Mehmet CAN yazdı – Çok partili hayat ile Türkiye demokratikleşmemiştir, hep güdük kalmış bir burjuva demokrasisinin de ötesine geçilememiştir. Birbirinin aynısı olan, burjuvazinin farklı kanatlarının temsilcilerinin birbirine rakip olması, demokrasinin gelişiminin ölçüsü ve sonucu olamaz.
1946 yılı TC siyasi tarihinde ‘çok partili hayata’ geçişin miladı sayılır. Elbette 1946 öncesi çok partili yaşam denemeleri olmuş, fakat dönemin Türk egemenleri (asker ve sivil bürokrasi) muhalefete halktan gelen teveccüh ve aşırı ilgi nedeniyle bu partileri kapatıp yeniden tek partili bir yaşamın kapısını aralamışlardır.
1908 Osmanlı Devrimi’ni bir kenara bırakırsak, Osmanlı ve TC egemenleri arasında muhalefete olan tahammülsüzlük konusunda bir süreklilik vardır. Egemen ideoloji değişse bile (Ümmetçilik, Türkçülük) gerek Abdülhamit, gerek İttihat Terakki, gerek ise İttihat Terakki’nin B kadrosundan olan Mustafa Kemal ve onun arkasına aldığı toplumsal sınıflar açısından gücün tek elde merkezileşmesi, tek adam yönetimi, devlet-parti birliği vs. konularındaki tavırlar değişmemektedir.
Dolayısıyla iktidar ipleri ve yönetim aygıtını tam olarak eline aldığı andan itibaren 1946 yılında ‘’çok partili yaşama’’ geçilmiş, bu geçiş bilinen anlamıyla demokrasinin ve çoğulcu siyasetin yerleşmesi değil, tam aksine devletin, egemenlerin izin verdiği sınırlar dahilinde olmuştur. Demokrat Parti’nin kurulması, Türk siyasi hayatına katılımı bu parametreler ışığında cereyan etmiştir. Fakat bu sınırları kabul etmeyen, buna razı olmayan siyasetler ya kapatılmış, ya üyeleri siyasetten men edilmiş, ya da yoğun bir baskı ile karşılaşarak sindirilmeye çalışılmıştır.
O zaman konuyu fazla uzatmadan şöyle bir tarih sörfü yaparak tek parti rejiminin egemen olduğu dönemin, çok partili yaşam denemelerini şöyle bir hatırlayalım.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)
Resmi tarih veya devletin maaşlı, kadrolu tarihçileri, tarihsel kronolojiyi şu şekilde kurarlar veya okurlar; 9 Eylül 1922 İzmir’in geri alınışı… “İzmir alınmış mıdır? Yoksa Yunanistan işçi sınıfının veya Yunanistan’daki sınıf hareketinin kitleselliği sayesinde Yunan askerleri, Yunan burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda savaşmak istemeyip Anadolu’dan çekilip farklı bir siyasal program ile olaya yaklaşmışlar mıdır?” analizini yapmadan, Yunan askerleri çekilmiştir diyelim. Bu çekilişin konusu başlı başına farklı bir yazı hak eder diyerek, bu konu hakkında yazıyı erteleyelim, konumuza dönelim. Yunan askerleri 9 Eylül’de İzmir’den çekilirler, bu çekiliş Mustafa Kemal ve arkadaşları için Anadolu’da kurmak istediği rejimin başlangıç tarihidir, artık kendi tarihini, kendi resmi tarihini yazabilir.
Fakat halletmesi gereken işler vardır, bundan dolayı bu tarih yazımını 1927 yılına yani Nutuk’un okunduğu güne kadar ertelemesi gerekir. Öncelikle kendisine muhalif olan insanlar, kesimler eski sertlikte olmasa da hala varlıklarını korumaktadırlar. Devletin niteliği, kuruluşun nasıl olacağı, yönetici elitin kimlerden oluşacağı vs. konularında derin uzlaşılmaz çelişkiler vardır.
