Erkin BAŞER yazdı – 24 Ocak kararları ile 12 Eylül Darbesi birbirinin kan kardeşidir. Kenan Evren’in darbe sonrası ilk “ulusa seslenişinde” yüksek ücretlerden dert yanması bu kardeşlik bağının işaretiydi. Artık sermayenin karşı saldırısı başlayabilirdi.
24 Ocak (1980) Kararlarını ve sonuçlarını, 41 yıl sonra bugün, o günleri yaşamayan kuşaklara hatırlatmak gerekiyor. Sınıf bilinci; sadece kendi dar ekonomik çıkarları için değil, aksine tüm işçi kardeşlerinin kurtuluşu için mücadele eden işçilerin düşünsel ve eylemsel düzeyini tanımlamak için kullanılır. Üstelik bu mücadele tekil değil, kitlesel bir harekettir. Sınıf bilincini şekillendiren en önemli unsurlardan biri tarihî bellektir. İşçi sınıfı, hem kendi geçmiş mücadelelerinden öğrenir hem de burjuvazinin geçmiş saldırılarını asla unutmaz/ unutmamalıdır. 24 Ocak Kararları, bu saldırıların en acımasızlarından biridir ve sınıfın bilincinde gelecek kuşaklara taşınmalıdır.
Altın çağın sonu ve finans kapitalin arayışları
1960’lar dünya kapitalizminde “Altın Çağ” olarak adlandırılıyor. Sürekli büyüyen bir ekonomi ve artan ücretler. Toplumun alım gücü arttıkça her eve televizyon, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi giriyor. Herkesin arabası oluyor.
Türkiye’de de planlama sayesinde ithal ikameci bir politikayla sanayileşme yönünde atılımlar gerçekleştiriliyor. 1968 ve sonrasında tüm dünyada olduğu gibi işçi mücadelesi de yükselişe geçiyor. Sendikalar güçleniyor. DİSK, sınıf mücadelesinin lokomotifi olmaya başlıyor.
Ne var ki merkez kapitalist ülkelerdeki tüketim doygunluğu, bunu öngöremeyen burjuvazinin yeni yatırımlarının boşa düşmesine yol açıyor. Aileler, arabalarını yatırımların hızına paralel yenilemiyorlar; eskisi gibi televizyon, buzdolabı almıyorlar. Bu durum iki sonuç doğuruyor: Stokta yığılan mallar ve yeni yatırımlara dönüşemeyen finansal sermaye.
1970’ler aynı zamanda, ABD’nin İsrail’in Ortadoğu’daki istilacı politikalarını desteklemesinin sonucu olarak ortaya çıkan Petrol Krizi’ne de sahne oluyor. 1974’ten sonra merkez kapitalist ülkeler ve finans kapital kendine çıkış yolu aramaya başlıyor. Vietnam’daki yenilgiden sonra bu tür maceralara da girilmesi mümkün değildir. G7 ülkeleri ile Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF 1977’de aldıkları kararlarla eldeki stokların eritilmesi ve finansal şişkinliğin giderilmesi için çevre ülkeler için felaket getirecek politikaları hayata geçiriyorlar.
Dünya Bankası, “yapısal uyum” politikaları ile Latin Amerika ülkelerine yeni kalkınma stratejileri dayatıyor. IMF bu ülkeleri borçlandırıyor. Dünya Ticaret Örgütü de dış ticaretin serbestleştirilmesi için ülkelere “tavsiyelerde” bulunuyor. Bu mengene yüzünden, ithal ikameci sanayileşme stratejilerini başarıyla uygulayarak merkez ülkelere olan ekonomik bağımlılıklarından kurtulmaya çalışan Latin Amerika ülkeleri, ihracata yönelik sanayileşme stratejisine geçiriliyor. Aynı zamanda yabancı yatırımların teşvik edilmesi isteniyor. Bu yeni stratejiye de IMF fonlarının yardımıyla geçilmesi dayatılıyor. Bu adımların sonraki aşamalarını Türkiye üzerinden anlatmaya devam edelim.
