Ertuğrul KÜRKÇÜ söyleşi – Ölümünün 49. Yılında, 1988’de Çağdaş Yol Dergisi’nin Ertuğrul Kürkçü ile yapmış olduğu söyleşiyi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kuşaktan kuşağa aktarılan düşünsel ve politik mirasının birleştirici gücüne birinci elden bir tanıklık olması açısından bugün de tazeliğini koruduğu düşüncesiyle tekrar yayımlıyoruz.
Ertuğrul Kürkçü ile bu söyleşi 1987’de, sosyalist hareketin 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin birbirinin içine karışan yıkıcı etkilerini bertaraf ederek yeniden derlenme çabalarının gündemde olduğu bir dönemde Çağdaş Yol dergisi için Selim Ergunalp tarafından yapılmıştı. Röportaj Çağdaş Yol Dergisi'nin Şubat 1988, 2'inci sayısında yayımlandı. Ertuğrul Kürkçü söyleşiyi tekrar elden geçirdi, kimi bölümlerini kısaltarak güncelledi.
Söyleşiyi yapan Selim Ergunalp 1974’de, 12 Mart sonrasının ilk büyük siyasi tevkifatında Kıvılcım Gazetesi’ni yayımlayan ekiple birlikte tutuklanmış ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinin ilk mahkumiyet kararlarından birine çarptırılarak uzun yıllarını cezaevinde geçirmişti. Serbest bırakıldıktan sonra gittiği Almanya’da 2018’de sürgünde hayatını kaybetti. Ergunalp ve Kürkçü’nün 1968’de ODTÜ’de başlayan dostlukları, o ölünceye kadar sürmüş, bu söyleşideki fotoğrafını da, Kürkçü’nün 2017’deki Münih ziyareti sırasında Süddeutsche Zeitung Gazetesi'nde çıkan röportajı için Ergunalp çekmişti. Bu vesileyle Selim Ergunalp’i de sevgiyle anıyoruz.
Siyasi Haber
Bir yaprak gönder
Bir yaprak gönder bana,
Bir koruluktan koparılmış olsun,
Hiç değilse evinden yarım saat öteden.
Sen oraya dek yürür güçlenirsin,
bense kalkar teşekkür ederim sana
O güzel yaprak için.
B. Brecht
Ç. Yol – Önce genel bir soruyla başlamak istiyorum. 12 Mart öncesi gençlik hareketinin tanınmış liderlerinden biriydiniz ve bir dönem Dev-Genç başkanlığında bulundunuz. O dönemin bir gençlik lideri ve belirli bir siyasi çizginin temsilcisi olarak, Dr. Hikmet’le ilişkileriniz nasıl gelişti? Bu ilişkileri o günün ve bugünün duygularıyla nasıl değerlendiriyorsunuz.
E. K. – Ben kendim, kişisel olarak sağlığında doktorla herhangi bir biçimde yüz yüze gelme imkânı bulamadım. Aslında, bugün baktığımda, böyle bir imkânı bulamamış ya da elden kaçırmış olmak bana epey acı geliyor. Çünkü insanların değerleri, belki aramızda olmadıkları zaman daha iyi anlaşılabiliyor. Bu oldukça paradoksal bir durum. Ama netice olarak, bugün kendi payıma, Doktor’la zamanında karşılaşmış, görüşmüş, tartışmış ya da böyle fırsatlar doğduğunda daha iyi değerlendirmiş olsaydım, daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum doğrusu. Belki biraz daha ileride bunu neden böyle düşündüğümü de daha iyi anlatabilirim. Ancak, daha genel olarak baktığımızda, aslında hepimiz de Doktor’la bir şekilde ilişki içindeydik. Bu, maddi yüz yüze gelmelerden oluşan bir ilişki değil idiyse bile, Doktor, sosyalist harekette devrimci ve devrimci olmayan eğilimleri birbirinden ayrışmaya başladığı zaman, devrimcilerin gıdalarını kendisinden aldıkları en önde gelen insanlardan biri oldu. Herkes şu ya da bu şekilde Doktor’dan bir şeyler öğrendi.
“Doktor bizim için çok önemli bir insandı”
Biz daha sonra TİP’e muhalif olan unsurların Aydınlık çevresinde toplandığı ve burada yeni bir ayrışma başladığı sırada da Doktor’dan belli bir biçimde etkilenmeye ve onunla belli bir temas içinde olmaya çalıştık. Hatta, ayrı bir örgütlenme ilk kez söz konusu olduğunda bile, biz bunda Doktor’un da bir katkısı olsun istemiştik. Ben o sırada, bir gösteride tutuklanmış olmam nedeniyle hapisteydim. Fakat, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ve Mahir Çayan’ın kendisiyle hastanede görüşmeye gittiklerini, ancak bir görüş birliğine varamadan ayrıldıklarını biliyorum. Yani Doktor, Milli Belli ile bir ayrılık başladığı dönümde bile, bizim için çok önemli bir insandı ve kendisiyle birlikte olunmaya çalışılmıştı.
Genel bir bakışla, o dönemde Doktor’dan hangi nedenle etkilendiğimizi söyleyecek olursam, bence en önemli etken, Doktor’un Türkiye’de işçi sınıfının mevcudiyeti ve onun tarihsel devrimci öncü rolü üzerinde özellikle durmuş olmasıdır. Onun dışındaki çeşitli görüşlerini biz o dönem eleştiriyle karşılamış olsak dahi, hiç kesintiye uğratmadan sürdürdüğü mücadelesi bakımından Doktor’un kendisi bizim için çok önemli bir insandı.
Bugünden baktığımda, Doktor aslında eski Türkiye sosyalist hareketinin tek teorisyenidir diyebilirim (…) Bu, sadece bir duygusal övgü değil (…) 1920’lerden bu yana sosyalist hareketin tarihini incelediğimiz zaman, gördüğümüz şey budur. Doktor, bu anlamda biricik olması bakımından da son derece önemli.
(…) Öbür taraftan, biz [Türkiye’deki] devlete ilişkin tahlillerini ve pratik önerilerini kendimiz için kabul edilebilir bulmadığımızdan, o zaman Doktor’la birlikte olamamıştık. […] Ama, ne denir, “sel gider, kum kalır”; bütün bunlardan arda kalan Doktor’un kendisi ve eseri oldu. Ben kendi payıma, Türkiye üzerine, Türkiye işçi sınıfı üzerine yapılan tartışmalarda Doktor’un eseriyle hesaplaşılmadan çok fazla bir adım atılamayacağını söyleyebilirim.
Burada Doktor’un yanı sıra Mihri Belli’nin de adını anmak gerekiyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli olmasaydı, biz uluslararası sosyalist hareketle, dünya çapındaki Marksist gelenekle bir bağ kuramadan kalırdık. Bizi dünya sosyalist hareketine yaklaştıran, bu iki insan oldu. Onlar, Ekim Devrimi’nin ve Ekim Devrimi’nden sonra meydana gelmiş devrimlerin tecrübesini bize taşımak bakımından da çok ciddi bir kaynaklık görevi yaptılar.
Şüphesiz, Doktor’un yaklaşımı, Milli Belli’ye göre daha teorik ve yüksek soyutlama düzeyinde idi. Ama […] pratik politika önerileri yönünden her ne kadar birbirleri hakkında farklı düşünseler de (bana göre, benzerlikleri nispeten fazlaydı) geleneğin sürdürülmesi açısından bize çok şeyler aktardıklarını söyleyebilirim. Bununla birlikte, “eşitler arasında birinci” olan Doktor’dur bence.
Eskiden olsa […] nihayet ortada bir siyasi yarışma olduğu için insanların birbirlerinin lehine konuşmaları o kadar kolay olmayabilirdi. Ama Doktor’un hatırasını göz önüne alırken, hayatta olmadığını da göz önüne alarak daha dikkatli ve saygılı olmak zorundayız. Ayrıca, bu ahlaki sebebin dışında, Doktor eski sosyalist hareketin bütün teorik birikimini de taşıdığı için böyle değerlendirmek gerekir.
