Mehmet ÖZGEN yazdı – Bugün Türkiye halklarını ve emekçilerini sadece Covid-19 virüsü tehdit etmiyor. Ondan daha tehlikeli, ilki karşısındaki savunma mekanizmalarını da yok etmekte olan bir başka virüs faşizmdir. İşte buna karşı cesareti kuşanmış halkın iradesi en kudretli aşıdır.
Aslında 4 yıldır önerdiğim şey halkın mobilizisyonuna dayalı bir muhalefet yürütmek. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Demokratik Cumhuriyet ve Kurucu Meclis başlıklı yazıda bunu anlatmaya çalıştım. Son yazı ve söyleşilerimde de muhalefetin, rejime muhalefet etmek değil, onu yıkmayı hedef alan bir mücadele hattı izlemesi gerektiğini vurguluyorum.
İlk kez, ÖDP'den yol arkadaşımız Veysi Sarısözen'den benzer bir yaklaşım geldi. Sarısözen benim anlattığımdan -bugünkü konjonktürün de etkisiyle- daha açık ifade ediyor.
Berat Albayrak’ın istifasının ardından HDP’nin erken seçim ve Erdoğan’a istifa çağrısını bir adım öteye taşıyarak şöyle diyor:
“Erdoğan istifa, Erdoğan’sız erken seçim” sloganıyla sokağa çıkmak. Ve devam ediyor:
Şimdiki aşama, iç yüzü açığa vurulan Erdoğan-Bahçeli rejimini yıkma aşamasıdır.
“ ‘Yıkmaktan’ kastım 1917 Ekim devrimi gibi bir şey değil elbette” diye ilave ederek.(1)
Aynen böyle düşünüyorum… Bir ilave ile… HDP ve yetkisizleştirilmiş-parlamento dışı partiler dahil muhalefetin bileşenleri, Erdoğan’a istifa ültimatomu ile birlikte Türkiye ve dünyaya bir demokrasi manifestosu ilan ederek adım atmalı. Her bir sosyalist, proleter devrimci, demokrat, yurtsever bulunduğu ilişkiler ağı üzerinden bu fikri yaymalı ve onun gerektirdiklerini hayata geçirme gayreti içerisinde olmalıdır.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, bu hukuk dışı, anayasa ve yasadışı bir çağrı değildir. Tam da objektif ve evrensel hukukun söylediği meşru bir haktan söz ediyoruz. Hukuk biliminde ''direnme hakkı'' diye bir kavramdan söz edilir. İki durumda direnme hakkı meşru bir hak olarak tanımlanır. Birincisi; iktidarın 12 Eylül gibi darbe yaparak ya da silahlı şiddet ve terör yoluyla ele geçirilmesine karşı; ikincisi de seçimle gelen bir iktidarın, tarihsel bir örnek olarak Hitler’in liderliğindeki Nazi Partisi’nin 1933’de iktidara gelişi gibi, ardından hukuk dışına çıkıp, anayasa ve yasa tanımazlıkla devlet iktidarını gasp etmesi ve demokrasiyi yok etmesi karşısında. Bu iki durumda hukuk dışına çıkan iktidarı yıkmak meşru, hukuki bir haktır ve muhalefetin de bu hakkı kullanmak üzere halkı örgütlemesi evrensel hukuka uygundur. Zaten hukuk düzeni, kuralsızlık yerine kurallı bir siyasal rejim kurmak için yürütür bu mücadeleyi.
Ve hatırlatmak isterim ki, direnmek, sadece ayak diremek, inat ve ısrar etmek değil, aynı zamanda karşı koymak ve mukavemet etmektir. “Kişisel alanda meşru savunma (müdafaa) saldırıya karşı koyma ya da direnme, hukukça korunmaktadır. Saldırıya karşı duran bu arada yasada suç olarak tanımlanan bir fiil ya da eylemde bulunmuş ise ve durumu yasadaki koşullara uymaktaysa, kendisine ceza verilmez ya da en azından cezası hafifletilir.” (TCK, mad. 49-51) (2)
Bu bakımdan kitlelerin bu amaçla sokağa çıkması, meydanları doldurması, Cumhurbaşkanı ve hükümetinin istifasını istemesi, bu yoldan kurulacak geçici bir hükümetle seçime gidilmesini talep etmesi ve bunun için eylemde bulunması meşrudur, demokrasi mücadelesinin kendisidir.
