Kayuş ÇALIKMAN G. yazdı: 14’üncü yılında Hrant Dink cinayetinde değişen bir şey yok, yerde kalmayacak dedikleri kan hala orada. Değişen şey giderek milliyetçi düşüncenin devlet katına iyice yerleşmesi ve dolayısıyla son yıllarda Ermeni düşmanlığının da hortlaması oldu.
Hrant Dink bir barış insanıydı, Barış insanı olduğu için, dili barış dili olduğu için öldürüldü. Ne demişti Hrant Dink; “Barış dendi mi fırlarım hiç düşünmeden, ‘ben varım’ derim önkoşulsuz. Ben atıldıkça etraf-tarafım önüme dikilir. ‘Dur yahu sakin ol biraz, ne zıplıyorsun öyle hemen, bakalım bunun ardında neler var. Sana bulaşan eden var mı? Sen kendi işine bak. Bak bu tür ‘barış barış’ diyenleri günün birinde punduna getirip bir şekliyle halletmiyorlar mı? İşte 12 Eylül’ün Barış Derneği davası, işte 12 Eylül’ün Aydınlar Dilekçesi. Senin neyine gerek?’ Bir an duraklıyor insan, ‘doğru yahu, hakikaten de öyle olmuyor mu?”’diyor kendi kendine. İşte bu bir anlık bocalama savaş kışkırtıcılarının en büyük silahı aslında… Ve Barış’ın önündeki en ciddi engel…”
"Savaşın ölümü imzamdan, benimki de Barış’tan olsun!" Öyle demişti Hrant Dink. (Agos, 11 Ekim 1996) 59. Hükümet kurulmuştu, başbakan adeta demokrasi havarisi gibi sadece kendi tabanını değil “bir kısım demokratları” bile büyülemenin koşullarını zorluyordu. Bir gün kendi tabanını tatmin eden demeçler veriyor, uygulamalar yapıyor, “Batı da kimmiş diye efeleniyor”, ertesi gün Avrupa Birliği’ne girmek için gerekli tüm şartların sağlanacağını müjdeliyordu. AB’ye girme sürecinde Hrant Dink dahil Türkiye basınının ileri gelen kalemlerin çoğu bu konuda Erdoğan’a destek verdi. İşte Erdoğan’ın yüzünü yine Batı’ya çevirdiği bu AB sarhoşluğu günlerinde işlendi Hrant Dink cinayeti. Herkesin gözü önünde, davullarla borozanlarla bağıra çağıra ilan edile edile işlendi. Bu cinayetin perde arkasında “var olduğu” düşünülen karanlık güçlerin ortaya çıkarılacağı ve gereken cezaların verileceği yolunda o dönemin hükümeti tarafından verilen sözler mağdur taraf için sadece “verilen söz” olarak kaldıysa da söz verenler açısından Batıya yönelik muhteşem bir gövde gösterisine dönüştü. Cinayetin ilk günlerinde hükümetin bu cinayeti çözme konusunda “kararlı duruş sergileme” görüntüsü, Türkiye’deki “azınlıklar”ın en büyük güvencesinin Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisi olması vurguları, Avrupa Birliği’ne giriş konusunda Batı’nın da gözünü boyamadı değil. Batı derken sadece büyük devletleri kastetmediğimi söylemek isterim, aynı günlerde Diaspora Ermenileri de gayet güzel manipüle edildi. Gerek Batı’dan gerekse Ermenistan’dan akın akın Türkiye’ye gelen gazeteci, yazar, araştırmacı, sanatçı, bilim insanı Ermeniler farklı bir Türkiye ve farklı bir Türk imajıyla karşı karşıya geldiler. Sadece aile büyüklerinin anlatımlarıyla oluşan Türk ve Türkiye algıları o dönemin siyasi aktörlerinin ve haklı olarak bu durumu değerlendirme fırsatını kaçırmak istemeyen Türkiye aydınlarının çabalarıyla büyük bir değişime uğradı. Bu sayede, Ermeniler üzerine yapılan araştırmalar, Soykırım üzerine tezler yoğunluk kazandı. Avrupa Birliği'nden ülkeye fonlar aktı, konferanslar birbirini takip etti. Türkiye’deki Ermeniler ise Hrant Dink cinayetinin şokunu henüz üzerlerinden tam atamamışken Diaspora Ermenileriyle Türkler arasında, gelişen olayların ne içinde ne