Ama, şu çok kesin: Gündelik politika tartışmalarının ötesine geçebilen, teoriyi burada yeniden üretebilen tek insandı doktor. O zamanlar daha önde gelen ve teoriyle daha fazla haşır neşir olan arkadaşlarımız da, Doktor'un bu yaklaşım tarzından hayli etkilendiler. Doktor’un görüşlerini benimsemiş olmasalar bile, onun çalışma tarzını, teoriyi ele alış ve uygulayış tarzını kendileri için az-çok bir dayanak noktası kılmışlardı. O sıralar çok genç olmalarına rağmen, Doktor'da bu anlamda insanları hep kendisine çeken bir cazibe vardı.
Reşat Fuat Baraner'in cenazesi (13 Ağustos 1968) Sagdan sola Hikmet Kıvılcımlı, Bulgar göçmeni bir komünist, Suat Şükrü Kundakçı, Şaban Ormanlar ve Mihri Belli
Ç. Yol – Çözüm Dergisi’nin Haziran sayısında yer alan yazınızda, FKF hareketinin başlangıcından Dev-Genç’in kuruluşuna kadar geçen dönemde, gençlik mücadelesinin dayandığı spontane halkçı ideolojinin çeşitli toplumsal etkiler sonucu mahiyet değiştirmeye ve gençliğin sosyalizmin ana teorik sorunlarına ilgi göstermeye başladığını söylüyorsunuz. Bu mahiyet değişiminde ve gençliğin sosyalizmin teorik sorunlara duyduğu ilgide Dr. Hikmet’in rolü nedir? Sanırım, burada iki eserden söz etmek gerekiyor. Birincisi, gençliğin TİP oportünizminden kopuşmasında; ikincisi, daha radikal olan MDD’nin gerek tezleri, gerekse pratik yaklaşımları itibariyle dayanaksızlığının aşılmasında Dr. Hikmet’in etkisi, özellikle “TİP’e Teklifler” ve “Devrim Zortlaması”nın etkisi neydi?
E. K. – Böyle bir etki var. Fakat, bu etkiyi bütün devrimci gençlik kitlesi açısından düşünmemeliyiz. Devrimci gençlik kitlesi, pratik mücadelenin gerekleri uyarınca belli bir gelişme gösterirken, sosyalizmin sorunları etrafında teoriye en çok haşır neşir olanlar kafa yoruyorlardı. Doktor’un etkisi, daha çok bu ikinci kategoriden insanlar üzerinde oldu. Bu insanlar, hem FKF, hem de TİP içerisindeki tartışmalarda, doğru strateji meselesinin önemini kavramışlardı.
İki öneri vardı: birincisi. TİP yönetiminin önerisi parlamenter mücadeleyi esas alan ve TİP'nin seçimlerde çoğunluğu kazanmasıyla sosyalizmin gerçekleşeceğini vazeden, ya da bunu tek çıkar yol gören eğilimdi.
İkincisi ise, MDD hareketinin temsil ettiği, demokratik burjuva devriminin tamamlanmadığı, demokratik burjuva devrimini tamamlamadan sosyalizme geçmenin ve bunu yalnızca parlamenter yollardan gerçekleştirmenin imkânsız olduğu yönündeki belirlemeydi.
"Ve galiba üçüncü girişinde İstanbul Cezaevi’ne
Aynı rahatlıkla yattı açlık grevine arkadaşlarla beraber,
ve tayınları yastık yaptılar
ayaklarında pranga
ve ıslak çimentoya uzandılar yarı çıplak”
Nazım Hikmet
“Devrimci Marksizmin doğru önermelerini savunan kesimin önündeydi Doktor”
Doktor, ikinci kutbu benimseyenlerin teorik görüşlerinin aydınlanmasına katkıda bulunan en önemli insanlardan birisiydi. Daha sonraki ayrışmalarda […] bu cephede çok farklı eğilimler olduğu açığa çıktı. Doğu Perinçek, Mihri Belli, Dr. Hikmet ve Mahir Çayan’ın eğilimi diyebileceğimiz belli başlı dört eğilimden söz edilebilir. Bu ilk ayrışmada […] devrimci Marksizmin evrensel olarak doğru önermelerini savunan kesimin önündeydi Doktor. Bu anlamda, son derece etkili ve önemliydi.
İkinci bir önemli özelliği daha var: Doktor, sadece evrensel olanı ifade etmekle kalmıyor. Türkiye’de orijinal olanı yakalamaya çalışıyordu. Türkiye işçi sınıfını dünyanın öteki işçi sınıflardan başka kılan nedir? Türkiye iktisadını ve toplumunu başka kılan nedir? Türkiye’de sınıfların şekillenmesinin tarihi nerede yatmaktadır ve hangi kökten gelmektedir? Buna kafa yoranlardan birisi, en başta geleni bence Doktor'du.
Öbür taraftan, bugün Türkiye’de sosyalistlerin açık olarak yeni yeni tartışmaya başladıkları bir sürü meseleyi gündeme getiriyordu. Örneğin, dinin Türk toplumuna etkilerini tartışanlardan biriydi Doktor ve biz laik gelenekten gelen insanlar olarak, Türkiye'de zaten insanların laik olduklarını varsaymak gibi bir yanılsama içindeydik. Oysa Doktor, dinin toplumun zihniyetini nasıl sarıp sarmaladığını ve bir politik aygıt olarak egemen sınıf tarafından nasıl kullanıldığını görmüş ve bunu tahlile girişmişti. Bunu çok az kimse yapmıştır. Bu. Orijinal bir şeydi. Türkiye, evrensel genellemelerden sıyrılan çok kendine özgü bir konuma sahipti ve Doktor bunu gündeme getiriyordu. ,
Bunların doğruluğu yanlışlığı meselesini pek az tartışıyorum. Çünkü problematiğin kendisinin ortaya konulmuş olması, problemin farkına varılmış olması önemliydi ve Doktor sadece farkına varmakla kalmamış bunları gündeme de getirmişti [… ] Çıkarttığı sonuçlara katılmamakla birlikte, Doktor’un ordu üzerine yaptığı tartışmaların da önemli olduğunu sanıyorum. Çünkü, çok örtük bir biçimde ilericiliği varsayılan bir kurum hakkında doktor, açık bir tartışma getiriyordu. Bundan çıkarttığı sonuçlara -belki şimdi yeri değil, hatta şu sıra yeri değil, pek bir şey söylemek doğru olmayabilir- katılmıyordum, ama bence bunun açıkça tartışılıyor olması önemliydi ve başka insanları da kendi tezlerini üretmeye zorluyordu.
Keza, Doktor’un “27 Mayıs ve Yön Hareketi’nin sınıfsal eleştirisi” çerçevesinde yazmış olduğu şeyler, bence son derece önemliydi: 27 Mayıs’ı pir-ü pak bir devrimci jakoben hareketi gibi görenlere karşı, bu hareketin gerçek köklerinin, önderliğinin mahiyetini, egemen sınıflarla ilişkisinin bir açıklamasını sunabilen gene Doktor olmuştu. Doktor, aslında, pratik politikanın en can yakıcı meselelerini teorileştirmek gibi bir yeteneğe sahipti ve teori yapmak yükümlülüğü ile dolu olan insanlar karşısında böylelikle olumlu bir örnek oluşturuyordu.
Ama, Türkiye'de şöyle bir yaygın alışkanlık var: İnsanların söylediklerinin […] gündelik politikadaki anlamı üzerinde daha çok konuşulur, söylediklerinin tarihsel önemi üzerinde daha az durulur. Doktor’un o zaman bu [bahiste] söyledikleri, gereğince tartışılmadı. Bu anlamda eğer, Doktor’un getirmiş bulunduğu düzeyden bir tartışma yürütebilmek mümkün olabilseydi, sosyalist hareket teorik bakımdan belki bugün bulunduğu noktadan daha ileride olabilirdi.
