Cumhuriyet’le birlikte kurulan, siyasetin iplerinin batıcı modernleşmeci asker-sivil bürokrasinin elinde olduğu, genel olarak toplumun tek uluslu-tek dinli bir siyasal sistemin cenderesine sokulduğu, işçi ve emekçilerin sömürüsünün ceberut devlet eliyle garanti altına alındığı sermaye birikim modeli, 20 yüzyılın sonlarına gelindiğinde artık sadece toplumun değil, küresel ve yerel sermayenin önünde de bir engel halini almıştı.
Türkiye ve dünya koşullarının özgün bileşimi, 80 yıllık statükonun yıkılması ve sermayenin yeni rejiminin kurulması misyonunu, 28 Şubat ‘97 müdahalesiyle neo-liberal, küreselleşmeci tarzda “akıllanan” eski Milli Görüşçü kadrolara “nasip” etti. Kuşkusuz bunu, asıl dayanakları olan yükselen Anadolu sermayesinin yanı sıra finans-kapitalin ve ABD’nin icazeti, himayesi ve desteği olmadan başaramazlardı. Tayyip Erdoğan liderliğindeki eski Milli Görüşçü kadrolar, bu büyük siyasal dönüşümü, öteden beri devlet içinde yuvalanmış olan, aynı zamanda Amerikan devletiyle özel ilişkileri bulunan Fethullah Gülen Cemaati’yle birlikte gerçekleştirdi.
Tayyip Erdoğan ve partisi AKP, arkasında bulduğu seçmen kitlesine ve ABD himayesine bakarak kendisini dev aynasında
görmeye başladı. İlk dönemlerdeki dengeci tutumdan; ülke içinde hayatı muhafazakarlaştırmaya ve otoriterleşmeye, bölgede “kontrol dışı” bir yayılmacılığa yöneldi. Kurmakta olduğu yeni rejimi “tek adam-tek parti” ekseninde inşa etmeye soyundu. Eski rejimi tasfiye ederken destek aldığı liberalleri küstürdü ve Cemaat’in gücünü sınırlamaya kalktı.
İşte 17 Aralık’taki savaş ilanı, sadece Cemaat’in yeni rejimde iktidarı paylaşma kavgasının değil, bunun yanı sıra küresel
ve yerel sermayenin Erdoğan yönetiminde gördüğü kapitalist rasyonelleri çiğneme potansiyelini cezalandırma, bu ekibi hizaya sokma, olmazsa devirme operasyonunu başlattı.
Karşılığı ise Erdoğan ve AKP’nin karşı operasyonları oldu. İktidar koalisyonu tamir edilemez biçimde parçalandı. Devlet
kurumları birbirine düştü ve istikrarlı bir yeni rejim kurma planı berhava oldu. Egemenlerin siyasi iktidardan ve sömürü pastasından pay kapmak için birbirlerine girdiği bu ortamda emekçiler ve ezilenler olarak yapmamız gereken, AKP’siyle, Cemaat’iyle, sahte muhalefet CHP’siyle egemenlerin tüm kesimlerinden mesafemizi korumak, onlar birbirini yerken önümüzde açılan hareket alanından en geniş biçimde yararlanmak ve kendi iktidar seçeneğimizi güçlendirmek, ete kemiğe büründürmektir.
HDK/HDP halkların, emekçilerin ve ezilenlerin seçeneğinin cisimleşmiş hali olmaya aday yegane güçtür. Önümüzdeki yerel seçimler, HDK/HDP’nin toplumun önüne devrimci-demokratik programını ve yürüyüş hattını koymanın fırsatını
ve olanağını barındırıyor. Tüm gücümüzle bu görevi yerine getireceğiz.
HDK/HDP’nin de Haziran İsyanını gerçekleştiren geniş kitlenin verdiği mesajları iyi okuması, onları kapsamak için
özel çaba göstermesi gerekiyor. Anti-kapitalist dinamikleri ve devrimci-demokratik güçleri yan yana getirip iktidara yöneltmenin
koşulları her zamankinden daha fazla varken, bunu gerçekleştirmede yol göstericilik görevi öncelikle yeniden kuruluşçu sosyalistlere düşüyor.