Amasya Talimnamesi’ni imzalayan 5 paşadan 4’ü Mustafa Kemal’den ayrı hareket etmeye başlamıştır, bu paşalar kimdir diye özetlersek; Rafet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay. Şunu da unutmayalım; Milli Mücadele denilen yapı bir koalisyondu. Ana konularda anlaşılan neydi; en önde gelen konu Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların geri dönüşlerini engellemek, olanları da göndermek. Bu konuda mutabıktılar, mutabık olmadıkları konuyu yukarıda kısaca geçtim, fakat yine kısa ve yukardakinden biraz daha geniş özetlemek gerekirse; Lozan, Mustafa Kemal’in kuvvetler birliğini savunması ve son olarak da bu dört paşadan habersiz cumhuriyet ilanı vs.
Mustafa Kemal’in yavaş yavaş kendi gündemini hayata sokmaya çalışması bu insanları rahatsız etmiştir. Bunları da kısaca özetlemek gerekirse Halk Fırkası dışında örgütlenerek, kendi partilerini Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuşlardır. İlk ‘’çok partili yaşama’’ bu şekilde geçilmiştir.
Mustafa Kemal ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Partisi ve üyelerini kendi kurmak istediği siyasi otorite karşısında bir engel olarak görür, dolayısıyla bir şekilde bu kadroyu bay pas etmek ve kendi ajandasını, kendi gündemini hayata geçirmek ister.
Mustafa Kemal’in imdadına Şeyh Sait olayı yetişir. Tabi burada Şeyh Sait olayını Mustafa Kemal çıkardı ve organize etti gibi bir şey demek değil niyetim. Mustafa Kemal bu olayı bahane ederek bir paket halinde kendisine muhalif olan kim varsa üzerine gider. Bunların en başında olan ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Örneğin Türkiye Komünist Partisi, TKP’nin yayın organı olan Orak Çekiç ve Aydınlık dergileri, yayınları, yabancı dilde yayın yapan gazeteler kısacası muhalefetin tamamı Şeyh Sait olayı bahane edilerek ortadan kaldırılır.
Bu dönemde, Şeyh Sait olayı nedeniyle; askeri tedbirlere karşı çıkan, sorunun sosyolojik ve tarihsel boyutu ile ele alınmasını isteyen dönemin Başbakanı Fethi Okyar ise azledilecek, yerine Başbakan olarak İsmet İnönü atanacaktır.
Daha sonra hepimizin bildiği gibi Takrir-i Sükûn Kanunu ilan edilecek, İstiklal Mahkemeleri kurularak sıkıyönetime geçilecek ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da kapatılacaktır.
Böylece ilk çok partili hayata geçiş olayı nerdeyse başlamadan bitecektir. Mustafa Kemal ise birinci adam olarak değil, tek adam olarak, kendi otoritesini, kendi gündemini ve programını hayata sokacaktır. Burada “birinci adam” kavramını Şevket Süreyya Aydemir’in kitabına bir gönderme olarak kullanıyorum. Mustafa Kemal’in otoritesi yaşadığı dönem itibariyle bir tek adam-tek parti-tek devlet yönetimidir.
Böylece 1930 yılına kadar rejim burjuva demokrasinin bile gerisinde kalan bir yönetim biçimi, tek parti yönetimi ile kendi varlığını sürdürmüştür.
Serbest Cumhuriyet Fırkası – yine yeniden çok partili hayata geçiş denemesi
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) kurulması tamamen CHP’nin ve onun lideri olan Mustafa Kemal’in talimatları ile gerçekleşmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan farkı güdümlü bir muhalefet olmasıdır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası en azından kurumsallaştırılmak istenen resmi ideolojiden farklı olma cesaretini gösterebilmişken, Serbest Cumhuriyet Fırkası burjuva tarzda da olsa, CHP’nin çizdiği sınırların dışında siyasal bir program ortaya koyamamıştır. Buna rağmen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın yaşadığı akıbetten kurtulamamıştır.
