Fahri ARAL yazdı – Egemen güçler tarafından atılan kışkırtıcı adımlar, 1969’un Şubat ayında meydana gelen Kanlı Pazar provokosyonu, 1 Mayıs 1977 ve daha sonra tezgahlanan katliamlara kadar sıklaşarak devam etti. Kanlı Pazar ile 1 Mayıs 1977 katliamı aynı zincirin halkalarıdır.
Yarım yüzyılı da aşmış bir süre önce Türkiye’nin siyasal tarihinde Kanlı Pazar diye adlandırılan ve hâlâ bizim gibi olayı yaşayanlar açısından ‘daha dün’ diyebileceğimiz, hatırladıkça o günün yaşanan dehşetini, iliklerimize kadar duyduğumuz şiddetini ve o günlerde ayrıntılarını çözemediğimiz provokasyonu anlatmak kolay değil.
Ne var ki, dünyada geçen yüzyıldan bu yana toplumsal mücadeler tarihinde ortak isimle anılan bizim Kanlı Pazar’a, bir anlamda 60’lı yılların sonuna doğru hızlanan toplumsal süreçle birlikte şiddetin, egemen güçler tarafından da bilinçli olarak tırmandırılacağı zincirin önemli bir halkası diyebiliriz.
Öyle ki, bu olay sekiz yıl sonra 1 Mayıs 1977’de yine kitlelere yöneltilmiş örgütlü şiddetin bir anlamda provası olarak da tanımlanabilir. Ancak sekiz yıl sonra komplocular daha deneyim kazanacak, devlet içindeki örgütlenmeleri 6-7 Eylül’den sonra daha da “derin”e inecektir. Tabii bu kez provokasyonun boyutu da artacak; 1969’da ölü sayısı 3 iken 1977’de 34’e yükselecek, daha sonra Çorum’dan Kahramanmaraş’a uzanan süreç içinde provokasyonun çapı genişlerken ölen insanlarımızın sayısı yüzlerle ifade edilecektir. Bu ipin ucunu çekecek olursak, doğal olarak 12 Eylül’ü de aşıp, 2000’li yılların Ankara Gar, Suruç ve benzeri katliamların karanlığına kadar uzanan bir gerçeği görebiliriz.
ABD gemileri ilk kez gelmiyor
Aslında ABD savaş gemilerinin “dost ve müttefik” ülkelerin limanlarını ziyaret etmesi çok yeni bir olay değil. Bunu, ll. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Soğuk Savaş yıllarında ABD emperyalizminin savaş sonrası yaygınlaştırdığı Truman Doktrini ve Marshall Planı gibi politikalarını destekleyen önemli bir araç ve bu anlamda güç gösterisi olarak görmek gerekir. Bunu savaşın bitiminden sonra dönemin Dışişler Bakanı Forrestal dile getirmiş, Akdeniz Deniz Gücü -ki bu daha sonra Altıncı Filo adını alacaktır- adı altında ABD donanmasına bağlı gemilerin Sovyetler Birliği’ne de gözdağı olacağını belirtmişti.
Amerikan emperyalizmi, Türkiye ile ilişkilerin derinleşmesi yolunda atılacak adımlar için ilk önemli fırsatını ise ABD’de ölen Washington büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşının Türkiye’ye getirilmesiyle yakaladı. Donanmanın en büyük zırhlılarından Missouri ile ona eşlik eden iki savaş gemisinin 1946 Nisanı’nında İstanbul’a gelmesi, aslında ABD emperyalizminin ülkemize ilk ayak basışı olarak da sayılabilir. Bu dönemde ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının uyguladıkları ziyaret planının amacına ulaşması yolunda gerek Türk hükümeti gerekse Türk basını her türlü “kolaylığı” gösterir. Daha gemiler Cebelitark’tan geçer geçmez, basın gün be gün gemilerin İstanbul’a doğru seyrini manşetlere taşır. Tekel, Missouri adlı bir sigara çıkarır, hatıra pulları bastırılır, gemilerin ziyareti şerefine spor karşılaşmaları yapılır, hatta Dolmabahçe Camisi’nin iki minaresinin arasıma ‘Welcome’ mahyası gerilir. İstanbul’da büyük bir temizlik “harekâtı” başlatılır. Eğlence yerleri, barlar, pavyonlar elden geçirilir. Hatta genelev sokakları badana edilir, evler boyanır.
