Thomas SCHİMİDİNGER, Cemalettin Efe’nin geçtiğimiz ay Avusturya’da gerçekleştirilen IŞİD saldırısı, Türkiye’nin IŞİD ile ilişkileri, Avrupa, Ortadoğu ve Suriye’deki IŞİD örgütlenmesi ve PKK ile KDP arasında yaşanan gerilim hakkındaki sorularını yanıtladı.
1974 yılında Avusturya’nın Vorarlberg eyaletinde doğan Thomas Schimidinger siyasi bilimler, kültür ve sosyal antropoloji çalışmaları yapıyor. Viyana Üniversitesi ve Yukarı Avusturya Akademisi’nde Ortadoğu, göç ve siyasal İslam, radikalleşme ve radikallikten arınma konularında ders veriyor. Irak, Suriye, Sudan ve Doğu Avrupa ile ilgili çok sayıda eseri bulunan, Kürtlerle ilgili araştırmaları ve kitapları yayımlanmış olan Schimidinger Avusturya Kürt Enstitüsü’nün kurucularından ve Irak’ın Şengal bölgesindeki Ezidi halkıyla ilgili bir projenin de yürütücüsü. Schimidinger'in çok sayıda kitabı Arapça'ya ve Kürtçe'ye çevrildi.
Röportaj: Cemalettin Efe
–Avrupa, Fransa ardından Avusturya’da yaşanan IŞİD saldırılarıyla sarsıldı. Özellikle Rojava’da önemli bir darbe yiyen ama varlığını çeşitli saldırılarla göstermeye devam eden IŞİD’in Avrupa’daki ağı ve örgütlülüğü ne düzeyde?
IŞİD’in örgütlenmesini bir soğana benzetebiliriz. Örgütün asıl merkezinde Irak ve Suriye’deki kendisine Halife İbrahim unvanı veren Ebu Bekir el- Bağdadi vardı ve “halife” olarak kendisine sadakat yemini ediliyordu. Bu merkezin dışında kendi başına örgütlenmeler olarak ortaya çıkmış ama IŞİD’e 2014 yılından sonra katılmış bir dizi örgütlenmeler var. Bunlar IŞİD’le, yani merkezi örgütüyle birlikte davransalar da kendi başına siyasi çizgileri olan örgütlerdir. Örneklersek; Nijerya’da Boku Haram, Mısır’ın Sina Yarımadası için kurulmuş Bayt al-Maqdi, Orta Asya ve Afganistan’daki benzeri örgütleri sayabiliriz. Soğanın diğer bir zarını örgütle gevşek ilişki içinde olan dünya çapındaki sempatizan ağı oluşturuyor ki, bunun içinde Avrupa da bulunuyor.
Dünya’nın çeşitli bölgelerinde varlığını sürdüren bu yapılar; merkezi örgütün ürettiği materyallerini referans alarak, propagandasını yaygınlaştırıp tekrarlayarak eylemsel bağlamda ortak davranış içinde oluyorlar. Bu merkezi örgütle emir komuta biçiminde bir ilişki değil. Bunlar daha çok kendi bölgelerinde ilişki ağı kurmuş olan sıkı ve sert birimlerden oluşuyorlar. Bu tür örgütlerde yer alanların bir kesimi oldukça genç insanlardan oluşuyor. Mesela Viyana’daki saldırıyı gerçekleştiren militan daha 20 yaşında biriydi.
Düşünün bir kere IŞİD 2014’de zirvedeyken bu genç adam daha 14 yaşındaydı. Bu gencin de içinde olduğu kuşak eski kuşağın yerini dolduran bir kuşak olarak, IŞİD’le daha gevşek bir örgütlenme içinde bulunuyor. Bunun merkeze karşı doğrudan sorumlu birimler olmadığını söylemek istiyorum. IŞİD büyük oranda darbe aldıktan sonra yani 2016’dan beri Avrupa’da doğrudan büyük saldırı niteliğindeki, örneğin 13 Kasım 2015 Bataclan katliamları yapamaz duruma gelmişti. Birkaç yıl önce Berlin, geçen Ekim ayında Fransa Nice’deki ve en son Viyana’daki saldırılar pekala tek kişi tarafından da gerçekleştirilebiliniyor.
