Öznur AĞIRBAŞLI yazdı – Cumhuriyet döneminde hiçbir şey yapılmadığını söyleyenler de, her şeyin mükemmel olduğunu ve halk yararına olduğunu söyleyenler de yanılıyor. Marksistler tarihteki her olay ve olguyu sınıflar mücadelesi ekseninde incelerler.
Sosyalist çevrelerin azımsanmayacak bir bölümünde Türkiye’nin 1923’de cumhuriyetin ilan edilmesiyle bir burjuva devriminin yaşandığı kanısı hakim. Buna demokratik bir devrim diyenler bile var. Bunlar Avrupa merkezli tarihçiliğin etkisi altında Türkiye’nin o yıllardaki sınıfsal kompozisyonunu dikkate almadan yapılan değerlendirmelerdir.
Öncelikle; demokratikliği bir yana yaşanan değişikliklerin bir devrim olup olmadığı sorgulanmalıdır. Devrim kavramı; geniş anlamda Marksist felsefenin saptadığı üç büyük yasadan nicelikten niteliğe geçiş yasasıyla bağlantılı olarak doğasal, bilinçsel ve toplumsal her türlü nitelik değişmesini dile getirir. Türkçedeki devrim sözcüğü, Batı dillerindeki karşılıkları gibi, Osmanlıcadaki nitelik dönüşmesi anlamındaki inkılâp ve zorla değiştirme anlamındaki ihtilâl sözcüklerini birlikte karşılar. Devrim, eskinin köklü ve hızlı bir biçimde yıkılışını içeren temel bir değişmedir. Bu kavramı toplumsal alana uyarladığımızda sınıfların konumlanışını dikkate almak zorunludur. 1789 Fransız Devrimi veya 1917 Ekim Devrimleri sınıfsal bir alt-üst oluş gerçekleştirdikleri için devrimdirler. Her iki devrimde de daha önce yönetilen konumunda olan sınıflar artık yöneten konumuna gelmişlerdir. Devrimi eski toplumun bağrında oluşan devrimci sınıf gerçekleştirir. Feodal düzen içinde devrimci sınıf burjuva sınıfıydı, kapitalizmde ise işçi sınıfıdır.
Özellikle ulusalcı sol çevreler 1923 ile 1789 Fransız Devrimi arasında bir paralellik olduğunu ve buradan hareketle Türkiye’de bir “aydınlanma” dönemi açıldığını iddia ederler. Kanımca bu paralelliğin ne tarihsel koşullar ve de Türkiye’nin sınıfsal yapısı bakımından imkânı yoktur. 1789’da burjuva devrimcilerinin arkasında gerçek bir aydınlanma döneminin düşünsel birikimi vardı. Bu birikim sayesinde ezilenler üzerinde ideolojik hegemonya kurmuşlardı. Devrimi devlete değil, devletin dışında örgütlenmiş silahlı halk yığınlarına yaslanarak gerçekleştirdikleri için daha en başında sivil bir hareket olarak ortaya çıkmışlar, feodal devleti ve mülkiyeti tasfiye eden aşağıdan bir devrimin öncüsü olmuşlardır. Bu nedenle Fransız Devrimi demokratik sıfatını hak etmekteydi.
Oysa hem cumhuriyeti kuran kadrolar hem de onları önceleyen İttihatçılar esas olarak Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmaya çalışan, çoğunluğu asker olan bürokratlardı. Kurulu düzeni değiştirmeye değil, onu güçlendirmeyi amaçlıyorlardı. Gerçi Kemalistler padişahı devirmişlerdi ama o padişah İstanbul’u alan II. Mehmet değil, çoktan beridir iktidarını yitirmiş olan VI. Mehmet’tir.
Burjuva sınıfına gelince; cumhuriyetin kurulduğu yıllarda kapitalizm çoktan emperyalizm aşamasına geldiği için ne gelişmiş kapitalist ülkelerde, ne de Türkiye gibi yarı sömürgelerde bu sınıfın devrimciliğinden söz edilemez. İttihatçıların “ekonomiyi millileştirme” planı çerçevesinde gayrimüslim burjuvaziyi tehcir, sürgün ve katliamlar yoluyla tasfiye ederek yaratmaya çalıştığı Türk ve Müslüman burjuvazi hem nicelik olarak çok zayıftı hem de gücünü esas olarak ekonomik faaliyetlerinden değil siyasi bağlantılarından alıyordu. İstanbul’da yoğunlaşan bu yeni burjuvazi kendi başına ayakta duracak ve kendisiyle birlikte gelişen, daha şimdiden önemli mücadele deneyimleri kazanmış olan işçilere karşı koyacak güce sahip değildi. Bu durumda Cumhuriyeti kuran asker-sivil bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu kabul etmekten ve büyük toprak sahipleriyle uzlaşmaktan başka bir çaresi yoktu. Bu nedenle ne klasik burjuva cumhuriyetlerinde olduğu gibi bürokrasiyi kendisine bağlı hale getirebildi, ne toprak reformları yoluyla büyük toprak sahiplerini tasfiye edebildi.
Bu durumda cumhuriyetle birlikte sınıfsal konumlanışta hiçbir yenilik olmadı. Osmanlı döneminde asker-sivil bürokrasi, toprak ağaları ve komprador burjuvazi emekçi halkın sırtından geçiniyordu, cumhuriyet döneminde de bu aynı şekilde devam etti. Tek değişiklik bürokrasideki kadrolarda ve komprador burjuvazinin dininde oldu. Gayrimüslimlerin yerini devlet eliyle zenginleştirilmiş Müslümanlar aldı.