Tekel’in Missouri adlı sigarası
Burada bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim; 1968’in Temmuz’unda 6. Filo’nun ziyaretini protesto ederken, Fikir Kulüpler Federasyonu’ndan aralarında birkaç gün sonra katledilecek Vedat Demircioğlu’nn da bulunduğu bazı arkadaşlar, içine mürekkep ve kırmızı boya konulmuş plastik tabancalarla erlerin üniformalarını boyayıp, keplerini alıp kaçarken, ben de bir, iki arkadaşla Beyoğlu’nda ara sokaklardaki birkaç pavyon ve barın kapısını çalarak Amerikan erlerini almamalarını rica etmiştik. Bugün bu satırlarda bunu hangi saikle yaptığımızı yorumlayacak değilim ama pavyon sahiplerinin ‘evladım sizin başka işiniz yok mu’ diyerek, bize hayretle baktıklarını dün gibi hatırlıyorum…
Ertegün’ün cenaze töreninden sonra gemiler halkın ve gazetecilerin ziyaretine açıldı. Bir gün sonra Missouri’nin komutanı Ankara’ya giderek İnönü ve dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu ile görüşecek, İnönü’nün övgülerine “mazhar” olacak, basın ise ağız birliği ederek gemilerin ziyaretini ve ABD dostluğunu göklere çıkaracaktı. Sonunda İstanbul’a bu ziyareti yapan gemiler, Türk donanmasına ait gemilerin eşliğinde uğurlanacak, Pire, Napoli ve Tanca üzerinden geri dönecektir. Ziyaretin sonrasında ise Türkiye’nin yolu net bir biçimde çizilecek; bir zamanlar hiçbir tarihsel ve toplumsal tahlili dikkate almadan yaptığımız basit yorumlarla “karşı-devrim” diye adlandırdığımız bir seçimle iktidar da el değiştirecekti. Daha sonra yapılan ikili anlaşmalar, 1947’de IMF, 1951’de NATO üyeliği ve ardından gelen siyasal ve ekonomik bağımlılık süreci, tarımda makinalaşma, dış ticarette dışa açılma vb. varolan kapitalist ilişkiler ağının Türkiye’yi daha hızlı sarmasını sağladı.
Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül için “muhteşem bir olaydı, arkasında MİT vardı” diyecekti
Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs ve sonrası
On yıllık DP iktidarı “dışa açılma” ile birlikte, kapitalist toplumun devletin yapısında gerekli gördüğü yeni düzenlemelerini de beraberinde getirdi. Özellikle ilk önce Churchill tarafından dile getirilen Demir Perde deyimiyle yayılan Soğuk Savaş, karşılıklı istihbarat faaliyetlerini ve bunların yeni yöntemlerini de geliştirdi. Bizde de Teşkilat-ı Mahsusa’dan Karakol Cemiyeti’ne ve MM Grubu’na uzanan yapılanma, kendine örnek aldığı CIA vb. kuruluşların izlediği yollarda yürüyerek ‘dışa açıldı.’ Bunun ilk örneğini ise 6-7 Eylül’de görürüz. Çok iyi düzenlenmiş ve adeta dört başı mâmur bir komplo olan bu olaylardan sonra Kıbrıs’ta, temelleri atılan ve günümüze kadar uzanan yeni bir “kan ve şiddet”süreci başlatıldı. Yıllar sonra Kıbrıs’ta da görev yapan emekli general, bir dönem Özel Harp Dairesi başkanlığını yapan Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül için “muhteşem bir olaydı, arkasında MİT vardı” diyecek, halkı galeyana getirmek için her yolun denenmesi gerektiğini, “cami yakma”nın bile mübah olduğunu söyleyecekti. Bu söyledikleri Kıbrıs’ta yıllarca yaşanan çatışmalarda gerek Denktaş’ın gerekse Grivas’ın çok kullandığı yöntemler haline geldi.
‘60 sonrasında, darbenin getirmiş olduğu farklı ilişkiler, yeni anayasanın bireylere hak temelinde sağladığı “nisbi” özgürlükler, düşünce, ifade ve örgütlenme alanında kazanılan yeni mevziler, toplumsal yapıyı harekete geçiren sınıf mücadelesinin boyutları “derin devlet”in stratejisini de değiştirdi. Yöntem olarak daha çok ses getirecek ve “infial” yaratacak hedefler gözlenmeye başlandı.
İşte 1969’un Şubat ayında meydana gelen Kanlı Pazar’ı, çatışma ortamının ve şiddetin bilinçli olarak yükseltildiği, oldukça iyi örgütlenmiş bir provokasyonun, demokratik haklarını kullanan halka karşı yöneltilen bir saldırısı olarak görebiliriz. Egemen güçler tarafından atılan bu saldırgan adımlar, 1 Mayıs 1977 ve daha sonra tezgahlanan katliamlara kadar sıklaşarak devam edecektir.