31 Ekim 1925 Cebeci/Ankara (Renklendiren Narodnaya Volya)
Doktor sosyalist teori cephesinde Kepler’in bilimde yaptığına benzer bir şey yaptı
O, Bir başlangıç noktasıydı. Bu, şuna benzer: Bilimin ilerlemesini göz önüne aldığımız zaman, Kepler'in güneş sistemi hakkındaki teorisi, dünya merkezli bir teoriye göre çok ileride olmakla birlikte, daha sonraki paradigmalara göre çok daha geri bir konumdadır. Ama bu noktaya sıçranılmış olunması önemlidir. Buraya gelirken, hiç de bizim zannettiğimiz gibi ya da çoğu kere gündelik bakış açısından varsayıldığı gibi, Kepler, kendi sistemini saf bilimsel saiklerle değil, başka bir tanrı bilimsel açıklamaya kanıt olmak üzere kurmuştu. Ama bu o momentte müthiş ileri bir teorik konum sağlıyordu gökbilim için. Doktor, sosyalist teori cephesinde böyle bir şey yaptı.
Herkesin el kitapları üzerinden yazdığı ve en evrensel doğruları vülger bir tarzda dile getirdiği bir dönemde, Doktor, evrensel olanı daha sistematik, Türkiye için gereken akıl yoruşu da daha özgün kılmaya çalışarak bence çok önemli bir şey yaptı. Teoriye en yakın olanları da bu anlamda olumlu olarak etkiledi.
[…]
İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) 1930'lu yılların başında cezaevinde yazıldı
“İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” o güne kadar yazılmış en ileri, en tutarlı metindi
Doktor’un geçmiş mücadelelerden elde ettiği sonuçlar, benim anladığım kadarıyla, onu açık faaliyet yürütürken son derece ihtiyatlı olmaya zorluyordu. Bu yüzden, teorik bakımdan varmış olduğu birçok sonucu açıklamaksızın kalmıştı. Hatta şöyle bir tartışma hatırlıyorum: yanılmıyorsam, 12 Mart’tan hemen sonraydı. [Ankara] Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir toplantı düzenlenmişti. Doktor da konuşmacı olarak çağrılmıştı. […] Orada, kendisine bir Aydınlıkçı [Halil Berktay] tarafından Kürt meselesi hakkında görüşleri sorulduğunda, Doktor, “bu konuda bir görüş belirtmiyorum” diyor. “Niçin?" [Cevap:] “Sıkmıyor da ondan.”
Bu, şüphesiz, o mesele hakkında düşünmenin “sıkmadığı" anlamına gelmiyor. Vardığı sonuçları, [düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskıcı yasalarla çevrelenmiş olan mevcut konjonktürde ve askeri müdahale koşullarında] düpedüz ifade etmek, son derece güç ve imkânsız geliyordu ona. Doktor öldükten sonra, her şeyin daha rahat tartışıldığı 1974 sonrası dönemde, biz de Doktor’un bu konuda yazdığı kitapları ilk defa okuma imkânı bulabildik. “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” adındaki kitabından söz ediyorum. Doktor’un metni, bu konuda Türkiye’de o güne kadar yazılmış -hatta ondan sonra da bu kadar kapsamlı bir eser bence yazılmadı- en ileri, en tutarlı metindi.
Yani, Doktor’un bir de böyle bir talihsizliğinden söz etmek gerek. Teorik olarak varmış bulunduğu sonuçlar, eski pratik deneyiminin getirdiği aşırı ölçüdeki ihtiyatlılığından ötürü açıkça ileriye sürmekten kaçınmak zorunda kalmış olması… Ben, Doktor’un o görüşler üzerine bir çarpı çektiğini düşünmüyorum hiç. Ama, onları açıklamak için [konjonktürü] uygun bulmamıştı. Bu yüzden, aslında Doktor tablosu, bir bakıma eksikti. Demek ki, Doktor’u söyledikleriyle değil, söyleyemedikleriyle de tartmak gerekiyormuş. Ama biz o zaman, ne bunu düşünebilecek kadar veriye sahiptik, ne de elde ettiğimiz verileri yorumlayıp Doktor hakkında görüş oluşturabilecek kadar esnek ve politik bakımdan olgunduk. Bizim kafamızdaki Doktor tablosu, bütün bunlardan yoksun olarak kurulmuş bir tabloydu. […]
Ordunun ilericiliği hakkındaki görüşlerini o zaman da benimsememiştik
Ama, zaten o zaman Doktor, yapabileceği kadar çok pozitif etkide bulunmuştu. Bir tek nokta kalıyor geriye. En can yakıcı olan meseleyi en sona sakladım. Doktor’un ordunun ilericiliği hakkındaki görüşleri, benim için o zaman da benimsenecek olmayan görüşlerdi. Bugün de o konudaki düşüncemi değiştirmiş değilim. [Önce] şuna katılmadığımı söyleyeyim: Doktor’un Tarih Tezi’nin bu politik sonucu kanıtlamak için yazmış bulunduğunu düşünmüyorum hiç. Doktor, belli bir sistematik sonucunda düşüne düşüne, yani düşüncenin kendi gelişimi içinde ve bu pratik verileri kendisine dayanak alarak böyle bir sonuca varmıştı.
Yanılmıyorsam, Murat Belge’nin böyle bir görüşü vardı, ben ona katılmıyorum. [Ona dediği gibi ] “Doktor, kafasına ordunun devrim yapacağını koymuş, sonra da buna kanıt ararken, bir şeyler ortaya çıkartmış” değildi. Bence, Doktor’un kaçırmış olduğu bir tek şey vardı. Aslında, kendisinin çok iyi farkında olması gerekiyordu. Türkiye'de kapitalizmin ve sınıf ilişkilerinin gelişmesinin, finans- kapitalin teşekkülünün ve dolayısıyla, her şeyin buna göre belirlendiği bir ortamda -bütün bu tespitlerin sahibi kendisi olduğu halde- geleneklerin sürekli ve kalıcı olamayacağını gözden kaçırmıştı. O yüzden, Doktor'un Tarih Tezi’nden ordunun rolüne ilişkin olarak çıkarttığı sonuçlar, diyelim 1920’ler Türkiye'si için belki geçerli olabilecekken, 1960'ların, ’70’lerin Türkiye'sinde geçerli değildi.
Doktor’u sadece bundan ötürü yargılamak durumunda hissetmiyorum kendimi. Çünkü insanlar, felsefi ve teorik olarak çok mükemmel bir kafaya sahip olmakla birlikte, politikada yanlışlar yapabilirler. Ya da doğru felsefi ve tarihsel önermelerden doğru olmayan politik sonuçlar üretebilirler. Bu apayrı bir şey.
(Renklendiren: Narodnaya Volya)
Kızıl Profesör; Hikmet Kıvılcımlı
17 yaşında Yörük Ali Efe çetesine katıldı, 19 yaşındayken Türkiye Komünist Partisi üyesi oldu.
TKP’nin Akaretler Kongresi’nde 23 yaşında Merkez Komite üyesi ve gençlik örgütü başkanlığı yaptı.
69 yıllık hayatının 22 yılı cezaevlerinde geçti.
“Doktor teori alanında bir yalnızlık dünyasında yaşadı hep”
Kaldı ki, Doktor bir yalnızlık dünyasında yaşadı hep. Söylediği doğru: İnsanlar çoğu zaman kendi yetersizliklerinden, yeteneksizliklerinden ötürü, Doktor'un tartışma masasına getirdiği birçok meseleyi tartışmadılar, tartışamadılar. Bu yüzden Doktor, hep kendi kendisiyle tartışan bir insan konumunda kaldı teorik planda. Böyle bir durumda, Doktor yaşasaydı, biz de bir akım olarak yaşasaydık, bugün belki öyle bir tartışma yürütülebilirdi.