Viyana’daki saldırının sade tek bir kişi tarafından yapılıp yapılmadığını henüz bilmiyoruz. Saldırganı oraya kimin getirdiği veya nasıl geldiği halen netleşmiş değil, pekâlâ ikinci bir kişi onu olay yerine getirmiş olabilir. Bu tür göreceli küçük eylemleri gerçekleştirmeyi, IŞİD taraftarlarının kendi başına da yapabileceklerini gösteriyor. Örgütün saldırıyı özel olarak yönetmesi gerekmiyor. Bu tür saldırının gerçekleşmesi için zamanını ve olayı yapacak bir tarafın ortaya çıkması lazım. Aynı zamanda politik ortamın da müsait olması gerekir. Mesela Muhammet karikatürleri üzerinden gündem oluşması veya Türk Devleti’nin olayları kışkırtması durumunda birilerinin bunu yapmaya kendisini hazır hissetmesi gibi.
-Avusturya’da 4 kişinin ölümüyle sonuçlanan IŞİD saldırısı ardından yürütülen soruşturmadan nasıl sonuçlar çıktı?
Saldırgana karşı herhangi bir soruşturma yok çünkü kişi öldü, ama yetkili kurumlar ona yardım eden başka birileri var mı onu araştırıyorlar. Buradaki can alıcı soru oraya nasıl ve kimin yardımıyla geldi. Büyük bir saldırı silahıyla metroda yalnız başına gittiyse, ki kamera veya insanlar tarafından mutlaka fark edilirdi. Büyük bir olasılıkla oraya gitmesini bilen veya yardım eden birileri olmalı. Ama bundan daha ilginç olan Avusturyalı kurumların saldırıdan önce neden hiçbir önlem almadıkları ve neden bu denli başarısız olduklarıdır. Bu olaya ilişkin saldırgan, önceden Alman ve İsviçreli IŞİD’cilerle görüşmüş, bir terör örgütüne üye olmaktan hüküm giymiş ve bir süre yatmış çıkmış ama izlenmemiş! Slovakya’ya gidip mühimmat almaya çalışmış ama Avusturya polisi hiçbir şey yapmamış. Bütün bunların neden böyle olduğunu ortaya çıkarmak, saldırganın bir suç ortağının olup olmadığından çok daha önemli. Avusturya’nın bundan sorumlu gizli haber alma örgütü olan Bundesamt für Verfassungsschutz und Terrorismusbekämpfung’un (Federal Anayasayı Koruma ve Terörle Mücadele Dairesi) açıkça çuvalladıklarını gösteriyor. Bunun açıklığa kavuşturulması en az terör saldırısının kendisi kadar önemlidir.
-Avusturyalı kurumların bu denli çuvallamasının sebebi sizce nedir?
Konuya ilişkin benim bir tezim var ama tabi bunun da araştırılması lazım. Birincisi bizim federal devlet olduğumuz ve 9 eyaletin kendi BVT (Federal Anayasayı Koruma ve Teörle Mücadele Dairesi) kurumu var ve her biri farklı biçimlerde çalışıyor. Bazıları bu çevreleri önemli düzeyde kontrol edebilirken, diğerleri bu kadar başarılı değiller. Bu konuda çeşitli sorunlar var; Yetkin ve yeterli eleman eksikliği var. Birçok eyaletin BVT çalışanları normal polislerden oluşmakta, yani uzman polis konumunda değillerdir. Mesela cihatçılık konusunda olduğu gibi. Birçok eyalette Arapça bilen uzman bulunmuyor, dolayısıyla Arapça ilişkileri takip etmeleri imkansızlaşıyor. Bu kısmen Türkçe, Çeçence dilleri için de geçerli. Ayrıca Eyalet BVT’leriyle Merkezi BTV arasında da ilişkilerde sorunlar var. Dolayısıyla bu aynı zamanda hukuksal kurumlar olan savcılık veya mahkemelere de bilgi akmasında bir düzine eksikliğin oluşmasına neden olmaktadır.