1980’e doğru Türkiye: Burjuvazisinin bunalımı
Türkiye hükümetleri, 1974 Petrol Krizi’nin ülke ekonomisini olumsuz etkilememesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Petrol fiyatları dünyada üç misli artarken Türkiye’de çok az bir yükseliş gösteriyor. 1974’te aynı zamanda Ecevit hükümetinin düzenlediği Kıbrıs Harekâtı gerçekleşiyor. Bunun sonucu olarak Türkiye’ye ambargo uygulanıyor. Bu baskılara rağmen gerek Ecevit gerekse Demirel hükümetleri, iç piyasayı koruyan hamleler yapıyorlar. Bu hamlelerin asıl nedeni, Türkiye’nin sürekli seçim ikliminde olması ve hükümetlerin “popülist” seçim ekonomisi uygulamasıdır. Ne var ki bu sadece krizinin gecikmesini sağlayabiliyor.
Krizin daha büyüğü 1977’de geliyor. Enflasyon yükseliyor. Oysa ücretler düşmüyor, hatta artıyor. Sermayedarlar, kârlarının erimesi karşısında bunalmış durumdadır. Peki ücretler nasıl oluyor da artıyor? Çünkü militan bir sendikal siyaset yükseliyor. İşçi sınıfının bu başarısı, düzenin kaldıramayacağı bir düzeye ulaşmıştır artık. Yani düzen için son iki seçenek kalmıştır; ya felakete sürüklenmek ya da finans kapitalden can simidi istemek.
24 Ocak Kararları
Turgut Özal, 1979’da Demirel hükümetinin başbakanlık müsteşarı oluyor. Demirel’e sunduğu ekonomik paket, 24 Ocak 1980’de karar altına alınıyor. Yukarıda yarım bıraktığımız finans kapitalin yeni stratejisinin aşamalarına devam edebiliriz. Latin Amerika’da uygulanan bu politikaların benzerleri 24 Ocak kararları olarak karşımıza çıkıyor. Bu kararlar, IMF ve Dünya Bankası’nın himayesine geçmek demektir. Turgut Özal’ın misyonu budur.
İthal ikameci sanayileşme stratejisi terk edilmelidir. Dış ticaret serbestleştirilmelidir. Yabancı yatırımlar teşvik edilmelidir. Yani uluslararası finans kapitale teslim olunmalıdır. Türk Lirası devalüe ediliyor ve günlük kur ayarlamasına geçiliyor. Bu sayede ihracatın önü açılıyor. Tabii dış ticaret serbestisi de getiriliyor. Yabancı yatırımların önü açılıyor. Üstelik bu uluslararası şirketlerin merkez kapitalist ülkelere kâr transferleri de yasal güvenceye alınıyor.
Burada can alıcı bir önkoşul söz konusudur: İç talep kısılmalıdır. Fiyat kontrolleri kaldırılacak. Böylece enflasyon artacak. Tarımsal destekler azaltılacak. Ücretler baskılanacak, nihayet iç talep daralmış olacak.
Peki nasıl olacak da ücretler baskılanacak? Sendikalar bu denli güçlüyken, sosyalizm seçeneği bu denli sahiciyken, üstelik Demirel-Ecevit hükümetleri çaresizken… Burada da Latin Amerika’dakine benzer bir kırılma olmalıydı. İşte o 12 Eylül Darbesidir. 24 Ocak kararları ile 12 Eylül Darbesi birbirinin kan kardeşidir. Kenan Evren’in darbe sonrası ilk “ulusa seslenişinde” yüksek ücretlerden dert yanması bu kardeşlik bağının işaretiydi. Artık sermayenin karşı saldırısı başlayabilirdi.
Sermayenin karşı saldırısı: Neoliberalizm
Darbeden sonra Turgut Özal, ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. Artık ekonominin başındaydı; finans kapitalin yüksek müsaadeleriyle.