17 Temmuz 1968: Amerikan askerleri denizden çıkarılıyor (!)
Hızlanan eylemler
6. Filo, 1968 Temmuz’undan önce 1967’nin sonbaharında da İstanbul’a geldi. Bu dönemde fazla büyük gösteriler olmadı ama özellikle İTÜ, ODTÜ öğrenci dernekleri protestolarda bulundu. FKF İstanbul Sekreterliği olarak, Dolmabahçe Stadı’ndan Gümüşsuyu’na çıkan yokuşta bir çadır kurarak başlattığımız açlık grevi de önemli bir eylemdi. Dolmabahçe’den Taksim’e doğru yürüyen erler de yanımızdan geçerken hayretle bakıyor, yanlarına gidip, yarım yamalak İngilizcemizle amacımızı anlatmaya çalışıyor ve özellikle insan olarak kendilerine karşı olmadığımızı vurguluyorduk. O dönemde Veysi Sarısözen sekreter, ben de sekreterlik yürütme kurulundaydım. Açlık grevine yatanlar arasında iki yıl sonra Beşiktaş’ta Işık Mühendisliği işgal etmiş faşistler tarafından vurularak öldürülen, fakülteden arkadaşım Mehmet Cantekin de vardı. Başta greve müdahale etmeyen polis, bir kaç gün sonra baskı yaparak, çadırı kaldırmamızı istemiş, biz de çadırı buradan alıp, Gezi Parkı’na kuracak, greve burada devam edecektik.
Gerçek anlamda büyük protestolar ise bir yıl sonra Temmuz’da limana daha fazla savaş gemisi ile yapılan ziyaret sırasında oldu. Bir süre önce 68’in demokratik üniversiteyi hedefleyen büyük işgalleri kalkmış, rektörler ve üniversite kurulları refom taleplerini kabul eder görünüp, zaman kazanmaya başlamıştı. Filonun İstanbul’da kaldığı süre içinde büyük gösteriler yapıldı, o zamanlar ‘fruko’ diye adlandırılan polisin şiddeti sonunda, Vedat Demircioğlu Gümüşsuyu Yurdu’nda kaldığı odadan aşağı atılarak öldürüldü. Bugünlerin ayrıntıları ve toplumsal mücadele içindeki yeri apayrı bir yazının konusu olduğu için fazla girmiyorum; ne var ki 68 Temmuz’u ve sonrasının Türkiye’de dünyada olduğu gibi önemli dönüşümlerin başlangıcı olduğunu, derin ve farklı sonuçlar yaratan tartışmalara neden olduğunu belirtmekle yetineyim.
Çünkü kısa bir süre sonra Çekoslovakya’nın Sovyetler tarafından işgali, Türkiye İşçi Partisi’nde buna bağlı olarak başlayan ayrışmalar özellikle sosyalist hareket içinde yeni bir dönemi başlatacak ve ardından büyüyen MDD hareketi, 10 Kasım Mustafa Kemal Yürüyüşü ile birlikte sosyalist gençlik örgütlenmesini de etkileyecekti. Bununla birlikte üniversite işgalleri ile birlikte güçlenen demokratik üniversite kavramı, üniversitelerin sonbaharda açılmasından sonra reform taleplerine sırtlarını çeviren üniversite yönetimlerine karşı ortak eylemleri de beraberinde getirdi. Bundan da önemlisi 6. Filo’ya karşı yürütülen anti-emperyalist mücadelenin yarattığı bilinç, gençliğin tüm üniversitelerdeki sayısal gücünü ve etkisini arttırdı. 1968’in son ayları da özellikle Haziran işgalleriyle çerçevesi çizilmiş reform taleplerinin yerine getirilmemesine karşı direnişlerle geçti. Ancak üniversite yönetimleri tarafından “askıya alınan” bu talepler için en büyük tepki 1969’un Haziran direnişinde gerçekleşecek, özellikle İstanbul’da polisin şiddetine karşı tepkiler büyüyecekti.
‘Vietnam Kasabı’ Kommer’in arabası ODTÜ’de yakılıyor
Derin devletin bıçağı
1969 yılı ise Vietnam’da CIA’nin Phoenix adıyla yürüttüğü pasifikasyon hareketlerini örgütleyerek, binlerce Vietnam’lının ölümüne neden olan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Komer’in ODTÜ’yü ziyaret ettiği 6 Ocak’ta arabasının yakılmasıyla başladı. Birkaç gün sonra da İstanbul’da İTÜ Maçka Teknik Okulu’nda öğrenci örgütlerinin yaptığı basın toplantısından sonra Komer’in resmi ile ABD bayrağı yakıldı. Bir ay sonra da Şubat’ın başında, sekiz ay önce büyük protestolar ve Dolmabahçe Direnişi ile “uğurlanan” 6.Filo yeniden İstanbul limanını ziyaret edecekti.