Mustafa Kemal esasında tek parti yönetiminin devamı noktasında bir süreçten yanadır; fakat değişen dünya ve ülke koşulları Mustafa Kemal’in böyle bir karar almasında belirleyici olmuştur.
‘’Mustafa Kemal’in, halkın ekonomik sıkıntılar yüzünden kızgın olduğu CHF’ye nefes aldırmak ve İsmet Paşa’ya gözdağı vermek için Serbest Fırka’yı kurdurmuş olduğu tartışmasızdır. Fakat işler istediği gibi gitmemiştir. ABD’de ise tarihe büyük buhran diye geçecek olan kriz patlak verdi. 1930 yılının ilk yarısında ekonominin belkemiğini oluşturan fındık, haşhaş, üzüm, tütün, incir, zeytin, pamuk, buğday ve yulaf fiyatları nerdeyse üçte bir düzeyine gerilerken, bütçeyi denkleştirmek için konulan ağır vergiler kırsal bölgelerde durumu kötüleştirdi. Şehirlerde tüccar ve sanayiciler stokladıkları malları satamadıkça, iflaslar başladı. İflaslar işsizliği artırdı. Gazetelerde ruhsal bunalım, intihar hikayeleri boy gösterdi.’’ (Ayşe Hür, “98 Günlük ‘Güdümlü’ Muhalefeti Serbest Fırka”, Radikal, 23.12.2012)
Dolayısıyla ulusal ve uluslararası koşullar Türkiye’deki hakim sınıfların yeni bir burjuva yönetim biçimine geçmeleri yönünde baskı yapmıştır. Fakat tepeden gelen bu sınırlı değişim, yine tepeden gelen bir talimatla sona erdirilmiştir. Unutmamak lazım ki, 1923’te kurulan rejim veya kimilerinin ifade ettiği gibi 1. Cumhuriyet geniş bir toplumsal tabana dayanarak inşa edilmiş, kurulmuş bir rejim değildi. Taban hareketine ve geniş toplumsal kesimlere dayanmayan her otoriter yönetimde olduğu gibi Türkiye’deki rejim ve onun yöneticileri güdük bir burjuva demokrasisini bile çok görmüşlerdir bu topraklara.
Bu durum çoğulcu bir anlayışa tahammülsüzlük olup, günümüzde de AKP iktidarı ile de devam etmektedir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi burjuva demokrasisi, lidere, genel başkana, öndere tapan bir siyasi kültür olarak ortaya çıkmıştır.
Tek parti yönetiminin bu açılımı fazla uzun sürmemiştir. Fethi Okyar ve başında bulunduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası ilk katıldığı yerel seçimlerde halkın teveccühüne mahzar olmuş, çok kısa bir zamanda birçok belediye kazanmış, kalabalık kitleleri mitinglere toplamayı başarmıştır. Güdümlü muhalefet bile olsa bu durum Mustafa Kemal’i rahatsız etmiştir. ‘’Tarafsız Cumhurbaşkanlığı’’ pozisyonunu terk ederek CHP’den yana bir tavır alarak, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması konusunda başrolü oynamıştır. Şunun farkındaydı Mustafa Kemal, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın gösterdiği başarı, kendi yönetiminin başarısızlığını kitlelerin onaylamasıydı. Dolayısıyla böylece ikinci çok partili hayata geçiş denemesi de ilkinin akıbetine uğrayarak TC siyasi tarihinin mahzenlerine kapatılmış, 1946 yılına kadar TC egemenleri bir daha çok partili hayatın bahsini açmamıştır. Peki ne oldu da 1946 yılında çok partili hayata tekrar geçildi?