Bir diğer önemli sorun da bu saldırıdan epey önce Avusturya Gizli Servisi Luxor adı altındaki operasyonla meşguliyetleri de var. Olaydan epey sonra yani şu sıralarda Müslüman Kardeşler’e ait oldukları savıyla İslami örgüt ve kurumlara baskınlar ve aramalar yürütülüyor. Gizli polis ve diğer kurumlar o denli Müslüman Kardeşler operasyonuna odaklanmıştı ki, Viyana saldırısına ilişkin zamansızlıktan dolayı fazla ilgilenemediler, bunun da bir etkisi olabilir. Benim tezim bu.
-Bu konuda eski Yeşiller Partisi Milletvekili Peter Pilz’in daha önceki koalisyon hükümetinin kendi aralarında makam savaşı yürütüldüğünü ve bu bağlamda BVT’nin de itibarsızlaştırıldığı iddiası var, buna ne dersiniz?
Doğru, birçok bakımdan Peter Pilz’in bu iddiasında haklılık payı var. BVT o zaman ki ÖVP (muhafazakâr Avusturya Halk Partisi) ile FPÖ’lü (aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi) İçişleri Bakanı Herbert Kickl tarafından ciddi bir şekilde hasara uğratıldı. FPÖ’lü bir belediye encümeni öncülüğünde normal bir şehir polisi ekibiyle BVT büroları basılıp çok hassas bilgilere el konulmuştu. Bu olay uluslararası arenada diğer ülkelerin istihbarat teşkilatlarının Avusturya’nın istihbarat teşkilatına olan güvenini yitirmesine neden oldu. Avusturya BVT’sine verilecek bilgilerin güvende kalmayacağı şüphesine yol açtı.
Peter Pilz bu konuda haklı, bu gelişmelerde bunun da önemli bir rol oynadığını söylemek lazım. Ama bu kendi başına yeterli olmazdı, çünkü demin söylediğim gibi, Avusturya gizli polisi Slovak yetkililer tarafından haberdar edilmişti. Ayrıca bir sene oldu, Kickl artık içişleri bakanı değil, onun yerine Karl Nehammer bakan ve bir yıla yakın bir süre içinde ciddi bir şey yapılmadığı ortada. Gizli haber alma teşkilatı BVT Kickl tarafından önemli ölçüde itibar kaybına uğratıldı. Fakat, itibarın yeniden düzeltilmesine ilişkin bir şey yapılmadı. Burada ÖVP’yi bu konuda muaf tutmak mümkün değil, ayrıca FPÖ’yü hükümete dahil eden kim? sorusu karışımızda duruyor.
-IŞİD’lilerin örgütlendiği camilerle ilgili hangi ayrıntılara sahipsiniz…
Yaygın bir söylentiye göre saldırgan zaman zaman bu camilere gidiyormuş. İki farklı cami. 16. Viyana’daki Melit İbrahim cami, IGGÖ-Islamische Glaubengemeinschafts Österreich’ye (Avusturya İslam İnancı Cemaati) bağlı olmayan, kendi başına bir dernek gibi işleyen ve derneğin içinde ibadet yeri de olan, yani resmi bir cami olmayan bir yer. Bu camide Sırbistan ile Karadağ sınırında olan Sancak bölgesinden gelen bir selefi vaiz olan Necat Balkan aktifti. Necat Balkan en aktif vaiz olarak daha önce tutuklanmıştı. Necat Balkan ve taraftarları kendilerini Hazimi’ye bağlı ve onun yolunu takip ettiklerini söyleyen bir cemaat. Hazimi Suudi kökenli ve aşırı tekfirci bir şeyh olarak bilinir. Hazimi’nin İslam yorumuna göre yoldan çıkmış herhangi bir müride, ki onun yoldan çıktığını bilmeyen bir imam veya şeyh kefil olduğu durumda, kendisi de yoldan çıkmış kabul edilir. Yoldan çıkmış birini mürted ilan etmeyen kefilin kendisi de mürted olur.