1974’de Genel Af çıkıp, herkes gittikten sonra cezaevinde tek başıma kaldığımda, Doktor’un Tarih Tezi'yle bir şekilde hesaplaşmam gerektiğini düşündüm. Ancak, Tarih Tezi'ni önüme aldığımda, onunla hesaplaşabilmek için sadece toplum bilimleri değil, aynı zamanda doğa bilimleri alanında da, sadece tarih değil, aynı zamanda felsefe alanında da ve nihayet, sadece genel teori alanında değil, Türkiye’nin toplumsal yapısına ilişkin maddi veriler alanında da o kadar çok fırın ekmek yemem gerekiyordu ki, bu işi çok sonraya bırakmam “[gerektiğine kanaat getirdim]. Velev ki, Doktor'un tezinde söylediği her şey teorik olarak yanlış dahi olsaydı, o teorik düzeyden Doktor’la tartışmak, benim için son derece güçtü. Doktor’un sanırım bütün muhatapları bakımından bu aynıydı. O yüzden hep tek başına teori yapmak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Belki, böyle bir tartışma düzeyi tutturabilseydik, birbirimizden yeni bir şeyler öğrenebilirdik. Ama, işler hiç öyle gitmedi,
Ç. Yol – ‘65’ten sonrası, devrimci gençlik eylemlerinin hızla yükseldiği, aynı zamanda, işçi sınıfı ve halk arasında biriken hoşnutsuzluğun çeşitli pratik tepkilere dönüştüğü bir dönem oldu. Gençlik hareketinin gerek işçi hareketiyle, gerekse köylü eylemleriyle pratik yakınlıklar kurması, hatta onlarla kısmen içiçelikler taşıması söz konusuydu. Böyle bir ortamda Doktor, gençliğe büyük bir değer verdi ve hatta eserlerini büyük ölçüde devrimci gençliğe hitap ederek kaleme aldı ve gençlik üzerinde önemli teorik etkilerde bulundu. Fakat, buna rağmen, Doktor’un çizgisiyle gençlik hareketinin yürüdüğü çizgi belli anlamda paralel olarak birbirini izlemekle birlikte, çakışamadı. Bu olguyu bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çakışamamanın avantajları ya da dezavantajları var mı? İkincisi, çakışamamanın nedenleri sizce nedir? Kısmen, demin verdiğiniz yanıtlardan bazı ipuçları ortaya çıkıyor. Fakat, daha derin nedenleri olduğunu düşünüyorum.
E. K.– Yine iki olumlu noktadan başlayalım. Doktor'un bu çağrıları tamamen yankısız kalmadı. İşçi hareketi ile gençlik hareketini birbirine yaklaştırmak bakımından, Doktor’un gerçekten çok fazla çağrısı oldu. Bunu ciddiye alan insanlar da oldular. Ama bu, gençlik hareketinin -Dev-Genç’in diyelim- azınlığı bakımından böyleydi. Ancak, sadece Doktorcuları etkileyen bir çağrı da değildi.
Yapı İşçileri Sendikası'nın "yalınayak İsmet" lakaplı efsanevi başkanı İsmet demir
Doktor bizim kuşağın işçi sınıfına gitmesi bakımından bir kanal oldu
Mesela, [başını Doktorcu bir sendikacının çektiği] bir Yapı İşçileri Sendikası (YİS) deneyi var ki, bu deneye başından sonuna kadar katılanlar, hep daha sonra bizim THKP-C çerçevesinde birlikte olduğumuz arkadaşlardı. Doktor, onların işçi sınıfına doğru gitmesi bakımından bir kanal oldu. Biz, işçi sınıfının iktisadi örgütlenmesi ve mücadelesi ve buradan siyasete geçişi bakımından eğer birtakım deneyler edinebildiysek, bu dolaylı ya da dolaysız olarak, Doktor'un açtığı kanaldan olmuştur. Tabii, burada İsmet Demir gibi çok yetenekli, çok pratik öngörülere sahip bir sendikacının varlığı da önemliydi. Ama, bence neticede, İsmet Demir de bir bakıma Dr. Hikmet’in ürünüydü.
Böyle bir kanaldan bir grup insan, işçi hareketine doğru aktı. Şüphesiz, başka kanallardan da keza, İsmet Demir’le birlikte, Necmettin Giritlioğlu'nun, Demir Küçükaydın’ın çalışmalarından da söz etmek mümkün. Bu, bir grup insanı etkiledi, ben kendim, bunlardan biriyim. O zaman bizimle birlikte hareket eden Hüseyin Cevahir, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve daha başka genç arkadaşlar da bu çağrılardan etkilendiler.
Ancak, böylelikle bir bütün olarak, işçi hareketi ile devrimci gençlik hareketinin kaynaştığı da söylenemez. Çünkü, Türkiye'de işçi hareketi, mesela Rusya'da 1905 öncesinde olduğu gibi, bakir bir alan oluşturmuyordu. Rusya'da işçi hareketi, sosyalistler tarafından örgütlenmeyi bekleyen, başka burjuva partileri tarafından da örgütlenmemiş bir alandı. Orada işçi sınıfı, gerek devrimci sosyalist hareket, gerekse devrimci gençlik hareketi kendisine yöneldiğinde, sınıf içgüdüleriyle yüklü, cahil ama sosyalistler tarafından eğitilmeye açık unsurlarla doluydu. Türkiye'de ise, durum bence bundan farklıydı.
Bizde ilkin sendikalar, sonra sosyalist partiler örgütlendi. Rusya’da ise tersine, önce parti, sonra sendikalar örgütlenmişti. Ama, bu biçim farklılığının ötesinde, bence şu gerçeklik vardı: Türkiye’de işçi hareketi, iktisadi mücadele düzeyinde, devrimci ya da sosyalist olmayan akımlar tarafından kapatılmıştı. Dolayısıyla, devrimci gençler, işçi hareketine gitmeye kalktıklarında karşılarında sadece hükümet engelini değil, bir profesyonel sendikacılar engelini de buluyorlardı. Profesyonel sendikacıların bir bölümü, sosyalist düşüncelere de sahip olabilirdi, ama neticede onlar, sendikacılığı meslek olarak benimsemiş insanlardı ve işçi sınıfının iktisadi ve siyasi mücadelesi arasında hep bir ayrım olduğu görüşündeydiler. Dolayısıyla, gençlik hareketinin işçi hareketine doğru akışı bu bakımdan engellenmiş oluyordu.
İkincisi, gençlik hareketinin kendisi, her ne kadar genel olarak sosyalizan fikirlerle besleniyor idiyse de, gençliğin bir bütün olarak işçi hareketi içinde erimesi ya da kendisini ona vakfetmesi beklenemezdi. Neticede farklı sınıf gerçekliklerinden hareket ediyorlardı ve işçiler arasında çalışmak, aslında güç, zahmetli, yorucu ve bütün hayatı adamayı gerektiren bir şeydi. Bütün olarak gençliğin nesnel devrimci faaliyeti bir yana, içlerinde öznel olarak hayatını bu alana vakfetmeye hazır olan insan sayısının çok kabarık olduğunu söylemek mümkün değildi.
Gerçi, her ikisini de aynı nesnel koşullar harekete geçirdiği için, gençler de, işçiler de devrimci bir tarzda davranıyorlardı. Ama, problemi ideolojik, örgütsel ve diğer düzlemleri bakımından ele aldığımızda, gençlik henüz bu anlamda yoğrulmuş değildi. Bu nedenle farklı maddi hayat koşullarından yola çıkan öğrenci gençlerin, işçilerin davasını kendilerinin davası gibi görmüş olduklarını söylemek güç.
Üçüncü olarak, o dönemde uluslararası plandan yükselen bir ideolojik faktör vardı. O sıralar da, Çin Kültür Devrimi’nin ve genel olarak ÇKP’nin dünya görüşünün gençlik hareketi üzerinde epeyce nüfuzu vardı. Bu görüşe göre, kırlar devrimin esas alanı, köylülük devrimin esas gücü, işçi sınıfı ve kentler tâli alanlar, işçiler ise ancak sonunda devrimci olabilecek bir güç gibi ifade ediliyordu. Her ne kadar bir sürü işçi sınıfı övgüsünden sonra bunlar söylense de.