Burada finans kapital ile Türkiye’deki darbeler arasındaki sıkı bağlantıyı ortaya koyan bir göstergeyi vurgulayalım. 1960 darbesinden sonra Maliye Bakanlığına Kemal Kurdaş getirilmiştir. Aynı Kurdaş’ın bir sonraki işi ODTÜ rektörlüğüdür. Hani şu meşhur ODTÜ rektörü. Kurdaş, bakan olmadan önce IMF’de çalışmaktaydı. 1971 darbesinden sonra ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına Atilla Karaosmanoğlu getirilmiştir. Bu profesör beyefendi de öncesinde Dünya Bankası’nda çalışmaktaydı. Turgut Özal da 1971-1973 arasında Dünya Bankası’nda danışmandı. Bitmedi. 28 Şubat Darbesi sonrasında, bu sefer birkaç yıl gecikmeyle, ekonomiyi “kurtarmak” için Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş ekonominin başına geçirilmiştir. Turgut Özal dışındakiler siyasete devam etmemişlerdir ve sosyal demokrat olarak bilinirler. Öyleyse şu “aslan sosyal demokratların” suçlarından birini daha not düşelim. 1977 Ecevit hükümeti, sosyalist solun yükselişini engellemek için elinden geleni yapmıştır. Sonra kalkıp darbeden yakınmasınlar.
Darbeden sonra sendikacılar tutuklanmış, grevler yasaklanmış, toplu sözleşme yerini Yüksek Hakem Kurulu’na bırakmıştır. İşbirlikçi Türk sermayesinin ve finans kapitalin istekleri bir bir hayata geçirilmiştir. Hatta daha fazlası. Öyle ki IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’yi örnek ülke olarak lanse etmiştir.
Türkiye ithal malları cennetine dönüşmüştür. Yani merkez kapitalist ülkelerin stoklarının bir kısmı eritilmiştir. Bu stokları hangi parayla satın alacaktı Türkiye? IMF’nin verdiği borçlarla. Böylece finans kapitalin âtıl duran fonları kazançlı bir kapı daha bulmuştur. Yabancı yatırımcılar, hiçbir yasal engele takılmadan ülkede at koşturmuşlardır. Ücretler baskılanınca düşük maliyetle üretilen mallar da merkez kapitalist ülkeler tarafından ucuza kapatılmıştır. Zaten içeride bu malları alacak bir alım gücü de kalmamıştır.
Tüm bunların toplamına ve daha fazlasına neoliberalizm denir. Daha fazlası demişken: 12 Eylül Anayasası, neoliberalizmin taleplerine uygun olarak hazırlanmıştır. Finansal serbestleşme adımları 1986’da İstanbul Borsası’nın açılması ve 1989’daki yasal düzenlemelerle devam etmiştir. Tabii “yol kazaları” da olmuştur: 1982’de bankerler krizi patlamıştır. 12 Eylül’den sonra ortalığa mantar gibi saçılan bankerler ve butik bankalar emekçi halkın parasını iç ederek yok olup gitmişlerdir. 1983’te Turgut Özal, ANAP’ın iktidara gelmesiyle başbakan olmuştur. ANAP hükümetinin bir başka “başarısı” da özelleştirmeleri başlatmak olmuştur. Sümerbank’tan başlayarak KİT’ler elden çıkarılmıştır. Bitirirken emekçi halkın cebini oyan bir başka ANAP icraatından da söz etmeliyiz: Yolsuzluklar, “hortumlamalar”, devletten avanta almalar. Bu ANAP’ın alamet-i farikasıdır.
Neoliberalizm; sermayenin işçi sınıfına karşı saldırısının 1980’den sonraki adıdır. Esaslarını özetleyelim: Finansal serbestleşme, dış ticarette serbestleşme, yabancı yatırımların teşviki, IMF’den borçlanma, özelleştirmeler ve deregülasyon (yani finans kapitalin saldırılarına fırsat veren yasal düzenlemeler). Sermayenin bu topyekûn karşı saldırısı, alabildiğine zor yoluyla olmuştur. Askerî darbenin mantığı da budur nihayetinde.
24 Ocak ve 12 Eylül bıçak sırtı giden bir mücadelenin sonudur. Tarih, işçi sınıfı için ya sosyalizm ya felaket eşiğindeydi. Felaket ile sonuçlanmıştır.
Bu saldırılar ve yenilgi işçi sınıfının bilincine kazınmıştır. Tabi ki işçi sınıfı mücadelesinin yeni baharları olmuştur ve daha da olacaktır. Ta ki yenilmemeyi öğrenene kadar.