Tevhit Cami IGGÖ’ye bağlı ve önemli vaizi ise yine Balkan kökenli Saraybosnalı Muhammed Porča. Bu akım göreceli olarak daha az siyasi, daha çok Muhammed’i ve taraftarlarının dönemini kopyalayarak, onlar gibi yaşamayı amaçlayan bir cemaat. IGGÖ’ye bağlı bir cami olmaları hasebiyle de resmi bir cami konumundaydılar. Çoğunlukla Balkan kökenliler; Boşnak ve Arnavutlar bu camiye gidiyorlardı. Muhammed Porča Sırpça vaaz veren Saraybosnalı “bilgin” bir aileden gelen biridir. Ben şahsen Tevhit Cami’nin doğrudan IŞİD’le bir bağlantı içinde olduklarını sanmıyorum. Muhammed Porča bir cihatçı olmaktan çok, püriten bir kişilik. Porča Viyana’da bilinen en eski selefistlerden biri ve çeşitli camilerde vaazlar vermiş biri. Porča’nın camisine gidip gelen gençlerin bir kısmı çeşitli aşamalarda radikalleşmiş, ondan ayrılmış ve şiddet telkin eden hareketlere katılmışlardı. Porča’nın suçu şiddeti savunan İslami cihatçılıkla arasına net çizgi koyamaması ve onun camisinden cihatçı grupların ortaya çıkmasıdır.
-Viyana’da birkaç ay önce Kürtler ve göçmen örgütler ülkücü, Erdoğancı milliyetçilerin saldırısına uğramış, ardından Türkiye ile Avusturya arasında diplomatik kriz yaşanmıştı. Avusturya’daki Türk ırkçıların örgütlenmesi ne düzeydeydi, hangi örgüt ve kurumlar var, ne tür faaliyetlerde bulunuyorlar? Hükümet buna karşı neler yapıyor?
Bu konuda en önemli sorunlardan biri, Türk Devleti’nin çok agresif bir diaspora siyaseti gütmesidir. Türk Devleti Avrupa’daki Türk diasporasını kendi çıkarı için her anlamda kullanmaya çalışıyor. Bunu Almanya ve Avusturya’daki dernek ve oluşumları destekleyerek, gizli ajanlar yerleştirip onların üzerinden bu kuruluşları baskı altına alarak yapıyor. Tabi bu, buradaki her sağcı gencin doğrudan Ankara’dan yönlendirildiği anlamına da gelmiyor. Avrupa’nın çeşitli yerlerinde zaten önceden beri aşırı sağcı Bozkurt söylemiyle ideolojik eğitimden geçmiş bir çevre vardı. Bu çevre özellikle 2016’dan sonra Gülencilerin devre dışına itilmesiyle birlikte AKP ile yeni bir oluşum halinde şekillendiler.
Geçen yazın Viyana’nın 10. Bölgesinde vuku bulan olaylar bunu bize iyi bir şekilde açıklıyor. Kürt, göçmen solcular ve kadın yürüyüşçülere saldıran bu grubun içinde bir genç bir taraftan, “Ne mutlu Türküm diyene” derken öbür köşeden bir başka biri “Allahu Ekber” diyordu. Bu olayda Türk ırkçı ulusalcılığı ile politik İslamcılığın ortaklaştığına şahit olduk. Bu örgütlenme en büyük camiye sahip Nizamuâlemciler bağlamında 10 Viyana’da ortaklaşmış şekilde. Ayrıca Osmanen Germanen (Osmalı Germenler) adı altında aşırı sağcı motosikletçi rockçılar da bu doğrultuda bir grup olarak bu bölgede dernekleri olamasa da aktif durumdalar. Farklı biçimlerde ortaya çıkmış bu çevreler aynı ideolojiye sahip olmasalar bile, ortak düşman algısına sahip oldukları gözlemlenebilir durumda. Bunların ortak düşmanlarını, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, solcu Avusturyalılar ve solcu Türkiyeliler oluşturuyor. Geçenlerde bir kiliseye topluca zorla girme girişimi de yine bu çevreler tarafından tertiplendi.