Bu söylenenler, teorik bakımdan çok fazla donanmış olmayan insanların kafasında çok şematik olarak indirgendi. Köyler kentlerden, köylülük işçi sınıfından daha önemli bir güç gibi görüldü. Tabii, başka etkiler de vardı. Latin Amerika’dan akarak gelen teorik görüşler çerçevesinde, işçi hareketiyle, gündelik mücadelelerle, sendikal mücadelelerle uğraşmak, bir çeşit “oportünizm”e tekabül ediyor gibi görebiliyordu. Bunun sonucunda, dolaysız aktif mücadeleler dışında kalan mücadeleler, ikincil olarak görülmeye başlanmıştı.
Yapı İşçileri Sendikası Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu, 22 Ağustos 1970'te, 26 yaşındayken Aliağa Rafinerisi İnşaatı'nın kapısında kalbinden vurularak öldürüldü
Demek ki, hepsini toplarsak, birincisi işçi hareketi ile gençlik hareketi arasında profesyonel sendikacılığın kurduğu bir yalıtkan alan bulunuyordu. Bu yalıtkan alanı delip geçmenin bir sürü ek uğraş gerektirmesinden ötürü, nisbeten sabırsız ve tahammülsüz olan gençler, bunu uğraşmaya değmez görebiliyorlardı. İkincil olarak, teorik planda işçi sınıfının tarihsel öncü rolünü yadsıyan ya da ikincil konuma indirgeyen görüşlerin, gençlik hareketine bir dereceye kadar egemen olmasından söz edebiliriz.
Aslında “Maoculuk”un bir bütün olarak gençlik hareketine egemen olduğu söylenemez ama, Türkiye’nin bir geri sömürge ülke olarak telakki edilmesi, buna ilişkin Sovyet görüşünün o dönemde çok belirsiz ve muğlak olması, buna karşılık Çin’in Sovyetlerle yürüttüğü polemiklerin daha devrimci karşılanması dolayısıyla böyle bir etki vardı. Bir de, Vietnam’da süregiden mücadelenin Çin’dekine benziyor olması ve gençliği bu yönde etkilemesi söz konusuydu. Aslında bu ideolojik gibi görünen nedenler hayli konjonktüreldi. Daha sonra konjonktürün değişmesiyle bu ideolojik gerekçeler kısmen ortadan kalktı, ama gene de bir kaynaşma olmadı.
Bir başka nokta da şu: Doktor’un pratik politika bakımından bir askeri darbeyle bu işin çözülebileceğine dair bir görüşe sahip olduğu düşüncesi, diğer söylediklerini de aslında törpülüyordu; insanların onları görmesini güçleştiriyordu.
Benim, gerekçeler ve nedenler olarak söyleyebileceğim şeyler, aşağı yukarı bunlar. Ama, '74'ten sonra bazı dönüşümler oldu. İnsanlar belli bir biçimde kendi dünya görüşlerini gözden geçirdiler. Daha önce dezavantaj olduğunu söylediğim görüşlerin egemenliği önemli ölçüde sarsıldı. Ama, buna rağmen, gençlikle, işçi sınıfı arasında gene bire bir bir bağ ya da bunları birbirine bağlayabilen bir örgütlenme biçimi Türkiye'de ortaya çıkmadı.
Burada başka bir şeyden daha söz etmek gerek. Rusya'dan örnek verelim. Bu ülkede, işçi sınıfının kendisi hep önde yürümüş, öğrenciler hep arkadan gelmişler ve işçi hareketinin yan faktörü olmuşlardı. Tarihsel olarak böyle bu. Tek tek işçiler ne düşünürlerse düşünsünler, kendileri zaten pratikte devrimciydiler. Sosyalist örgütler işçiler arasında hemen çok geniş yandaş kitleleri bulabiliyorlardı. Sadece Bolşevikler değil. SR'ler de, sadece Menşevikler değil, terörcüler de pekala işçiler arasından politik muhataplar bulabildiler.
Doğrusu, Türkiye'de işçi sınıfının bu bakımdan edilgen bir konumda olduğunu düşünüyorum. Bu durum Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik özelliklerinden vs. çıkar. Burada işçi sınıfının kendinde bir sınıf olduğunu henüz idrak sürecinde bulunması, köylülükle bağlarının nisbeten son 20 yıl içerisinde kopması, bu yüzden işçiler arasında köylü mantalitesinin hâlâ yaşıyor olması. İşçi sınıfının büyük devrimci atılımlar gösterdiği ülkelerden farklı olarak, Türkiye'de işçi sınıfının konsantrasyon düzeyinin nispeten düşük olması gibi nedenler de sıralanabilir.
Yani sadece gençlerden gelen bir yetersizlikten değil, işçi sınıfının tarihsel olarak nispeten geriliğinden kaynaklanan bir nedenden de söz edebiliriz. Bunların çoğu, Dr. Hikmet’in kendisinden bağımsız nedenler. Ama birçok genç insanın Doktor’un açtığı kanallardan işçi hareketine doğru aktığı da bir gerçek.
Necmettin Giritlioğlu
Ç . Yol – Sanırım bu açıklamalardan sonra doğrudan doğruya partileşme meselesi gündeme geliyor. İşçi hareketi ile devrimci gençlik hareketinin kaynaştırılması, işçi sınıfı ve gençlik hareketindeki eksikliklerin ve teorik yetersizliklerin giderilmesi, geçmiş sosyalist mücadelenin deney birikiminin ve teorik mirasın tartışılıp, netliğe kavuşturulması, işçi sınıfı ve gençliğin bu mirası hazmedebilmesi, başlı başına proletarya partisinin organizasyonunu gerektiriyor. Nitekim Doktor, 1970 yılında “devrimci mücadelede varolan örgütsel ve teorik kargaşılığa son verelim, proletarya partisini örgütleyelim" parolasıyla belli girişimlere başladı. Bu çalışma, Mihri Belli çizgisini ve Dev Genç gençlik çevrelerini de içine alıyordu. Siz sözlerinizde bu kesimleri devrimci kamp olarak nitelendirmiştiniz, devrimci kampın partileşme çalışmasına bugün nasıl bakıyorsunuz? Partileşme çalışmasının sonuçsuz kalmasında rol oynayan nedenler. THKP-C çizgisinin gittikçe belirginleşmesi ve Dr. Hikmet'in THKP-C ile ilişkileri konusunda neler söyleyebilirsiniz?
E. K. – Birincisi, TİP'in içerisindeki devrimci unsurlar belirli bir zamandan sonra barınamaz hale geldiler. Bu. "TİP ile birlikte mi gidelim, yoksa TİP’nden ayrı bir parti mi olsun" tartışmalarını başlattı. Ancak barınamaz olmanın tek sorumluluğunu yalnızca TİP yöneticilerine yıkmak da -bugün- bana biraz güç geliyor. Çünkü neticede TİP programı ve tüzüğü belli idi. İnsanlar bunu kabul ederek partiye girmişlerdi. TİP’in bizatihi kendi program ve tüzüğüne aykırı düşen bir faaliyetler toplamı, TİP içerisinde gerçekleşmeye başlayınca, onu yönetenlerin […] buna karşı bir politika geliştirmeleri beklenen bir şeydi.
Ben, o dönemde demokratik devrimciler kampının TİP içerisinde yaşar kalmak için gerekenlerin hepsini yaptıklarını düşünmüyorum. […] “TİP yöneticileri oportünisttiler, onun için devrimcileri sevmiyorlardı ve örgütlerinden attılar" şeklindeki bir mülahaza, bence gerçekliği tam olarak ifade etmekten uzak kalır. Ama neticede devrimci kampa bağlı unsurlar, TİP içerisinde yaşayamaz hale geldiler. Yaşayamamalarının bir nedeni, eğer kendi politik doğrultularını TİP’ne benimsetememeleri idiyse, ikinci nedeni de bunu benimsetmek için çok da tutarlı davranmamış olmalarıydı. Her neyse, sonuçta tartışmalar şu noktaya vardı: “TİP içerisinde var olmaya devam edilemez. Ayrı bir politik parti kurmak gerekir.”