dışında tam anlamıyla, “öyle bir yerde” buldular kendilerini. Onlar da tıpkı Diaspora Ermenileri gibi atalarından duydukları Soykırım hikayeleriyle büyümüşlerdi, yaşı uygun olanlar bu hikayeler dışında kendileri de seferberlik, 20 Kura askerlik, Varlık vergisi veya 6-7 Eylül gibi olayları bizzat yaşamışlar ve kötü anılar olarak kendilerinden daha genç kuşağa aktarmışlardı. Türkiye’de yaşayan Ermenilerin, Diaspora Ermenilerinden bir farkı vardı. Onlar hala Türklerle birarada yaşıyorlardı, zihinlerindeki Türk algısı haliyle farklıydı. Çoğunun Türk arkadaşları, iş ortakları, dostları vardı. Ama yine de büyük çoğunluğu Hrant Dink’in ölümüne kadar kabuklarına çekilmiş, kendi içlerinde, kendilerine ait bir yaşam sürdürüyordu, mümkün olduğunca görünmez, sesi işitilmez, dikkat çekmez bir hayattı bu, güvenmiyorlardı, güvenemiyorlardı Türklere. Bu nedenle olsa gerek mümkün olduğunca Türklerle sorun oluşturacak ilişkilerden kaçınıyor, hak arayışına girmiyorlardı, hep kibar, hep terbiyeliydiler, komşularına çörek, yumurta dağıtıyorlardı, isimlerini telaffuz edemeyenlerin taktığı Türk isimlerine itiraz etmiyorlardı bile, hatta çoğu kendi evlatlarına gönüllü olarak Türk ismi koyuyordu, askerde, iş hayatında zorluk yaşamasın diye. Devletin hoşgörüsü sayesinde burada yaşadıkları safsatasını o denli içselleştirmişlerdi ki mümkün olduğunca sessiz sedasız geçip gidiyorlardı hayatın içinden. Derken Hrant Dink diye biri ortaya çıktı, televizyonlarda boy gösteriyor, bu ülkede Ermenilerin yaşadığı sıkıntıları anlatıyor, sözcülüklerini yapıyordu. Hayret, sevinç ama en çok da korkuyla karşıladılar Hrant Dink’in bu çıkışlarını. Hem kendileri için korkuyorlardı hem de – belki de daha çok, Hrant Dink’in kendisi için korkuyorlardı, bu çocuğu sağ komazlardı çünkü. Zaten son zamanlarında Hrant Dink de tedirgin olmamış mıydı, güvercin tedirginliği demişti, değil mi? Bu ülkede güvercinleri vurmazlar diye kendisini teselli etmişti, oysa bu ülkede güvercinler başka hiçbir ülkede olmadıkları kadar tedirgindir, çünkü bu ülkede daha çocuk yaşta sapanla kuş avlarlar, oyun olsun diye kuşları vururlar. Nitekim evhamlar gerçek oldu, bir taşla iki kuş vuruldu. Hem Hrant Dink öldürüldü hem de Türkiyedeki Ermenilere ayar çekildi. Çok konuşmayacaksın, milleti sadıkaydın şimdi de sadık ikinci sınıf vatandaş olacaksın ve sana bu hoşgörü gösterildiği için şükredeceksin, dendi. Hrant Dink cinayeti Ermeniler için tam bir şok oldu. Korku, hüzün, öfke birbirine karıştı ama bu cineyet onları şaşırtmadı, bekliyorlardı. Ancak onları asıl hayrete düşüren şey bu cinayetten sonra özellikle yüzbinlerin “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” diye sokaklara dökülmesi oldu. Bu ülkede böyleleri de varmış dediler, önemsendiklerini hissettiler. O güne dek “ulu orta konuştuğu” için, “dikkatleri boş yere Ermeniler üzerine çektiği” için, “şurada iki nefes alıyoruz, ondan da olacağımız” için, içten içe Hrant Dink’e kızanlar, içerleyenler ilk kez aslında Hrant Dink’in ne yapmak istediğini anladılar. Belki 1908’den sonra ilk kez büyük topluma açıldılar, hatta politize bile oldular. Aslında o günlerde yaşananlar gerçekten de 1908’in bir izdüşümüydü. Ve bu yaşananlar daha sonra -tam da beklediğim gibi, 1911’i hatta daha sonra 1915’i hafızalarımızdan silmeye izin vermeyen olaylar silsilesine gebeydi.