1946 yılı Demokrat Parti ile birlikte tekrar ‘’çok partili hayat’’
2. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, kapitalizmin yeni bir üretim örgütlenmesine geçmesi, diktatörlüklerin yerine daha çoğulcu ve demokratik görünümlü yönetimlerin geçmesi, bütün bu gelişmeler Türkiye’de de siyasetin düzen sınırları içinde kalarak yön değiştirmesine neden olmuştur. 1945 yılında Demokrat Parti’nin kurulması ve bu kurulma ile birlikte çok partili hayata bir kez daha geçilmesi dünya ve Türkiye’deki koşulların değişmesinden bağımsız değildir.
Fakat buna rağmen Demokrat Parti’nin eşit koşullarda siyaset sahnesine çıkması, adil bir rekabetin içinde olması, 1950’leri bulacaktır. CHP ve dönemin milli şefi İsmet İnönü, girilecek ilk seçimde sandıktan çıkamayacaklarının, ağır bir hezimete uğrayacaklarının bilincindeydi. Özellikle Türkiye her ne kadar 2. Dünya Savaşı’na girmese de dönemin iktidarı savaş politikası izleyerek, halkın üzerindeki vergileri arttırmış ve savaşın yükünü emekçi halk başta olmak üzere farklı toplumsal kesimlerin üzerine yıkmıştır.
Dolayısıyla halk yaşadığı bu sıkıntıların tek sorumlusu olarak CHP’yi görmekteydi. Bütün bunlar birleşince yapılacak adil bir seçim, halkın CHP’ye olan muhalefetini daha görünür kılacaktı. CHP bundan dolayı, seçimlerin 1946 yılında yapılması için büyük bir çaba içerisine girmiştir. 1946 yılında seçimlerin yapılması demek, ülke genelinde teşkilatlanmasını tamamlamamış olan DP’nin seçimler için yeterince organize olamaması demektir. 1945 yılında kurulan parti, 1946 yılında seçimlere girmiştir. Seçim tarihi esasında 1947 yılı iken, kasıtlı olarak öne çekilmiş ve 1946 yılında yapılması sağlanmıştır.
Özellikle şunu belirtmekte fayda var; DP’yi kuran kadro, CHP’den ayrılmıştır. Ana konularda bu iki parti hemfikirdir. Burada esas gündem olması gereken konular baypas edilmiş; resmi tarih, resmi ideoloji vs. görünmez kılınmış; sınıf hareketinin örgütlenme ve kendini ifade etme mekanizmaları itiraz konusu olmamış; daha çok kadrosal anlamda bir değişim arzulanmıştır. Yani günümüzde de geçerli olan klişeler, o dönem için de varlıklarını korumuştur, konuyu basitleştirirsek, “işte bunlar iyi yönetemiyor biz iktidarda olursak daha iyi yönetiriz” anlayışı tartışma konusudur.
CHP bu dönemde burjuva anlamda DP’den farklı olmayan bir açılım programı yapmıştı, gerek dünyadaki şartların ve koşulların değişmesi, gerek ise DP’nin kurulması ile birlikte çok partili hayata bir kez daha geçilmesi, CHP’nin DP’nin liberal programından eksik kalmayan bir tarzda siyasette, düzen içi siyasette reform sürecini başlatmasına vesile olmuştur.
Üniversitelere özerklik verilmesi, üniversitelerin devletten bağımsız hareket etmesi konusu Demokrat Parti’nin de programında vardı; bunların yanında yine basın kanununun, hükümetin basın üzerindeki despotluğunun kaldırılması, basın suçlarının affedilmesi vs. birçok değişikliği CHP o dönem gerçekleştirmiştir.
Gerçekleştirilemeyen şey DP ile adil bir seçim yarışı içine girmesidir. 1946 seçimleri tarihe sopalı seçimler, hileli seçimler olarak geçer. “Açık oy, gizli tasnif” şeklinde oy kullanma ve sayımı yapılmıştır. Bu seçimleri CHP ezici bir çoğunlukla kazanmış; “galiptir bu yolda mağlup” demekte DP’ye düşmüştür. 1950 seçimleri ise bunun tam tersi bir durum olacaktır.
DP ve CHP arasındaki gerginliklerin sona ermesi, daha doğrusu DP’nin CHP’nin liderliğini onaylaması meşhur 12 Temmuz Beyannamesi ile olmuştur.