-Bir ara Kürt, Alevi, solcu Türkiyeli kadın ve erkeklerin yürüyüşüne saldırının Türk Devleti’nin profesyonel elemanlarınca yönetildiği iddiası basına yansıdı, bu konuda sizin düşünceniz nedir?
Geçen Haziran’da olan bu olayları iki kez kendim bizzat gözlemledim. Olayın birinci gününde, ki saldırının spontan olduğunu belki söyleyebiliriz, ama daha sonrasındaki saldırılara bu geçerli değil. Yaşlı başlı kişilerin net bir şekilde rol oynadıklarını, hal ve hareketlerinden ve ellerindeki telefonlarla sürekli yönlendirme yaptıklarına kendim şahit oldum. Kesin bir şekilde belli insanlar tarafından o saldırıların koordine edildiğini söyleyebiliriz. Ama bu görece yaşlı kişilerin Türk ajanları olup olmadıklarını bilmem mümkün değil.
-Avrupa’daki IŞİD saldırılarının özellikle Erdoğan’ın açıklamaları ardından gerçekleştiğini görebiliyoruz. Bu saldırıları yapanların büyük kısmının da bir şekilde Türkiye’den geçtiği, bir çeşit temas halinde olduğunu basına yansıyor. Buradan yola çıkarsak Erdoğan-IŞİD ilişkisine yönelik somut neleri söyleyebiliriz?
Erdoğan’ın IŞİD’le bağlantısı olduğu açık. Bunu anlamak için sadece Suriye’deki duruma bakmak bile yeterli. Ben 2015’de Türkiye’de, daha doğrusu sınırdaki Akçakale’de bulundum. Karşı tarafta hâlâ IŞİD’in bayrağı Tal Abyad’da dalgalanıyordu. Bu sınır kapısı iki yılı aşkın bir süre zarfında açıktı ve Türkiye ile karşı tarafı kontrol eden IŞİD arasında düşmanca hiçbir durum yoktu. 100 Dolar rüşvet karşılığında IŞİD tarafına insan geçiriliyordu.
Ama Türkiye’nin Kürtlerin hâkim olduğu otonom bölgelere karşı tavrıysa bambaşkaydı. Mesela PYD’in kontrol ettiği sınıra duvarlar örüldü. Sadece bu bile Türkiye’nin nasıl farklı tavır içinde olduğunun göstergesiydi. Türk Devleti’nin IŞİD ile gayri resmi ilişkileri hep vardı, en azından bu gizli istihbarat teşkilatları düzeyinde süreklilik arz ediyordu. Türkiye’nin IŞİD ile diplomatik düzlemde, özellikle Musul Konsolosluğu çalışanlarının esir alınmasında da ilişki ve görüşmelerinin olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda esir takası yapıldı ve IŞİD’e verilen esirler arasında Avusturya’dan gitme kötü üne sahip Muhammed Mahmoud’da vardı. Her şeyden önce şunu rahatlıkla söylemek mümkün, Türkiye ile IŞİD arasında barışçıl yani dostça bir ilişki hep vardı. Bunun da ötesinde başka ilişkilerin olduğunu tahmin etsek de, bunları ispatlayabilecek düzeyde değiliz. Ebubekir El Bağdadi’nin doğrudan Türkiye sınırında yakalanıp öldürülmesi de önemli bir şüphe içerir. Ayrıca birçok eski IŞİD’ci savaşçının daha sonra Ahrar-ı Şarkiye ve benzeri örgütler biçiminde Türkiye lehine Afrin ve Serekaniye’yi işgal etmeleri de konuya ilişki ayrı bir veri olarak görülebilir.