On yıllardır solun da siyasal mücadelesini ve örgütlenmesini burjuva hukuku çerçevesinde konumlandırdığı malumdur. Bunu tartışmak ayrı bir konu. Ancak görülmektedir ki, bu hukuk bile meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnmenin hak olduğunu söylüyor. Bu öncelikle gayrı-meşru ve hukuk-dışı bir iktidarı yıkma eylemlerinin bir suç olmadığı anlamına gelir.
“Erdoğan rejiminin içyüzünü açığa vurma” işi gerçekten de başarılmıştır. Cumhur ittifakı azınlığa düşmüştür. Nasıl bir soygun çetesi olduğunu bütçe konuşmasında, şimdiye kadarki performansının ötesinde bir düzey gösteren Kılıçdaroğlu ortaya koydu. Sadece Meclis salonundaki iktidar koalisyonu milletvekillerinin çıkarların nasırlaştırdığı vicdanlarına seslenmiş olsa ve bu soygunun hesabını soracağız dememiş olsa bile.
Şimdi sıra mafya ile, derin devlet artıkları ile, çetelerle bileştiği artık resmileşen bu devlet iktidarının alaşağı edilmesidir. Bunu sağlayacak bir mücadele hattının ortaya konmasıdır.
Artık bu zorunlu ve kaçınılmaz bir aşamadır. Çünkü iktidarın ortaya koyduğu kimilerinin kaos planı dediği yeni strateji, toplumda yükselmekte olan ve anketlerin de kararsızlık oylarıyla yansıttığı umutsuzluğa oynamaktadır.
Şöyle ki, bir mafya lideri, ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nu tehdit ediyor. Bahçeli ‘dava arkadaşım’ diyerek tehdidi savunuyor. Kaos planı devreye girdi diye yazan yandaş bir gazeteci, bir fetöcü tarafından “tıpkı Karlov suikastindeki gibi öldürülecek” diye yazıyor. Yurtdışından buna itiraz eden Fetullahçılar ise “böyle bir suikastın iktidar çevreleri tarafından yapılacağını ve suçun Cemaate yükleneceğini” söylüyor! İBB Başkanı İmamoğlu’na suikast düzenlenecek deniyor. Ankara’yı soyup soğana çevirmiş, adeta bir rant-yolsuzluk ve suç derebeyliği kurmuş bir mütegallibe ağası Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nı aynı üslupla tehdit ediyor. TV ekranlarından “Erdoğan’a biat edeceksiniz” diye bağıran AKP sözcüleri var.
Fakat hiç bir savcı bunları soruşturma konusu yapmadığı gibi, muhalefetten de yeterince ısrarlı ve inatçı bir ses yükselmiyor. (Belki hala! Erdoğan'ın toplumu kutuplaştırma politikasına hizmet etmeyelim anlayışındalar) Kırmızı Pazartesi sendromu bile durumu izah etmekte yetersiz.
Bunlar olurken Cumhurbaşkanı ve onun hükümetinden ise tek ses yok. Bir iktidarın bu tehditler karşısındaki suskunluğu suçu savunmak, bizzat sahiplenmek ve teşvik etmektir.
Kısacası, halka “işte sizin güvendiğiniz, umut bağladığınız muhalefet bu” mesajı veriliyor.
İşte bunun için iktidarı yıkma stratejisi zorunludur. Aksi takdirde, halk kitlelerinin genel olarak muhalefete güveni azalacak ve umutsuz bir durum ortaya çıkacaktır. Bu faşizmin istediği bir şeydir.
Selahattin Demirtaş son röportajlarından birinde buna işaret ediyor:
“Maalesef Türkiye’de her şey çok daha kötüye gidiyor. Toplumun içinde bulunduğu durum derin bir umutsuzluk ve mutsuzluk hali. Burada, umudu var etmek ve çözüm üretmekle sorumlu olan muhalefettir.”
Demirtaş devamla “Ben, muhalefetin bir araya gelerek güçlü bir alternatif oluşturacağına ve umudu somut hale getireceğine inanıyorum” diyor.