Bizler o yıllarda gençlik örgütleri olarak, 68 Temmuz’undaki protestolardan daha farklı bir eylem biçimlerine karar vermiş ve emperyalizme karşı işçi örgütleriyle de işbirliğine başlamıştık. Aslında filonun geleceğini Ocak başında duymuş ve öğrenci kuruluşları arasında bir “dayanışma kurulu” oluşturulmuştuk. Şimdi burada ayrıntılarına giremeyeceğim birçok konuyu tartışıp, karara bağlıyor ve gerçek anlamda demokratik bir süreç yürütüyorduk. Esas amacımız mücadelenin içine halkı, işçileri almak hatta protestoları diğer şehirlere kadar yaymak ve 16 Şubat Pazar günü büyük bir yürüyüşle sonlandırmaktı.
Harun Karadeniz 6. Filo’ya karşı yaptığı konuşmalardan birinde
Bu süreçte başı çeken ve müthiş enerjisiyle öne çıkan bir Harun Karadeniz vardı. Harun her yerde, her toplantıda belirleyici oluyor, değişik fikirlerle dayanışma kurulunun yaratıcılığını sağlıyordu. Filonun geldiği günden itibaren her gün İstanbul’un belirli semtlerinden yürüyüşler, halka dağıtılan bildiriler -ki polis bunların büyük kısmına matbaada basılırken elkoyuyordu-, fakültelerde yapılan forumlar, üniversite binalarına asılan bez pankartlar, duvar afişleri, 68 Temmuz’unda öldürülen Vedat Demircioğlu ve Atalay Savaş’ın resimleri, İstanbul Adliyesi’ne, Belediye Binası’na yürüyüşler, kızların Çemberlitaş’tan Sultanahmet’te Halide Edib’in büstüne kadar yaptıkları yürüyüş, burada yıllar önce yapılan Sultanahmet Mitingi’ni çağrıştıran konuşmaları ve daha nice protesto eylemi…
İstanbul Üniversitesi giriş kapısına asılan parkart
Bu arada 11 Şubat’ta iki yüzünde Vedat Demircioğlu’nun kırmızı bir bez üzerine basılmış portresi bulunan bayrağının Beyazıt Kulesi’e asılmasını, “Kızıllar Moskova’dan gelen Kızıl Bayrak’ı kuleye çekti.” gibi bir yalanla tahrik ettikleri taraftarlarını namazdan sonra “Bayrağa Saygı” mitinginde toplayan MTTB, Komünizmle Mücadele Derneği vb. örgütler de “hazırlıklarını” yapıyordu.
Mehmet Şevki Eygi’nin yazarı olduğu Bugün’ün provokatif manşeti
ABD 6. Filosunun ziyaretine karşı örgütlediğimiz meşru ve yasal protesto eylemlerine karşı bu denli örgütlü bir komplonun hazırlanmış olduğunu bilemezdik. Bunu ancak bugün ayrıntılarıyla görebiliyor, daha sonra yaşananlarla bağlantı kurabiliyorum. O günlerde Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde yazdığı Endonezya’da komünistlere karşı yapılan katliamın Türkiye’de de yapılmasını isteyen tahrik edici yazıları, cihat çağrıları, daha sonra meclis başkanlığı da yapacak olan MTTB başkanı İsmail Kahraman, Komünizmle Mücadele Derneği başkanı İlhan Darendelioğlu ve İlim Yayma Cemiyet’i vb. kuruluşların provokasyona yönelik davranışları işin sadece görünen bir yanıydı. Aslında komplonun temelinde az önce değindiğim gibi ucu bugünlere uzanan derin bir örgütlenme yatıyor.