İlk başta Hrant Dink cinayetinde Ergenekon bağlantısının ortaya çıkar gibi olması en büyük umuttu bizler için. Ergenekon denilen yapı yeraltından çıkarılmış 2009 yılında yargılamalar başlamıştı. Hrant Dink cinayetiyle bağlantısı olduğu düşünülen isimler müebbet, hatta 2 kere ağırlaştırılmış müebbet gibi cezalar alıyordu, umutluyduk…
Sonra iklim yavaş yavaş değişmeye başladı, 1911 Adana katliamı’nın yüzüncü senesinde 2011’de Türkiye Ermenileri ikinci bir cinayet ile büyük bir sarsıntı yaşadılar. Vatani görevini yaparken tam da 24 Nisan günü şaka sever bir arkadaşının şakacıktan kurşunuyla can veren Sevag Balıkçı, aslında Türkiye Ermenilerine yollanan bir tehdit mektubundan çıkan herhangi bir isimdi sadece, biri gitmeliydi piyango o kara gözlü kuzuya çarpmıştı. Önce şakalaşma sırasında dendi, kimse buna ikna olmayınca cinayetin araştırılacağına dair sözler verildi, cenaze töreninde kilisede gerekli tüm şovlar yapıldı ve sonrasında sahne bilinmezliğe terk edildi. Bu cinayetin üzerinden henüz bir sene geçmişti ki, İstanbul-Samatya’da kendi halinde bir ev kadını olan Maritsa Küçük, boğularak katledildi, herkes katilleri biliyordu ama cinayet gariban bir Ermeni’nin omuzlarına yıkıldı, böylesi daha yakışık alırdı. Özetle Hrant Dink cinayetinin çözümsüzlüğünün dayanılmaz cazibesi bir gölge misali önce Batman’a ardından da Samatya’ya düştü. O sıralar, Recep Tayyip Erdoğan yurt dışında “van minut” çıkışıyla Avrupa’dan kopuşunun ve yüzünü Doğu’ya Müslüman alemine çevirip gerekirse bu alemin kralı olmaya hazır olduğunun sinyallerini vermişti. Yurt içinde ise özellikle “yetmez ama evet” referandumundan sonra hareket alanını genişletmiş bir Erdoğan vardı, bu referandumdan dört sene sonra gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerini “kazanmasıyla” birlikte artık tek adam olma yolunda hızla koşmaya başladı. Ama bu koşu yoluna henüz girmeden ülkenin siyasi hayatına bir bomba gibi düşen Gezi olayları müthiş bir kırılma noktası olmuştu. Bu tarihten sonra Erdoğan adım adım aslına rücu etmeye başlamıştı, son bir çabayla cumhurbakanlığını eline geçirdikten sonra ülkenin liberal ve aydın kesimiyle işini bitirdi, Gülen cemaatiyle de bozuştu. Yeni arayışlar peşindeyi artık, zorunluydu bu, ilkin birkaç sene önce Silivriye tıktığı Ergenekon ile ittifaka girişti, MHP ise zaten hep yanı başındaydı, onu da iktidar ortağı yapıverdi. Bu dönemde Hrant Dink cinayeti de fail değiştirdi. Önce kişisel daha sonra Ergenekon bağlantısı vurgulanan cinayetin gerçek suçluları artık Gülen cemaati veya popüler tabiriyle Fetöcüler oluverdi.
Bugün üzerinden on üç yıl geçti Hrant Dink cinayetinde değişen bir şey yok, yerde kalmayacak dedikleri kan hala orada. Değişen şey giderek milliyetçi düşüncenin devlet katına iyice yerleşmesi ve dolayısıyla, -oradan halka doğru sirayet etmesiyle birlikte- son yıllarda Ermeni düşmanlığının da hortlaması oldu. 1915’in ruhu yine semalarda, Ermeniler yine elde koz olarak tutuluyor, “yüz bin Ermeni var, hepsini birden sürerim” tehditleri cepte hazır. Ama bu sefer vurulan, kırılan, sürülen, dövülen onlar olmuyor.
Son zamanlarda Suriye, Libya, Akdeniz , Ege dolaşıp umduğunu bulamayan Erdoğan, yıllardır askeri, maddi, manevi her türlü desteği esirgemediği Azerbeycan’da ektiklerini biçmeye, semeresini almaya kararlıydı. Uzunca bir süredir sürüncemede kalan Karabağ sorununu çözmek için barış güvercini olabilecekken o savaşı teşvik etti, sonunda tek kurşun atmayan Rusya dışında kimsenin kazanmadığı savaşta binlerce çocuğun kanı aktı, binlerce insan yurtsuz, evsiz barksız kaldı. Erdoğan zaferi kutlarken “Bugün hepimiz için, tüm Türk dünyası için zafer ve gurur günüdür….Bugün ….. Nuri Paşa’nın, Enver Paşa’nın, Kafkas İslam Ordusu’nun yiğit neferlerinin ruhunun şad olduğu gündür….” Derken hepimizin zihninde 1915’in mühürünü bir kez daha damgaladı.2020 Karabağ savaşı 1915’in bir izdüşümü değil de neydi?
Yazının başında Hrant Dink’in sözlerini okurken yüzümüzde belli belirsiz tebessüm oluşmuyor mu, içimiz aydınlanmıyor mu? Pekiyi son paragrafı okurken ne hal alıyor yüzümüz, ya içimiz?