Biz, Doktor’un “Proleter Devrimci TİP Kurultayı”na katılacağını umuyorduk
Bu noktada Doktor ne dedi? Benim bildiğim kadarıyla Doktor, TİP’in 29-30 Ekim 1970’de yapılan son kongresine katılmak, kongrede TİP yönetimi ele geçirilemese bile, orada mevzileri korumak yönünde bir politika önermişti. Yanılmıyorsam eğer, daha sonra bunu Sosyalist Gazetesi’nde de yazdı. Fakat biz o zaman Doktor'un böyle önerilerini bilmiyorduk. Gerçi bilseydik de dediğini tutar mıydık, o da ayrı mesele. Biz, mesela şöyle zannediyorduk: 29-30 Ekim Kurultayı’na alternatif olarak toplanan “Proleter Devrimci TİP Kurultayı”na Doktor'un da katılacağını, bizimle beraber meseleyi tartışacağını umuyorduk. Mihri Belli böyle aktarmıştı. Sonradan bunun böyle olmadığı ortaya çıktı ve Doktor'un ne düşünmekte olduğunu bu konuda daha sonra çıkan yazılarından öğrendik.
Doktor, TİP içerisinde kalınmaya çalışılmasını savunuyordu. Biz ise, artık onun içerisinde kalmanın yararlı olmadığı, TİP ile birlikte gidilemeyeceği, TİP'nin politikasının, programının, taktiğinin, içinde kalınarak bir şey geliştirmeye çok da elverişli olmadığı düşüncesine varmıştık. Bunların bugün yeniden değerlendirilmesi ayrı mesele, ama o günkünden çok farklı düşündüğümü de söyleyemem.
Ama, biz o kurultayda şunu gördük: aslında TİP'in örgütlenme, politika, mücadele konularında önerdiği şeyleri; Kurultay’ı birlikte topladığımız Mihri Belli tarafının da bir dereceye kadar paylaştığını anladık. Mihri Belli de aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmeyi, esas olarak örgütlenmenin legal olması gerektiğini vs. savunuyordu. Biz o zamanlar daha farklı şeyler savunduğunu varsayıyorduk. Bütün bu farklılıklar o kongrede ortaya çıktı ve farklılıklar “Proleter Devrimci TİP Kurultayı”nda giderilemedi.
Doğrusu istenirse, bizim taraf, yani daha sonra THKP-C'ni meydana getirenler de, Mihri Belli karşısında çok açık, net, anlaşılabilir, çok belirgin ve berrak bir görüşle ortaya çıkamadığından, toplantı şu uzlaşmayla bağlandı: "Evet, TİP artık sosyalist hareketin gereklerini yerine getirememektedir. Bunun yerine yeni bir devrimci parti kurulması zorunludur. Devrimci TİP muhalefeti ve buna ek olarak başka sosyalistler, böyle düşünmektedirler” diye ortak imzalı bir bildiri yayınlandı. Dev-Genç Başkanı olarak onun altında benim de imzam var.
Bugün dönüp baktığımda, böyle bir bildiriyi imzalamış olmaktan utanç da duymuyorum. Neticede, bir devrimci işçi partisi kurulması gerekliliğine dair bir irade beyanından başka bir şey değildi ve bence o, zaten söylenmesi gereken bir sözdü. Ama, bu ne kadar derde devaydı denirse, o apayrı bir mesele.
Zaten daha sonraki gelişmelerin seyri gösterdi ki, biz Mihri Belli ile de çok farklı düşüncelere sahiptik. Bunun ürünü olarak, daha sonra THKP-C olarak bilinen örgütlenme, akım ve mücadele şekli ortaya çıktı.
THKP-C’yi oluşurken Doktor’la birlik aradık
Ancak, buna girişmeden önce şöyle bir evreden geçtiğimizi baştan söylemiştim. Doktor’la bir birlik aramak evresinden geçmiştik. Bunda neler rol oynamış olmalı? Bence, şunlar rol oynamış olmalı:
Birincisi, orduya ilişkin olanları dışında Doktor’un sınıf analizleri bize akla yatkın geliyordu. Bugün de benim aklıma yatkın geliyor. Doktor’un Türkiye’de ta 1920’lerden beri hakim olan üretim tarzının kapitalizm olduğu, ama bunun Türkiye’ye özgü bir kapitalizm olduğu, dolayısıyla, klasik şemada bulunmayan sınıfların, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin
Türkiye'de yer aldığı şeklindeki belirlemesi bence çok doğruydu. Türkiye'de devletçilik bahsinde söyledikleri de son derece doğruydu. Tüm bunlar, teorik olarak hayli sağlam kalkış noktaları veriyordu. Dolayısıyla, bunları ilk ortaya koyan insan olarak ve mücadelede tuttuğu önemli ve olumlu yer nedeniyle, arkadaşlarımız Doktor’la görüşmek gerektiğini hissetmişlerdi.
İkincisi, bu insanların -ki yaşça en gençleri bendim, ama benden büyük olanlar da, iki yaş büyüktü zaten; ortalama 22-25 yaş arasındaki insanlardık- bir yıl önce böyle bir girişimin öncülüğünü yapacakları akıllarından geçmezdi. Ondan bir yıl önce de biz kendi içimizde Doktor'dan ve Mihri Belli'den bağımsız ilişkilere sahiptik. Yani bir grup olarak var oluyorduk, ama bir yıl önce bizim aklımızdan geçmezdi ki. Bütün bu eski tüfek denilen insanlar bir yanda kalacak, biz bir yanda kalacağız ve Türkiye'deki sosyalist hareketin siyasi sorumluluğunu tek başımıza üstlenmeye cüret edeceğiz. Bu yüzden, onun da verdiği eksiklik duygusuyla arkadaşlar, Doktor’la görüşmeye gittiler. Fakat burada bir anlaşma hasıl olmadı. Doktor, önerilerimizi hem teorik olarak akla uygun bulmadı, hem de kalkışmayı düşündüğümüz girişimi kendisine göre safça ve çoçukça buldu. Onun için Doktor’la herhangi bir beraberlik sağlanamadı. O zaman Mihri Belli ile de karşı karşıya geldiğimiz için tarihten gelen bir insanın bize destek olmasını da istemiş olmalıyız. Ama, Mihri Belli ile ideolojik mücadele, bundan yoksun olarak sürdü.
Bir başka neden olarak da, Doktor’un “Anarşi yok. Büyük derleniş” broşüründe yazdıkları, bize çok şematik ve sadece legal planı hesaba katan bir görüş olarak gelmişti. Onu benimsememiş olduğumuzu söylemeliyim. Hatta o zamanlar espri konusu olmuştu. Doktor, “madem örgüt kuracaksınız, ben Çelik Palas'tayım, buyrun gelin” diyor, adres de veriyordu. Herkes "örgütün yeri de belli oldu" demişti. Belli ki, Doktor'un orada yapmaya çalıştığı başka bir şeydi. Doktor’un tutumunda illegaliteye zorlanmayı kabul etmemek, legal planda yapılabilecek olanların hepsini yapmadan böyle bir yola girmemek gibi başka endişeler rol oynamış olmalı. Ama, onun dışında örgütlenme modeli olarak, üçerli kümeler halinde büyüyen gelişme modeli de bize pek akıl kârı gelmemişti. Neticede, mülâhazalarımız ne olursa olsun, Doktor bizimkini, biz Doktor'unkini akıl karı bulmadık ve birbirimizden ayrı düştük.