Sarısözen, “ama CHP bu çizgiye gelmez” diye itiraz eden ya da eğilimlerini “itiraz” kelimesiyle ifade ettiği sol çevrelere “Doğrudur. Sorun da budur. Bu çizgiyi, değerli devrimci kardeşim sen dile getireceksin, muhalefetin tabanında yayacaksın, cepheyi partiler arasında kuramıyorsan, aşağıdan yukarıya doğru kuracaksın” diyor.
Bu da doğru bir sözdür.
“Tartışmaya, ama kısa süreliğine bir tartışmaya ihtiyaç” duyduğumuz noktada burasıdır. Demokrasi Manifestosu, Erdoğan’sız seçim, Geçici Hükümet ve sonrası… Bütün bunları ve sürecin emek demokrasisi (proleter demokrasi) seçeneği ile Kurucu Meclis ve Demokratik Cumhuriyet’e nasıl evriltileceğini tartışmak.
‘Aşağıdan yukarıya doğru’…
Nasıl?
Daha önce de yazdım. Tekrarlıyorum…
Kapitalist sistemin egemenlik alanlarına tekabül eden üç belirgin mücadele alanı var: (1) Artı-değer sömürüsünden kaynaklanan ve buna dayalı sermaye egemenliğine karşı sınıf mücadelesi alanı; (2) Yine eski sınıflı toplumlardan kapitalist sisteme miras kalan ve daha özgül, daha sinsi, bütün kültürü ve sosyal yaşamı belirleyen kadın üzerindeki egemenliğe karşı mücadele alanı; (3) Sistemin sömürüp tahrip ettiği, bugün insanlığın karşı karşıya olduğu ölümcül virüslerin doğmasına sebep olan, insan türü ve bütün canlılığı yok etme tehdidiyle karşı karşıya getiren doğa üzerindeki hakimiyete karşı mücadele alanı… Dolayısıyla, sınıf mücadelesi, kadın özgürlüğü mücadelesi ve çevre hareketinin bileşik mücadelesi eşgüdümlü kılınmalıdır. Emek hareketi üzerinde, sınıfın çeşitli kesimlerinin politik birliği olarak, bir Emek Cephesi inşa edilmelidir. Bunları yaparken öncülüğü ikamecilikle karıştırma hastalığına düşülmemelidir. Emek Cephesi, artı-değer sömürüsü kapitalist üretim tarzının temeli olduğundan, anti-kapitalist karakterli bu bileşik mücadelenin de, genel demokrasi mücadelesinin de belkemiği, itici gücüdür. Faşizme karşı demokrasi mücadelesini sonuna kadar götürecek olan burjuva muhalefeti değil, işçi sınıfıdır çünkü.
Halkın örgütlenmesi böyle başlar. Bugün bu örgütlenmenin koşulları vardır.
Pandemi mi diyorsunuz? “O zaman oturun evinizde” diyor Sarısözen.
Fakat hatırlatmak istiyorum… George Floyd'un canice öldürülmesi üzerine, salgının en üst boyutta yaşandığı ABD'de kitleler sokağa döküldü ve diktatör özentisi Trump’ın askeri müdahale tehditlerine boyun eğmeden haftalarca onlarca eyalette direniş çizgisini yükseltti. Bu hareket içinde nispeten bir örgütlenme sağlandı ve Biden’ın temsil ettiği bir demokrasi bloku oluştu. Seçim galibiyeti de buradan geldi.
Özgürlük mü istiyoruz? O halde cesaret etmek, cüret etmek gerekir. Cesaret bulaşıcıdır diye bir söylem vardı. Bugün Türkiye halklarını ve emekçilerini sadece Covid-19 virüsü tehdit etmiyor. Ondan daha tehlikeli, ilki karşısındaki savunma mekanizmalarını da yok etmekte olan bir başka virüs faşizmdir. İşte buna karşı cesareti kuşanmış halkın iradesi en kudretli aşıdır.
1Politika Gazetesi, 5 Aralık 2020
2Baskıya karşı direnme hakkı, Ahmet Taşkın (Adalet Bakanlığı Tetkik Hâkimi), TBB Dergisi, Sayı 52, 2004, Sayfa 37.