SEÇTİKLERİMİZ – Ertuğrul KÜRKÇÜ’nün Mezopotamya Ajansı’ndaki röportajı: “Barışa Çağrı Deklarasyonu”nun iktidara değil, topluma bir çağrı olduğunu belirten HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “Üçüncü yol Türkiye açısından tarihsel dönüşümün en önemli hareket üssüdür” dedi.
Cumhuriyetin kuruluşuyla izlenen “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek din” anlayışı, bugüne dek içinden çıkılmaz sorunları da beraberinde getirdi. Yüz yıldır süre gelen Kürtlere karşı asimilasyon politikasının ortaya çıkardığı çözümsüzlük, bugün yaşanan birçok sorunun da kaynağını oluşturuyor. İktidarların izlediği savaş politikaları ise Kürt sorununda çözümsüzlüğü derinleştirirken, savaşa karşı çıkan kesimlerde iktidarın hedefi haline geliyor.
Halkların Demokratik Partisi (HDP), bütün baskı ve saldırılara rağmen 1 Haziran’da açıkladığı strateji ve tutum belgesiyle sorunların çözümüne ışık tuttu. HDP, çözümsüzlüğünde ısrar edilen Kürt sorunu ve savaş politikalarına karşı, tutum belgesinde “Hep birlikte Kürt sorununda demokratik çözüm için” ve “Hep birlikte savaşları durdurmak için” başlıklarıyla 3 ay süren “Demokratik Mücadele Programı” kapsamında birçok eylem etkinlik düzenledi, bir dizi görüşme gerçekleştirdi. HDP, program boyunca Kürt sorununun çözümü noktasında açığa çıkan görüş, öneri ve eleştirileri ışığında 1 Eylül Dünya Barış Günü’nün arifesinde “Barışa Çağrı Deklarasyonu” yayınlayarak, tüm demokratik kesimlere birlikte mücadele çağrısında bulundu.
HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ile açıklanan tutum belgesini, Kürt sorunun çözümü ve krizlerin aşılmasında topluma düşen görevleri konuştuk.
Öncelikle Cumhuriyeti’n kuruluşundan bu yana yaşanan krizlerin sebeplerini kısaca açıklayabilir misiniz?
İç içe geçmiş bir dizi kriz var. Ama esasen Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana olağanüstü bir rejimle yönetiliyor. Olağanüstü rejim, bir kriz göstergesidir. Çünkü devlet ile toplum arasında devletin biçimi ve işleyişine yönelik bir rıza oluşturulmadığı ya da oluşturulamadığı için daimi bir gerilim var. Bunun en önemli nedeni Cumhuriyetin inşası sürecinde takip edilen “devlet eliyle millet kurma” pratiğidir. Cumhuriyetle birlikte Türkiye o güne kadar birbirleriyle tarihsel, kültürel, etnografik, demografik ve sonsuz sayıda farklılıklar gösteren topluluklardan, artık varlıklarını, kimliklerini ve yaşayışlarını Ankara’da belirlenen bir modele göre kurmaları istendi. Dil ve düşünceden, kılık kıyafetten yaşam tarzına, kişi ve yerleşim adlarına kadar her şey bir arada dayatıldığı için, sürekli olarak zorun yerini iknanın alması, devlet ile halk arasında daimi bir kriz dinamiği oluşturuyor. Özetle toplumsal, ekonomik ve siyasal nedenlerin birlikte işleyişi sonucunda ama esasen devlet ile toplum arasındaki uyumsuzluk ve çatışmadan doğan bir krizler silsilesi içerisinde yaşıyoruz.
Krizler kendisini nerede gösteriyor?
Birincisi siyasal rejim; Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bugüne geçen zamanın yarısından fazlasında sıkıyönetim ve olağanüstü halle yönetildi. Her iki yıldan birinde sıkıyönetim var. İkincisi; siyasi tutsaklıkları ve siyasi yasakların sürekliliğine baktığımızda Türkiye’nin bir yasaklar ülkesi olduğunu görüyoruz. Özgürlük ve halk iradesi dediğimiz şeyin, bu rejimde yeri yok. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, giyim-kuşam özgürlüğü, inanç özgürlüğü ve seyahat özgürlüğünün sonsuz sayıda engelle sınırlandığı bir yerde, iktisadi ve toplumsal hayatta daimi krizler olması ve bunların yeni krizlere yol açması kaçınılmaz. Buna Türkiye’deki daimi sermaye yetersizliğinin ortaya çıkardığı aşırı sömürüyü, büyük toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri de katın. Bu durumda devlet kendisini olağan üstü rejim normlarına göre kuruyor. Netice olarak devlet kendi inşa ettiği hapishaneye kendisini hapsetmiş oluyor.
Ertuğrul KÜRKÇÜ’nün Mezopotamya Ajansı’ndaki röportajının tamamını okumak için TIKLAYIN