“Doktorla bizim aramızda garip bir hayranlık sürdü gitti”
Ama bütün bunlara rağmen, Doktor Cephe, Hareket içinde hep saygınlığını korudu. Hiç kimse, revizyonist, oportünist gibi yaftalardan birini Doktor’a izafe etmeyi hiçbir zaman kendisine yakıştıramadı. Doktorla bizim aramızda garip bir hayranlık sürdü gitti.
Fakat, sonraları bizim o zamanki yapı dağıldı. İnsanların ortak değerlendirme zeminleri kayboldu. Herkes kendi yolunda yürüyüp gitti. O zaman, THKP-C'den zuhur eden birçok farklı eğilim, Doktor'u kendine göre farklı biçimlerde yorumladı. Bir kısmı var olan birkaç harekete doğru aktılar. Bir taraftan “İlerleme”, öbür taraftan Aydınlık cephesine gidenler oldu. Devrimci Yol, Kurtuluş ve bunların dışındaki başka eğilimlere bölünenler oldu. Onlar da mensup oldukları eğilimin genel değerlendirmelerine şu ya da bu şekilde katıldılar. Fakat, Doktor konusunda bir özgün değerlendirme yapma ihtiyacı, bu hareketlerde pek görülmedi ya da bunu başaramadılar, orasına bir şey diyemeyeceğim. Biz içerde kalanlar için ise Doktor, ondan sonra da bir fenomen olmaya devam etti.
Türkiye işçi sınıfının büyük kalkışması: 15-16 Haziran
“Biz bütün yargılamalar dönemi boyunca Doktorla birlikte yaşadık”
THKP-C içindeki bölünmede de Doktor gene ortaya çıkmıştı. O zaman Yusuf ve Münir’in başına çektikleri eğilim, aslında Doktor'un tezlerinin baştan beri doğru olduğunu iddia ediyordu. Yusufla Münir’in eleştirileri büyük ölçüde Doktor’un tezlerine dayanıyordu. Türkiye üzerine tahlilleri bakımından Doktor'un önemliliği, geçerliliği vs. noktaları yeniden gündeme geldi ve biz bütün yargılamalar dönemi boyunca Doktorla birlikte yaşadık.
Fakat ben, şunu da söyleyebilirim: bu eleştirileri getiren arkadaşların bir bölümü, Doktor'un kalkış noktalarından onun hiç varmayacağı sonuçlara vardılar. Mesela Münir, Doktor'un vardığı politik sonuçların tam tersine ve çok uzağına gitti. […] Yusuf’la Münir'in ilk eleştirilerini ortaya getirdikleri zaman bizim için çok dar bir zamandı. Sürekli takip altındaydık. Bu ayrılıktan iki ay sonra Kızıldere oldu, herkes hapse girdi, ölen öldü, kalan kaldı. Bu zaman zarfında konunun pek doğru dürüst tartışılabilmiş olduğunu sanmıyorum. Yenilgi koşullarında tartışılmaya başlanmış olması, biraz da Doktor'un aleyhine oldu. Çünkü, yenilginin nedenlerini mücadelenin biçimine bağlayan arkadaşlar, bunun tam karşıtını savunurken, Doktor’u kendilerine teorik dayanak yaptıklarından, Doktor, gerçekte sahip bulunması gereken itibarın gerisinde bir düzeyden tartışılmaya başlandı. Bu da iyi olmadı.
Doktor’un görüşleri daha çok, bir nevi “ uzlaşma” yanlısı olanlar arasında kanıt olarak kullanılmaya başlandı. Bu da karşıt eğilimi savunanlar gözünde Doktor'u değerden düşürdü. Doktor'un kendisi, kendi hayatıyla bunun tersini kanıtlamışken, hiç layık olmadığı bu duruma aslında biraz da Doktorcu olduklarını söyleyen insanlar yüzünden düştü. Ama, bu geri unsurlar açısından böyleydi. Aklı başında olan insanlar, Doktor’u kendi söyledikleri ve yaptıkları dışında, Doktorcu'yum diyenlerin yaptıklarıyla değerlendirmediler. Doktor'un tarihsel kişiliği açısından bunların pek fazla önemi yok belki, ama yığınların karşısına çıkıldığında önem kazanıyor. Doktor’un hayatı hep talihsizliklerle dolu oldu. Bu da onun için bir talihsizlikti belki.
Ç. Yol – Benim sormak istediğim konulardan birini siz önceden cevaplandırdınız. Sizin Dr. Hikmet’e karşı teorik tavır alışınızda, Yusuf Küpeli’lerin eleştirilerini Doktor’a dayandırmalarının payı olmuş muydu? Bunu ben de sormayı düşünüyordum.
E. K. – Bunun bir neden oluşturmadığını söyleyebilirim. Demin de belirttiğim gibi, bunlar hep ayrı düzeyler diye düşünüyorum. Yani teori bir düzey, felsefe bir düzey, politika başka bir düzey. Onların birinde hatalı bulduğum yaklaşımlarından dolayı insanların öteki alanlarda da topyekün hatalı olduklarını düşünme eğiliminde değilim. Bu nedenle, Doktor bence, kendisiyle bir kez daha hesaplaşılması gereken bir konumdadır. Bu iş bitmemiştir. “Doktorculuğun” gücünü yitirmiş olması başka bir şey, teoriyi üretmekle yükümlü olan insanların bu teoriyle işlerini bitirmiş olmaları başka bir şey. Marx’ın, “teorik vicdan” diye bir deyimi var. Türkiye üzerine teori yapan insanlar, Doktor’la hesaplaşmadıkça teorik vicdanlarını rahat hissedemezler doğrusu. Bu işi şöyle ya da böyle bitirmelidirler diye düşünüyorum. Sonuçta ya benimserler ya reddederler, ama bu hesaplaşma yapılmalıdır. Bu anlamda, Doktor’un kendisine karşı bir “susuş komplosu"nun olduğunu söylemesi doğrudur. Çünkü bu düzeyde hesaplaşmaya insanların gücü yetmiyor.
Mukaddime İbn-i Haldun tarafından 1375 tarihinde yazıldı, 1377 tarihinde yayımlandı
İbn-i Haldun’u keşfetmemizde Doktor’un belirleyici payı oldu
Bu arada, Doktor'un benim için son derece pratik bir yararından da söz etmek istiyorum. İçeri girmeden önce, firardayken, Tarih Tezi’ni okumuştum. Oradan şu kafama takılmış: Doktor, birçok doğu toplumlarının tarihsel sürecine ilişkin kanıtlarını İbn-i Haldun’dan getiriyordu. “Doğunun Marx’ı” diye adlandırıyordu İbn-i Haldun’u. Yakalandıktan sonra hücreye koydular. Hücreye kitap vermiyorlar. Ancak sudan edebiyat ürünleri gelebiliyor. Benim aklımda hep [Doktor’dan öğrendiğim] Mukaddime’yi okumak vardı. Cezaevi idaresine başvurup kitabı getirttim.
Mukaddime’nin başında da “esirgeyen, bağışlayan Allah'ın adıyla başlarım” diye başlayan bir giriş bölümü var. Kitabı getiren subaylar, bıyık altından gülüyorlardı. “ne oluyor buna, din kitaplarını okumaya başladı" gibisinden. İyi ki, İbn-i Haldun’un kim olduğunu da, kitapta neyin anlatıldığını da bilmiyorlardı. Hiç değilse o yoldan, teorik olarak kafamı yorabileceğim bir şeyler elime geçmişti. Doktor'u okumuş olmasaydım, İbn-i Haldun’u bilmeyecek, orada da istemeyecektim. Fakat daha sonra bunun olumsuz bir sonucu da oldu. Bizi daha sonra hücreden koğuşlara götürdüler. “Ben” dedim, “böyle bir kitap keşfettim. Doktor da bundan çok söz ediyor.” O zamana kadar kimse de İbn-i Haldun okumamış. Tabii herkes üzerine atladı. Ardından bir garip İbn-i Haldunculuk başladı. Her şey burada yazıyor falan diye. Bu kez, birileri İbn-i Haldun okuyor diye, başkaları da İbn-i Haldun okumamaya karar verdiler. Öyle bir “İbn-i Haldun belâsı” da yaşadık. Ama, benim işime çok yaramıştı, doğrusu.