Ebu Bekir El Bağdadi’nin öldürülmesinden sonra IŞİD’in liderliğine gelen Tal Afarlı Sünni Türkmen, İbrahim El Haşimi El Kureyşi IŞİD’in başına geldi. Türkiye ile daha sıkı bir ilişki içinde olduğunu düşünebiliriz. Türkiye’nin Iraklı ve Suriyeli Sünni Türkmenler içinde oldum olası çok ciddi ajan örgütlemesi olduğunu biliyoruz.
IŞİD’in Suriye Demokratik Güçler tarafından yenilgiye uğratılmasının, büyük bir ihtimalle ortak düşman Kürtler bağlamında aralarındaki ilişkinin daha da yoğunlaşmasına sebep olduğunu söylemek mümkün. Gizli istihbarat güçleri arasındaki ortak tutulan işlerin tam ne olduğunu bilmesek de tahmin etmek zor değil. Buna ilişkin birkaç şeyi göz önünde tutmak gerekir; birincisi Türkiye ile IŞİD’in barış içinde oluşları ve sınır geçişlerinin neredeyse hiçbir şekilde engellenmemesi önemli bir veri. Avrupa’dan gelip IŞİD bölgesine geçenlerin hepsinin pasaportlarında Türkiye sınır damgalarının yanı sıra, Türkiye’den tedarik edilen telefon ve kartlar da var. Bu telefonları cihatçılar Suriye içinde de kullanmaya devam edebiliyorlar. Bu elemanların hepsi Türk telefonları üzerinden dünyanın her yeriyle, aileleriyle, örgütleriyle ilişki sürdürüyorlar. Ben IŞİD yenilgisinden sonra Türkiye’ye kaçıp orada kalan birçok kişi üzerinden zaman zaman esir alınan Ezidi Kürt kadınlarının ortaya çıktığını da biliyorum.
Türkiye 2019’da Ayn İsa’daki bir kampı bombalamıştı. Bu kampta bulunan IŞİD taraflarının önemli bir kısmı Türkiye’ye kaçtı. Geri kalanlarda bir gün Türkiye’ye gidebilme ve orada normal bir hayat sürdürmeyi hayal ediyorlar, çünkü Türkiye’yi IŞİD’in bir ittifak gücü olarak görüyorlar.
-Rojava’da Demokratik Suriye güçlerinin elindeki IŞİD’lilerin yargılanması ve vatandaşı olduğu ülkeler tarafından alınması talebi şimdiye kadar karşılık bulmadı. Avusturya vatandaşı IŞİD’liler de var mı Rojava’da? Bunların yargılanması, teslim alınması konusunda Avusturya, Avrupa ülkeleri neden isteksiz?
Benim Avusturya vatandaşı ya da Avusturya’da oturumu olan somut bildiğim 4 kadın, 4 çocuk ve 2 erkek var. Bunun dışında zamanında burada ilticaya başvurmuş ama davası bitmemiş olan Afganistanlı bir kadın daha var ve oğlu da Irak’ta tutuklu bulunuyor. Benim bildiklerim bunlar. Bunun dışında belki birkaç kişi daha vardır. Şu ana kadar Avusturya nasıl, nerede öldüğü bilinmeyen bir annenin sadece iki küçük çocuğunu ülkeye getirdi. İki çocuk kamptaydı, ben çocukların ninesinin ricasına icabet ederek bulunmalarına yardım ettim. Nihayetinde çocukların Avusturya’ya getirilmesi başarıldı. Avusturya sadece bunları geri aldı ki bunu da çocukların yetim olmaları bağlamında kabul etti. Diğer 4 çocuğu olan 4 kadının getirilmesi için, Avusturya Dışişleri Bakanlığı bir eğilim içinde değil. Rojava’daki Özerk Yönetim IŞİD ailelerini vatandaşı oldukları ülkelere vermeye hazır olduklarını defalarca açıklamış olmalarına rağmen ne Avusturya hükümeti ne de diğer Avrupalı ülkeler buna karşılık verme niyetinde değiller. Avrupalı hükümetler Rojava’da tutulan IŞİD’lilerin akrabalarının kendiliğinden bir yerlere gitmesini bekliyor ve böylece bu sorundan kurtulabileceklerini umut ediyorlar. Bu arada konuya ilişkin şunu da ifade edeyim, Avrupa’da IŞİD’li esirleri geri alan tek ülke Kosova Devleti.