Bu beyanname ile birlikte DP, İsmet İnönü’nün Milli Şef olma durumunu bir nevi onaylamıştır. İnönü hem devlet başkanı, hem de parti başkanıydı. 12 Temmuz Beyannamesi daha sonra DP’nin kendi içinde var olan muhalefetin daha da sertleşmesine yol açan gelişmelerin önünü de açacaktır. Millet Partisi’nin kurulması böyle bir sürecin sonudur.
12 Temmuz Beyannamesi ile birlikte DP, bir nevi CHP tarafından hizaya getirilmiştir ve devletin asıl sahibinin kim olduğu kendisine hatırlatılmıştır. DP muvazaa bir muhalefet olduğunu bu bildirgeyi onaylayarak, kabul etmiştir. 12 Temmuz Beyannamesi’nin kabulü sonrasında İsmet İnönü ve CHP yönetimi 1950 seçimlerinin adil bir şekilde yapılacağının güvencesini DP’ye vermiştir.
Bu ortamda girilen 1950 seçimlerini DP ezici bir çoğunlukla kazanmıştır. Seçim güvenliğinin sağlanması, yargının bu seçimlerde bağımsız durması, İsmet İnönü’nün 1946’ya göre adil davranması Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine ve 27 yıllık CHP iktidarının ise sonlanmasına neden olmuştur.
Sonuç; Türkiye’de çok partili hayat denilince genelde demokrasi, demokratikleşme, özgürlük, eşitlik vs. bu kavramlar ile karşılaştırılarak bir dil kurulur. Yazının birçok yerinde de vurguladığım gibi Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Demokrat Parti dönemleri -Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını ayrı tutarak söylüyorum- muvazaa partilerdir. Rejim ve resmi ideoloji ile bir problemi olmayan, düzen içi bir muhalefeti savunan, devletin bekasında kendi sınıfsal çıkarlarını gören, kontrolün kendisinde olmasını isteyen, kadrosal anlamda bir değişimi savunan anlayışlardır. Demokrat Parti’nin 1950’lerle birlikte iktidar olmasından sonra 10 yıllık hükümet döneminde süreç içerisinde CHP’yi aratmayacak bir şekilde nasıl despotlaştığını, nasıl otoriterleştiğini tarih bize göstermiştir. Dolayısıyla düzen içi muhalefetin itirazı, iktidar olana kadardır.
CHP’nin o dönem çok partili hayata müsaade etmesi gerçek muhalefet ezildikten sonra olan bir şeydir. Sosyalistler, Kürtler, sendikal hareket, sınıf hareketi, 1942 Varlık Vergisi, 1934 Yahudilerin Trakya’dan sürgünü vs. tamamlandıktan, rejim ve rejimin kadroları kendi iktidarını garantiye aldıktan sonra böyle bir ‘’açılım’’ içerisine girmişlerdir.
Çok partili hayat Osmanlı’da da vardı, fakat konumuz erken Cumhuriyet dönemi olduğu için, bunu başka bir yazıya erteliyorum. Çok partili hayat ile Türkiye demokratikleşmemiştir, hep güdük kalmış bir burjuva demokrasisinin de ötesine geçilememiştir. Birbirinin aynısı olan, burjuvazinin farklı kanatlarının temsilcilerinin birbirine rakip olması, demokrasinin gelişiminin ölçüsü ve sonucu olamaz. Gerçek anlamda demokratikleşme halkın temsili demokrasinin sınırlarının dışında özneleştiği ve karar alma süreçlerine aktif katılımının sağlandığı, kendi sınıfsal taleplerinin takipçisi olduğu süreçlerin sonucunda olur. Demokrasi, demokratikleşme gökten zembille inmeyecek, örgütlü halkın, sınıf hareketinin mücadelesi demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin kapısını aralayıp, insanlığı işte o zaman yeni ufuklara taşıyacaktır.