Kemalist bürokrasi iktidarını sağlama aldıktan sonra Tanzimat dönemiyle başlayan “batılılaşma” hareketini bir üst seviyeye çıkardı. Artık yenilikler parça parça değil, bir bütün olarak ele alındı. Öncelikle söylemek gerekir ki, Cumhuriyet döneminde hiçbir şey yapılmadığını söyleyenler de, her şeyin mükemmel olduğunu ve halk yararına olduğunu söyleyenler de yanılıyor. Marksistler tarihteki her olay ve olguyu sınıflar mücadelesi ekseninde incelerler. Cumhuriyet yenilikleri konusunda da durum böyledir.
Cumhuriyet döneminde yapılan bu yenilikler için kimileri “devrim” sözcüğünü kullanırken, kimileri de Osmanlıca “inkılâp” sözcüğünü tercih ediyorlar. Ancak bu iki kullanımda yanlıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi devrim/inkılâp sözcükleri sınıfsal bir alt-üst oluşu anlatırlar. Cumhuriyet dönemi yeniliklerini en iyi karşılayan sözcük, Osmanlıların devletin aksayan organlarında yaptıkları değişiklikler için kullandıkları ıslahat -iyileştirme-reform-tır. Nitekim yapılan işler karşılaştırıldığında bunun nedeni daha iyi anlaşılacaktır.
Örneğin Osmanlılar gerek Lale Dönemi’nde (1718–1730) gerek III. Selim (1789–1807) ve gerekse II. Mahmut (1808–1839) dönemlerinde askeri alanın dışında da birçok yenilik yaptılar. Kütüphane kurulması, Tulumbacı Ocağı’nın kurulması, ilk Müslüman matbaasının açılması gibi bu yenilikler çok dar bir çevrenin bilgisi dâhilinde işlerdi. Bütün bu yenilikçi padişahların saltanatı birer ayaklanmayla son buldu. Bu olaylar resmî tarih tarafından gericilerin yeniliklere tepki duymasıyla açıklanır. Oysa bu ayaklanmaların gericilikle-ilericilikle bir alakası yoktur. Bu yenilikler halkın yaşamında hiçbir iyileştirme getirmediği halde bütün mali yükü yönetilenlerin sırtına yüklenmiştir. Örneğin İstanbul’un meşhur yangınlarını söndürmek için kurulan Tulumbacı Ocağı günümüzdeki itfaiye gibi değildir. Yangın söndürmeye girişmeden önce mal sahibi ile ücret pazarlığı yaparlardı. Yoksul insanlar bu nedenle onları yangınlara çağırmazlardı bile. Kendi olanaklarıyla söndürmeye çalışırlardı.
Cumhuriyet dönemi yenilikleri de nitelik olarak Osmanlı ıslahatlarından farklı değildir. Yenilik yaparken göz önüne alınan halkın ihtiyaçları değil, devleti yönetenlerin ihtiyaçlarıdır.
Toplumsal yaşam ile üretim biçimi arasında dolaysız bir ilişki olduğuna göre, Cumhuriyetin daha ilk yıllarında yönünü kapitalizme çeviren Türkiye’de toplumsal yaşamın da buna uydurulması kaçınılmazdı. Batı uygarlığı bütün nitelikleri ve görünüşüyle birlikte kapitalizmle özdeşleştirildiğinden, Türk burjuvazisi için batılı yaşam tarzına özenmek bir zorunluluk olmuştu. Ancak nasıl ki, kapitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişmemiştir, toplumsal yaşamdaki yenilikler de kendi iç dinamiğiyle değil, yukarıdan dayatmalarla ve hatta bazen zor kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Fes giyilmesinin yasaklanarak Avrupai tarz giyimin kanunla mecbur tutulması, Arap harflerinin yerine, Latin harfleri getirilmesi, hafta tatilinin Cuma günü yerine Pazar gününe alınması, eski ölçülerin yerine metre ve gram sistemine geçilmesi, uluslar arası saat sisteminin kabul edilmesi, İsviçre Medeni Kanunu’nun ve İtalyan Ceza Kanunu’nun kabul edilmesi, soyadı kanununun kabulü, kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmesi hep bu yönde yapılan yeniliklerdir.
Oysa nüfusunun büyük çoğunluğu köylü olan bir toplumda yukarıdaki yeniliklerin hiçbir getirisi yoktur. Bir kısmına yasal zorunluluklar nedeniyle uymak zorunda kalsalar da, esasen köylerinde eskisi gibi yaşamaya devam ettiler. Birbirlerine soyadlarıyla değil, lakaplarıyla hitap ettiler, tarlada çalışırken fes giymediler ama fötr şapka da takmadılar, zaten çok azı okuma-yazma bildiği için harf değişikliği de onları etkilemedi, hafta tatili diye bir kavram köyde olmadığından gününün değiştirilmesi de onları ilgilendirmiyordu. Üstüne üstlük kendilerini ilgilendirmeyen bu yenilikleri benimsemedikleri için Kemalist elitler tarafından “iyilikten anlamayan, kaba, gerici güruh” olarak tanımlandılar. Bu tanımlama hala geçerliliğini sürdürüyor. 87 yıllık cumhuriyet uygulamalarından sonra emekçi kitleler hala her fırsat bulduğunda siyasi tercihini asker-sivil bürokrasinin işaret ettiği yönün tersinde kullanıyor. Bu durum bürokrasinin karşısında mağdur rolü oynayan DP-AP-ANAP-DYP-AKP çizgisini her defasında iktidara taşıyor. Sosyalistler, yurtseverler, demokratlar bu iki odağın karşısında üçüncü bir odak yaratmadıkları sürece böyle olmaya devam edecek gibi görünüyor.