Ç. Yol – Şöyle sormak istiyorum: THKP-C siyasetinin netleşmesi, bir örgüt olarak doğuşu ve ilk eylemlerinin başlamasında, bir: devlet terörünün, iki: 15-16 Haziran olaylarından sonra işçi eylemleri ve halk hareketindeki inişe geçiş ve durgunluk eğiliminin, üç: eski sosyalist kuşaktan beklenenlerin gerçekleşmeyişinin etkileri var mıydı?
E. K. – Bir kere daha faktörleri sayalım. İşçi hareketindeki düşüş, eski kuşaktan beklenilenlerin gerçekleşememesi ve devlet terörü. Bunların hepsinin bir şekilde payı var. Devlet terörünün kendisi, imkânlar yeterince olgunlaşmadan aksiyona geçmeye zorladı. Böyle bir gerçeklik var.
Eski kuşaktan beklenilenlerin gerçekleşmemesi ya da bu konudaki hayal kırıklığı, insanları, kendilerinden başka hiç kimsenin böyle bir davranış gösteremeyeceği ve artık bu işin kendilerine düşmüş olduğu düşüncesine eriştirdi. İşçi hareketindeki ve genel olarak yığın hareketindeki düşüş, daha özel tipten mücadele biçimlerinin mücadelenin ağırlık merkezi haline gelmesine doğru insanları sürükledi. Bunların hepsi gerçek.
“Biz o zaman, yapmakta bulunduğumuz şeyleri ideolojik olarak da savunuyorduk”
Ama, bunların dışında bir başka faktör daha var: Biz o zaman, yapmakta bulunduğumuz şeyleri ideolojik olarak da savunuyorduk. Böyle bir nokta var. O yüzden, bizim çok fazla sürüklendiğimiz, savrulduğumuz da söylenemez. Bir anlamda, belki bu demin saydığımız nedenler, tek tek insanların zihinlerinde artık davranmak zamanının geldiğine dair düşünceleri olgunlaştırmış olabilir. Ama ideolojik bir çizgi olarak, o zaman yapmakta bulunduğumuz şeyler, bizim kafamızda bir şekilde sistematikleşmeye başlamıştı.
Çizginin olgunlaşması ve netleşmesi denilen şeye gelince, bu hep bir süreç halinde devam etti. Kıyaslanacak olunursa, 1969-70 ve '71 'de yazılan yazılar göz önüne getirildiğinde, bunlarda hep belirli bir dereceye kadar perspektif farklılıklarının olduğu ve zaman içinde bir konumdan diğerine geçildiği görülür. Ama, neticede şöyle denilebilir. Biz, Guavera’nın çağrısının bizim için de geçerli olduğunu düşünüyorduk. Fakat, hangi biçimde ve nasıl? Bunu da Türkiye’nin özel koşulları belirledi. Bunun içinde pek çok sübjektif faktör de var, bu da gerçek. Bu nedenlerle, olayı ise’lerle, eğer'lerle açıklamaya kalktığımızda, birçok yanlış şeyler söyleyebiliriz. Ben, burada daha çok şunu demek taraftarıyım. Böyle olmuşsa, böyle olabileceği için oldu. Ama tabii, tarih üzerinde yorum yapmak da pekâlâ mümkün.
15 Aralık 1937. Doktor'un "Demokrasi Türkiye Ekonomisi ve Politikası" broşürü Reisi Cumhur "Atatürk"ün başkanlığındaki Bakanlar Kurulu tarafından "zararlı" bulunarak yasaklanıyor
Devrimci hareket, 12 Mart’tan, 12 Eylül’e göre daha ağır kayıplarla çıktı
Ben hâlâ şöyle bir şey düşünüyorum: 1970 sonbaharında bulunduğumuz konumu sürdürebilseydik ve bunu geliştirebilseydik, Türkiye sosyalist hareketinde bir liderlik krizi bugün hiç değilse daha az yaşanıyor olurdu. Bence, devrimci hareket, 12 Mart’tan, 12 Eylül’e göre kendi iç hayatı bakımından daha ağır kayıplarla çıktı. Eğer bir bitkinin gelişmesi için onun en uç sürgünleri hayati önem taşıyorsa, 12 Mart’ta o çok ciddi biçimde kökten budandı. Ya da, 12 Eylül, yığın halinde bir çöküntüye yol açmakla birlikte, bu anlamdaki tahribat daha az oldu. 12 Mart'ın yarattığı tahribat, etkilerini zaman içinde gösterdi ve bence devrimci hareket içerisinde çok ciddi bir kaosa yol açtı.
Sadece THKP-C'ni değil, aynı zamanda THKO’nu ve diğer devrimci eğilimleri de kastederek söylüyorum, bunlar en üst düzeyde çok büyük darbelere ve yıkımlara uğradılar. Ki onlar, devrimci hareketin on yıllık faaliyetinin meyvesiydi ve heder oldu. Bir kısım insanlar, manen çok büyük çöküntüye uğradılar ve yok oldular. Bu yüzden, '74’ten sonra devrimci hareket, hafızasını ve birikimlerini bir ölçüde tüketmiş olarak çıktı. Bunun acısı, '80'e kadar gelinen dönemde yaşandı. Tabii, '80'de uğranılan katastrof daha ayrı ve bugün onu değerlendirmek için belki daha az elverişli bir konumdayız. Ama şimdi, geriye bakıp 12 Mart için daha rahat konuşabiliyoruz.
O yüzden, “'70 sonbaharındaki konum korunabilseydi'den kastım, hem fizik olarak insanlar yaşar kalabilseydiler, bunu bir şekilde sağlayabilmiş olsaydık – çünkü her şey kaçınılmaz değil aslında ve gelişme bazen kişilere bağlı da olabiliyor- hem de [teorik zorlamalarla yeterince olgunlaşmamış bir çizgi ihdas etme telaşına kapılmamış olsaydık] daha olumlu bir yerde bulunabilirdik. Ama, hiçbir şey de boşa gitmedi doğrusu.
Ç. Yol – Salt THKP-C’ni değil, THKO'nu ve o dönemde mücadele eden diğer arkadaşları da birlikte düşünerek konuşuyorum. Siz Türkiye devrimci hareketinde bir misyon yarattınız ya da bir misyon başlatmış oldunuz. Herkesçe ortak konuşulduğunda, devrimci mücadelede Fransızca konuşmanın önemi ortaya çıktı ve bu, Türkiye devrimci hareketi bakımından önemli bir tecrübe oldu. Şimdi, bu noktadan durumu değerlendirirsek, Dr. Hikmet kıvılcımlı’nın temsil ettiği mirasla bu misyon arasında bir sentezleşmenin mümkün olup olmadığı konusunda bugün ne düşünüyorsunuz? Böyle bir özleminiz söz konusu olabilir mi?
E. K. – Devrimci mücadelenin bütün olumlu mirasının tek bir hareket halinde birbirinin içinde yoğrulmasını umuyorum ve istiyorum. Bu anlamda, bizim Doktor’un mirasından edinebileceğimiz çok şey olduğu gibi, Doktor’un hayatını verdiği sosyalizm davasının bizim tecrübemiz hesaba katılmaksızın anlaşılıp idrak edilemeyeceğini düşünüyorum.
Bu benim gerçek isteğimdir. Bizim geçmişte yapamadığımız ya da yapmamız mümkün olmayan şeylerden birisi buydu. Biz, kendi temsil ettiğimiz cephesinden de olsa, sosyalist hareketin geçmişiyle bir sürekliliğini kurmayı sağlayamamıştık. Umarım, bu bugün yapılabilir, yapılması da gerekir. Doğrusu, bu süreklilik içerisinde Doktor’un çok saygıdeğer bir yeri olduğunu düşünüyorum.