konusunda 5 kişilik doğal bir önderlik karar veriyordu. Yeni yeni Leninist kolektif bir örgütlenme anlayışının teorik olarak kavranması için kadro eğitimleri yapılıyordu. Benim de içinde bulunduğum gayri resmi İstanbul Komitesi gibi bir şey oluşturmuştuk. İstanbul’da böyle bir süreç başlatmıştık. Zeki de bunun bir parçasıydı. Nişantaşı’nda Doğan Tarkan’ın evinde, İstanbul’un sorunlarını tartıştığımız bir toplantının bitiminden sonra Zeki ile birlikte ayrıldık evden. İMO, Doğan’ın evine yakındı zaten. Ben de başka bir yere geçecektim. Halasgargazi’ye doğru Zeki ile yürürken “Kaçar bugünlerde arkamda birilerinin dolandığını hissediyorum, sanki takip ediliyormuşum gibi bir durum var. Bana bir silah gönderir misin?” dedi. Faşistlerce takip edildiği hissiyatı uyandı bende. Zeki’ye Feriköy Kültür Derneği üzerinden istediği şeyi en kısa sürede göndereceğimi ifade ettim. Zeki’den ayrıldıktan sonra işin önemi itibariyle aynı gün Feriköy’de sorumlu arkadaşa Zeki’ye istediği şeyin gönderilmesi bilgisini ilettim. Ama ne yazık ki, ertesi gün öğlen civarında Zeki’nin kaybolduğu haberi geldi. İlk önce aklımıza kötü bir şey gelmedi ama tedirgin olduk. Günler geçtikçe işin ağırlığını hissetmeye başladık. İstanbul 1. Şube’de olduğu yönünde alınan bilgiler teyit edilemedi. O tarihlerde faşist katillerin karargahı olan Edirnekapı Öğrenci Yurdu’nda sorgulandığına dair kimi ihbarlar alınıp, suç duyurusunda bulunulduysa da bundan sonuç alınamadı. Bütün aramalara rağmen bulunamayan Zeki’nin kaçırılışından 12 gün sonra, 5 Şubat 1977 günü Ömerli Barajı yakınlarında, Şile yolu üzerinde cesedi bulundu. Buradan anlaşılıyor ki, Zeki görüşmemizin ertesi günü yani 23 Ocak 1977 günü, Şişli Osmanbey’de çalıştığı İMO İstanbul Şubesi’nde, Teknik Güç’ün yayınlanacak yeni sayısının sayfa düzenini yaparak çıktıktan sonra güpegündüz kaçırıldı.
Zeki Erginbay’ın cenaze töreni
Cenaze haber aldığımızın ertesi günü Barbaros Parkı karşısındaki Beşiktaş Camii’ne getirildi. O dönemde, İstanbul Tabip Odası Başkanı aynı zamanda Kurtuluşçu olan Şakir Derkut ile birlikte sorumlu bir kaç arkadaşımız cenazeyi incelemeye gittiler. Hatırladığım kadarıyla Zeki’nin vücudunda sigara yanıkları ile oluşmuş işkence izleri ve sol göğsünde bir kurşun yarası tespiti yapılarak zabıt tutuldu.
Zeki’nin işkence ile katledilmesi bizde ve devrimci saflarda büyük bir infial yarattı. Zeki ile yakın arkadaşlığım olduğu için oldukça yoğun bir üzüntü ve duygu yoğunluğu içerisindeydim.
Kurtuluş zeminine ve cenazeye katılmak isteyecek devrimci örgütlere ve gruplara cenaze için Beşiktaş’taki Barbaros Parkı’nda toplanılacağını haber verdik. O konjonktürde cenazeler değişik devrimci örgütlerin kitlesel katılımı ile oluyordu. Barbaros Parkı’nda cenaze için çok büyük bir kitle toplandı. Bizim düşüncemiz cenazenin yürüyerek Kabataş İskelesi’ne getirilmesi ve oradan gemiler ile Üsküdar’a geçilip, uzun bir yürüyüşle Kadıköy’e cenaze elde taşınarak getirilmesi ve Osmanağa Camii’nde kılınacak cenaze namazından sonra yine yürüyerek Bağlarbaşı’na getirilmesi, orada yapılacak törenden yani tüm devrimci grupların konuşmasından sonra şimdiki gömülü olduğu Kısıklı Mezarlığı’na götürülmesi şeklinde planlanmıştı.
Yürüyüş başlamadan önce polis cenazenin yürüyerek Kabataş’a götürülmesine izin vermeyeceğini, cenaze arabasıyla götürülmesini ve yürüyüş kolu oluşturmadan dağınık bir şekilde iskeleye gidilmesi kararını yürüyüşten sorumlu arkadaşlara iletti.
Bunun üzerine gençlikten yöneticilerin de içinde olduğu İstanbul’daki öncü kadrolar ile Barbaros Parkı’nın bir köşesinde bir değerlendirme yaptık. Kurtuluş’un İstanbul’daki gelecek örgütlenmesi açısından içinden geçilmekte olan siyasi konjonktürde yürünmemesinin büyük bir zaaf oluşturacağını arkadaşlara ifade ettim. Onlar da benimle aynı hissiyatta olduklarını ve sonuçları ne olursa olsun yürümek gerektiği şeklinde düşüncelerini söylediler. Bunun üzerine caddede yürüyüş kolları dizildi. Kurtuluşun flaması önde, cenaze arkada, ben de kortejin önünde tek kişi olarak yürüdüm. Benim önde, tek başıma yürümemin nedeni polisle karşılaştığımızda bir provokasyona yol açmadan inisiyatif yüklenme düşüncesinden kaynaklanıyordu. Arkadaşlar da bu düşünceme onay vermişlerdi.
Fakat beklediğimiz olmadı ve polis müdahale etmedi. Cenazeyi Kabataş’a getirdik. Oradan gemilerde marşlarla Üsküdar’a, oradan da yürüyerek Kadıköy’e getirildi. Planlandığı gibi Kadıköy Osmanağa Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra yürüyerek Bağlarbaşı Kavşağı’na varıldı. Orada tören yapıldı. Cenazeye katılan tüm gruplara söz hakkı verildi. O dönem sol içi şiddete ilişkin olaylar yaşansa da böyle bir gelenek sosyalist hareketin geleceği açısından oldukça umut vericiydi. Cenaze Kısıklı’daki şimdiki yattığı yere götürülerek gömüldü.
Zeki’nin cenazesinde Kurtuluş pankartı arkasında ikibinbeşyüz kişi civarında bir kitle yürümüştü. Bu kitlenin önemli bir kesimi Kurtuluş aidiyeti üzerinden yürümemişti. Daha bir kaç ay önce yaptığımız İstanbul’daki ilk mitinge ikiyüz kişi katılmıştı. Bu da gösterdi ki, yürüyen kitle Zeki’nin siyasal ve tarihsel kimliğine önem verdiği için Kurtuluş pankartı arkasında yürümüştü. Bu bile Zeki’nin Türkiye sosyalist hareketi açısından değerini ortaya koyuyordu. Kurtuluş ismi İstanbul ve Türkiye’de bu cenazeden sonra daha çok duyulur oldu.
Zeki yoldaş, devrim uğrunda ölen tüm yoldaşlarımız gibi kalbimizde ve mücadelemizde yaşıyor. Yaşamaya devam edecek.
Proletaryanın kızıl sancağını oligarşinin burçlarına dikinceye kadar özgürlük yürüyüşümüzde bu yoldaşlarımızla hep birlikte yürüyeceğiz.
Ve buradan bir kez daha haykırıyoruz: Mahir Çayan’ın dediği gibi, yolumuz bu yolda düşenlerin yoludur.