-Fransa ve Avusturya’daki IŞİD saldırıları ardından Avrupa Birliği 13 Kasım’da gerçekleştirdiği bakanlar zirvesinde radikal İslamcı terörizmle mücadele konusunda iç güvenlik önlemlerinin arttırılmasını kararlaştırdı. Avrupa IŞİD’e karşı mücadelede hangi noktada? Öncelikle yapılması gerekenler neler olmalı?
13 Kasım’da yapılan zirve somut işbirliği adımlarının atılmasından öte, AB’nin cihatçılık konusunda kararlı olduğunu ve kendi yapısı içinde dayanışma içinde olduklarını vurgulamak için yapıldı. AB içinde istihbarat teşkilatlarının ortak davranması, bilgi alışverişinin daha düzenli ve efektif hale getirilmesi konusu ile Avrupa’da yaşayan diaspora (demin bu konuda Erdoğan’dan bahsettik) siyaseti meselesinde ortak çözümlerin ne olabileceğine dair tartışma ve fikir alışverişini içeriyor. Biliyoruz ki cihatçı akımların durumu her Avrupa ülkesinde farklı ve kendisine has özellikler içeriyor, örneğin sömürgeci geçmişle alakalı Fransa’nın Cezayir, Avusturya’nın Bosna ile, yani her ulusun bu konuya ilişkin farklı bir yakın geçmişi söz konusu. Bu farklı durumlara tüm AB ülkeleri için aynı önemleri uygulamanın doğru olmayacağı açık. Ayrıca bazı ülkelerde çok büyük cihatçı örgütlenme olmasına rağmen, bazı ülkelerde nerdeyse hiç yok.
-Güneydeki gerginlik sizin de malumunuz. KDP ile PKK arasında yaşanan gerginliğin bir çatışmaya dönmesi ihtimalini nasıl değerlendirirsiniz?
Şu anda bölgede olan gerginlik, şimdiye kadar olan gerginlikten çok daha fazla. Petrol hatları bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Bölgede bu iki akım arasında aslında her dönem bir rekabet vardı. Şu anda olan durum; KDP’nin iddiası Türkiye’ye giden petrol boru hattını PKK’nin tahrip ettiği ve Irak’la vardığı anlaşma gereği olarak PKK’nın Sincar bölgesindeki güçlerini çekmesi. Öbür taraftan Türkiye’nin kuzeyde Kandil'e yaptığı saldırıların yer yer KDP’nin iş birliği ile olması tabi ki aralarındaki gerginliği daha da artırıyor. Ama öbür taraftan da bu sene Rojava’daki Özerk Yönetim ile Kürt Ulusal Meclisi arasında diyalog girişimi oldu ki, bunda da ciddi bir ilerleme kaydedildiğini gördük ve bunun çok olumlu bir gelişme olduğunun altını çizmek gerekir.
Kürtlerin en büyük sorunlarından biri ki bu sorun bütün Kürt Tarihi sürecini kapsar; Kürdistan’da ortaya çıkan hareketler kendi başına hareket etmek için yeterli güce sahip olamadıkları için, dış güçlerin yardımına ihtiyaç duymak durumunda kalmış olmalarıdır.