Milli Türk Talebe Birliği Başkanı İsmail Kahraman kışkırtıcı konuşmasını yaparken
Ben o hafta son gün yapılan mitingte görevliydim. Ancak bu miting sadece öğrenci örgütlerinin değil, DİSK ve DİSK’e bağlı sendikaların da düzenleyici olarak yeraldığı bir mitingti. Bu yasal mitinge katılanlanları önemli bir bölümü fabrikalarda çalışan işçilerdi. Benim bulunduğum kol Dolmabahçe’den Gümüşsuyu’na doğru çıkıp, Taksim’e girmek üzereyken birden bire dağılmalar başladı. Mitingin önünde yürüyen grup meydana girmiş, anıtın etrafına doğru gelirken, Taksim Gezisi’nde sabahtan beri bekleyen, tahrik edilmiş grup, göstericilere saldırmaya başladı. Bu arada polis Gümüşsuyu’ndan Taksim’e girişi kesmiş aşağıdan gelenlerin meydana girmesini engellemişti. Koşarak meydana doğru çıktım, kovalamalar sürüyordu. O dönemin fotoğraflarından da görüleceği gibi saldırganların elllerinde sopalar ve bıçaklar vardı. Zaten ertesi gün gazetelerde basılanlar özellikle Günaydın’da Ergin Konuksever’in çektiği fotoğraf hazırlanan provokasyonu göstermiyor mu?
Bence bu fotoğraf; saldırganın elindeki bıçak ve onu hiçbir şey yapmadan seyreden toplum polisi, ucu günümüze kadar uzanan tüm “derin devlet” örgütlenmelerinin çok net ve açık tablosu olarak görülmelidir. Ertesi gün 3 kişinin katledildiği olayın şiddeti tüm yanlarıyla gazetelere yansımış, özellikle Konuksever’in çektiği fotoğraf dehşeti gözler önüne sermişti. Bir başka fotoğrafta da elinde bıçakla saldırıya geçecekmiş gibi duran ve daha sonra belediyede çalışan bir zabıta memuru olduğu tesbit edilen kişi ise sorgusunda bıçağı yerde bulduğunu söyleyecekti!…
Aslında olayın şiddet boyutu halkı da etkilemişti. Kanlı Pazar’dan iki gün sonra Beşiktaş’ta Balıkpazarı’ndan balık alıyordum, sanırım Kurban Bayramı da yaklaşıyordu. Megafondan çarşıyı avaz, avaz inleten bir ses “Kurban derilerinizi İlim Yayma Cemiyeti’ne veriniz.” diye bağırıyordu. Aldığım balıkları temizleyen kaytan bıyıklı balıkçı kafasını kaldırıp, bıçağı tezgaha bıraktı, dönüp sesin geldiği tarafa bakarak, “Ne ilim yayması ulan, şuna adam kesme cemiyeti desene…” demez mi?
Muhafazakâr kesimde de herkes Darendelioğlu, Eygi ve Kahraman gibi düşünmüyordu. İslâm’da eşitliği ve adaleti savunan, görüşleriyle bir çeşit İslâm sosyalizmini öne çıkaran Nurettin Topçu, Hareket dergisinin Mart 1969 sayısında şunları yazıyordu: “İslâm dinini kendi nefisleri ile hırsları için böyle şuursuzca alet yaparak Amerikan donanmasına yaranırcasına savaşmak cihad ise, İslâmiyet gelmeden önce insanlar en şiddetli en barbar savaşları yapıyordu… Bıçaklayıp, yere vurdukları insanlar Müslüman değilmiş. Nereden biliyorlar? Sözlerinden, kıyafetlerinden davranışlarından olacak. Eğer bunu kendilerini Müslüman bildikleri gibi biliyorlarsa, bu bilgileri acınacak şeydir. Zira böyle bir hükme ulaşmak için onların ne hüviyetleri ne ilimleri ne de ahlâkları yeterli değildir…”
Sopalı ve bıçaklı saldırganlar devrimci gençler saldırıyor
Sonuç olarak, 1969’un Şubat ayında meydana gelen Kanlı Pazar’daki bu provokosyonu çatışma ortamının ve şiddetin bilinçli olarak yükseltildiği, oldukça iyi örgütlenmiş, demokratik haklarını kullanan halka karşı yöneltilen bir saldırısı olarak görebiliriz. Egemen güçler tarafından atılan bu kışkırtıcı adımlar, 1 Mayıs 1977 ve daha sonra tezgahlanan katliamlara kadar sıklaşarak devam etti. Bu anlamda Kanlı Pazar’ı 1 Mayıs 1977 katliamı ile yanyana koyarak, ikisini de aynı zincirin halkaları şeklinde görebiliriz.
Çünkü ikisinde de saldırı, demokratik haklarını kullanan, gösterilerini meşru bir zeminde yapan büyük kitlelere yöneltilmiş; yoketme, öldürme hedeflenmiş, toplumda büyük bir korku ortamı yaratılmış ve biri 12 Mart’a diğeri ise 12 Eylül’e giden yolu kolaylaştırmıştır.