KDP ekonomik olarak çok ciddi düzeyde Türkiye’ye bağımlı bir durumda. Diğer taraftan PKK’nin belirli ölçüde İran’ı gözetleyen bir davranış içinde oluşu gerilimi tırmandıran bir diğer faktör ve bu tür gerilimler Ortadoğu’da yeni değil ve hep var zaten. Nihayetinde bu Kürt partileri arasındaki çelişki ve uyuşmazlıkları körükleyip provoke etmeye olanak sağlıyor. Özetle Kürtlerin arasındaki uyumsuzluk günün sonunda diğer tüm sorunlardan daha belirleyici duruma dönüşüyor ve hepsinin ortak amacı olan adımları atmaları açısından engelleyici rol oynuyor. Kürt düşmanlarının yapacağının tümünden daha etkili olan, Kürtlerin arasındaki bu uyumsuzluk ve çelişkinin maalesef daha belirleyici olmasıdır.
-Sizce PKK’nin Güney Kürdistan’da hatır sayılır bir tabanı var mı?
KDP Badinan, yani Duhok ve çevresindeki siyasi manzarayı oldukça baskı altına alıp tekelleştirmiş durumda. Bu bölgede bulunan diğer alternatif siyasi akımlara, PKK ve diğerlerine ciddi bir şekilde baskı uyguluyor ve gelişmelerine engel olmaya çalışıyor. KDP’den memnun olmayan yeni yetişen gençlik bu durumda PKK saflarına katılıyor veya ona destek veriyorlar. Bu bölgede neredeyse sadece PKK ve KDP var. KDP’nin buraya bu kadar önem vermesi ve diğer siyasi aktörlere göz açtırmamasının asıl sebebi, bu bölgeyi kendi var oluş merkezi olarak görmesiyle de ilgilidir. KDP’nin bu bölgeyi kaybetmesi, her şeyi kaybetmesi anlamına gelir. Mesela daha güneye doğru gidildiğinde oralarda çoğulculuk ve farklı politik yapılara rastlamak daha mümkün. Çoğulculuğa müsaade edilen bu bölgelerde mesela KDP’den memnun olmayan insanların sadece PKK’ya gitmesi gerekmiyor, çünkü var olan diğer yapılar da var ve onlara da gidenler oluyor.
Duhok bölgesinde kitlelerin zaman zaman Türk askeri güçlerine saldırı veya protestoları burada PKK’ya ciddi bir desteğinin olduğunu bize gösteriyor. Elbette bunun tam ne kadar bir güç olduğunu bilmeyiz çünkü otoriter rejimlerde bunu düzgün bir şekilde araştırmanın imkanı bulunamaz. Her hâlükârda Badinan bölgesinde ki en büyük muhalif güç PKK olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
ABD’deki seçim sonuçlarını Türkiye, Kürtler ekseninde düşünürsek Ortadoğu politikasına nasıl yansıyabilir?
Bu konuda tam bir varsayımda bulunmak mümkün değil ama genel olarak Joe Biden’in zamanında yaptığı açıklamalardan Kürt dostu olduğundan yola çıkabiliriz. Genel anlamda Kürt dostu denebilir, sadece ne Rojava güçlerine ne KDP’ye ne de diğer herhangi bir Kürt yapılanmasının dostu denebilir. Ama her şeyden önce özellikle Trump’la karşılaştırıldığında en azından ne yapacağı tahmin edilebilir ve göreceli olarak daha güvenilir bir kişiliğe sahip. Biden’in başında olduğu bir ABD yönetiminin Trump’a göre söylediğinin arkasında kalabileceğini tahmin etmek daha mümkün olabilecek. Rojava’nın askerî açıdan ABD ile yaptığı ittifak nedeniyle bağımlı oluşu, ABD başkanlık değişimini daha da bir önemli kılıyor. Başkanın bir sabah kalkıp, “Bölgeden bütün güçlerimi çekip ittifaka son veriyorum” demesinin en azından Biden yönetiminde olmayacağını tahmin ediyorum.
-Görüşme için, bize zaman ayırdığınız için size teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim.