İlkay KARA yazdı – Ahmet Kaya hala en çok dinlenen müzisyenler arasında. İlkay Kara, Ahmet Kaya’nın müziğinin niçin bu kadar sevdiğimizi anlatıyor. Geçen yıl Ahmet Kaya’nın doğum günü olan 28 Ekim’de yayımladığımız yazıyı bugün bir kez daha yayımlıyoruz.
“Müzik gündelik hayatın gizli özünü mü açığa çıkarır, yoksa onun yerine ezgiyi geçirerek hayatın sıradanlığını ve yüzeyselliğini telafi mi eder?” Henri Lefebvre bu mühim soruyu müzik ile gündelik hayat arasındaki ilişkiyi tartışırken sorar. İlk müzik teorisyeni Pythagoras’tan bu yana verilen iki cevabı aktarır: sayı ve dram (1998: 27). İlki sayı, düzenleme, nicelik, kesinlik ve sabitlikken ikincisi lirizm, kendinden geçme ve düştür. Yani bir yanda usanç verici görevler, aşağılamalar, işçi sınıfının hayatı; satıcılar, metalar, şeyler, gereksinmeler ve parayla kurulan ilksel ilişkilerin, kıtlığın sürekliliği ve yokluğun uzantılarının, sayıların hakimiyeti olan gündelik hayatın sefaleti ve zamanın, arzunun uyarlanması; sayılarla ifade edilemeyecek denli çok dram, gündelik olanın trajik yanı yani gündelikliğin büyüklüğü durur (1998: 41-42). Dram, bilim ve “bilimsellik” açısından hiçbir şeydir; sayının karşısında, onun yakalayamadığı, kuşattığı fakat yine de elinden kaçan, arta kalan, alt edilemez olan şeydir. Lefebvre, bu arta kalan “şey”in dikkate değer olmadığını ilan etmenin gülünç bir bilgelik olduğunu söyler. Çünkü “bilginin kaderi görmezden geldiği şairin kaderine bağlıdır” (1998: 27).
Yaşıtlarının getireceği çiçekler içinde bir ülke!
Müziğin neliğine ilişkin tartışmadaki bu iki veçheyi aktararak başlamak Ahmet Kaya’nın ne yaptığına ilişkin soruyu cevaplamakta önemli bir olanak sağlıyor. Sonda söylenmesi gereken şeyi peşinen söylersem Ahmet Kaya şarkılarıyla tam da bu yakayı birbirine teğelleyen öyküler kuruyor, müziklediği öykülerle bu iki kıyı arasına köprüler örüyor. Ahmet Kaya üzerine yapılan sohbetlerin neredeyse tümünde sorulan “Nasıl oluyor da sağcısı, solcusu herkes Ahmet Kaya dinliyor?” sorusuna cevap aramak için bakılması gereken yer de bu eklemleme becerisi. Hem politik mücadelenin, çatışmanın, baskıların imgelerini hem de yoksunluğun, hayal kırıklığının, sarhoşluğun, vazgeçişin, kederin ifadelerini aynı şarkıda buluşturabilmesi. Şarkılarında anlattığı yaşam kesitlerinde devrimci kararlılık ve direngenliği de acı, öfke ve özlemi de müziğe dökmesi. Profesyonel müzik yaşamının dönüm noktalarından biri sayılabilecek albüme de adını veren Şafak Türküsü’ndeki gibi. “Güneşli, güzel günlere inanmak” için Pir Sultan’ı, Şeyh Bedrettin’i, Börklüce’yi düşünmeye çağıran devrimci, şarkının devamında ölmek üzere olduğu anda kaybettiklerini sıralar: “Bir çiçeği düşünürken ürpermek, gülmek, umut etmek, özlemek ya da mektup beklemek gözleri yatırıp uzaklara.” Devamında hücreye kapatılan idam mahkûmu oğul susar ve devrimci tutsak gelecek günlere ilişkin bir muştu verir: “Yaşıtlarının getireceği çiçekler içinde bir ülke!” Bu iki ses de aynı tonda ve aynı güçtedir. İkisi bir araya gelince oluşan anlatıyla devrimci içinden seslendiği hücrede ete kemiğe büründürür, bir annenin oğlu, özlemleri, endişeleri ve umutlarıyla bir gerçek kişiye dönüşür.
“Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bir is,/ Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz.”
Beni Tarihle Yargıla da benzer bir biraradalığın bilinen örneklerindendir. Şafak Türküsü gibi bu şarkı da infazını bekleyen idam mahkûmunun mektubudur. Girizgâhta bilimle, felsefeyle anlaşılıp, tarihle yargılanmayı talep eder. Şarkının söylendiği zaman, askeri darbenin elindeki tüm zor aygıtları ve pratiklerinin yanında, devrimci iddiaların politik söylem evreninin uzağına sürgün edildiği zamanlardır. 12 Eylül sonrasında, hücrede infazını bekleyen devrimci, işkencelerde, idam sehpalarında, yargısız infazlarla yok edilen; kriminalize eden bir söylemin içinde meşruiyeti boğularak yok sayılmaya çalışılan politik kimliğini hatırlatarak başlar söze: “Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bir is,/ Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz.” Anlatıcı temsil ettiği kolektif gövdenin/ideolojik konum alışın giydiği hüküm karşısında bilim, felsefe ve tarihi göreve çağırırken, geleceğe yönelik devrimci umudu da, bu umudun varettiği sabrı da söze döker: “Ve sonra sabırla beklerim,/ Bulutları çekersiniz üstümden,/ Suçsuzluğumun yargılayıcılarını yargılarsınız.” Baki kalan adalet beklentisi, içinde bulunulan “an”ın hakikatini değiştirmez: “Biraz sonra asmaya götürecekler beni.” Tekil gövdenin sesi bir kez daha devreye girer ve gerçek kişi olarak devrimci sevdikleriyle vedalaşır: “Dört mevsim, yedi kıta, mavi gök, bütün doğa hoşça kalın,/ Hoşça kalın sevdalılar,/ Çocuklar, üniversiteliler, genç kızlar,/ Sonsuz uzay, gezegenler ve yıldızlar, hoşça kalın,/ … Hoşça kal anne, hoşça kal baba, kardeşim,/ Hoşça kal sevgilim, hoşça kal dünya.” Tutsak edilen devrimci koparıldığı mücadelesiyle vedalaşır: “Hoşça kalın senfoniler, oyun havaları,/ Sevda türküleri ve şiirler/ Bildirilerimizin ve seslerimizin yankılandığı şehirler,/ Dağlarında yürüdüğümüz toprak,/ Yalınayak eylem adımlarıyla geçtiğimiz nehirler hoşça kalın,/… Okullar, mahalleler, köprüler, tren yolları,/ deniz kıyıları, balıkçı motorları, takalar,/ Asfalt yolları boyu dizilmiş fabrikalar,/ Ve işçiler ve köylüler… hoşça kalın ülkem.” Bu vedalaşma yalnızca geride bıraktıklarıyla değil bizatihi kendiyle, bedensel varoluşuyla tamamlanır: “Hoşça kalın ağız tatları, sıcak çorbam, çayım, sigaram,/ Havalandırma sıram, banyo sıram, kelepçe sıram,/ Parkamı, kazağımı, eldivenlerimi, ayakkabılarımı,/ Ve kalemimi, ve saatimi/ Ve kavgamı bıraktığım sevgili dostlar.” Anlatıcının değişen konumuyla anonim militan, “yaşayan insan”, oğul, sevgili, dost, kardeş olduğunda toplumsal mücadele ve devlet şiddeti soyutlama düzeyinden çıkar, bir yaşam öyküsü içinde gündelik hale gelir, kulağa çarpan hakikat güçlenir. İşleyen politik rasyonalite, lirizmle, kuvvetli duygulanım ifadeleriyle sarmalanır, bütünleşir. Böylece sıkıyönetim mahkemelerinde açılan iki yüz bin davada yargılanan iki yüz otuz bin kişi içinden tutuklanan binlercesi parkası, kazağı, banyo sırası, çayı, sigarası ve hasretleriyle hakikileşir; idam cezası verilen beş yüz on yedi kişinin, yani ölümü beklerken dünyanın geri kalanıyla vedalaşan beş yüz on yedi oğul, sevgili, kardeş ya da dostun boynuna asılan “yaşamak ağrısı” sözcüklere dökülür.
“Bir cebinde Das Kapital bir cebinde kenevir tohumu.”
Ahmet Kaya’nın müziğe döktüğü bu öyküleyici mantık 12 Eylül sonrasının baskı ve zor koşulları ile cezaevlerine dair şarkıların yanında ve belki de onlardan daha güçlü biçimde kent yoksulluğuna ilişkin şarkılarda işler. Kent yoksullarının şarkılarını söyler ve en başta ve en yaygın olarak onlar tarafından dinlenir. Kendisi de bunu söyler: “Benim dinleyicilerim, anlayış olarak, tavır olarak bana çok uygun insanlar. Yani ben sokaktan geldim, (…) Burada sokak söylemi var, kenar mahalle söylemi…” Kenar mahallelerde süren, şehrin vaatkarlığından en az yararlananların hayatı, yoksulluk, işsizlik, bozulan ataerkil pazarlıklar, göçle kesintiye uğramış hayatlar enikonu iktisadi bir meseledir ve fakat aynı ölçüde mühim kolektif duygulanıma tekabül eder. Necmi Erdoğan’ın sözcükleriyle ifade edilirse, “Türkiye kültürel tarihi açısından, bir yaşam standardı veya maddi-ekonomik gösterge olmanın ötesinde bir ‘hissetme yapısı’na da işaret eden yoksulluk bir yandan ‘acı çekme’ ve ‘yara’yla diğer yandan kimsesizlik, yuvasızlık, dışlanmışlıkla bitişir (2001: 12-13).” Bu nedenledir ki 1960’lardan itibaren bir kentsel olgu haline gelen kenar mahallelerin en kapsayıcı ve dinamik popüler kültür unsuru olan arabesk, acı çekme ve yaralanmanın lisanından konuşur. Ahmet Kaya şarkıları ise bu lisana kulak tıkamaz. Şarkılar tıpkı Tezgahtar Nebahat’in evi gibidir: İçki, kumar peşinde boşvermiş bir ağabey ve devlete karşı gelmiş mahpusta bir abla ya da Suphi’nin cepleri gibi: “Bir cebinde Das Kapital bir cebinde kenevir tohumu.” Bu iki dünyanın, hayatı yaşamanın iki bambaşka biçiminin aynı eve, aynı şarkıya taşınması karşılıklı olarak birbirini dönüştürür, derinleştirir. Arabesk perspektifin soyut kederine nedenler tayin edilir, bitimsiz hüznüne gelecek vaatleri sunulur; toplumsal mücadelenin sıkıca yapıştığı politik mantık ve soyutluğa sıradan kahramanlarla, şehrin kenarlarında kalmış yaşam öyküleri ile tecrübe katılır, kolektif duygulanımın lirik ifadeleri ile sarmalanır. Yoksulluğun ve mahrumiyetin bir mecburi hale dönüşmesini, adını tam da bu bahisten alan Kenar Mahalleli şarkısında apaçık anlatır Kaya. Şarkı mecburiyetin ilk hali ve onun nedeni ile açılır: “Bir kenar mahalleliyim,/ Mecburen parasızdır ceplerim,/ Fabrikada satılık sendika,/ Ağzımı açsam sokaktayım.” Fabrika ile işaret edilen sınıfsal düzlem sendika sorunuyla vurgulanarak mecburi yoksulluğun kaynağı işaret edilir. Şarkının devamı ise gündelik tezahürlerini betimler; marketteki köpek öldüren şarabı, naralar, kılıksızlık, uzaktan sevmek yani ucuz sarhoşluk, tekinsizlik, gurur kırıklığı ve hasret. Müzik piyasasının Ahmet Kaya müziğini kategorize etmek için kullandığı/yarattığı “özgün” kavramının düz anlamını bu bitişmede bulduğu söylenebili
“Oysa tam da devrim, gündelik hayat ile toplumun temeli olan şenlik arasındaki karşıtlığa son vermektir.”
Kaya’nın attığı bu dikiş toplumsal mücadele kültürü, karşı-hegemonik mücadele açısından denk düştüğü yerden ötürü mühimdir. Çünkü toplumsal hareketler üzerine yapılan çalışmalardan/tartışmalardan biliyoruz ki toplumsal mücadeleler salt politik talep ve itirazlarla, kurumlar ve örgütlerle sürdürülmez ve anlaşılamaz. Aynı zamanda tüm bunların içine sızan kültürel boyut ve onları kuşatan duygulanımsal boyut vardır. Öfkenin politik dilini üretmek, acının sağalacağı politik süreçler örmek, utançla baş edebilmeyi sağlayacak araçlar yaratmak demektir. Kolektif duygulanım, incinme, yaralanma tarihseldir, aşk da öyle ve hasret ve gurur kırıklığı da. İfade yolları ise çeşitli biçimlerde olabilir bu da yine tarihsel ve kültüreldir. Dünyanın bu kısmında, yoksulluk hiç kimselik halini çağırıyorsa, hissi yoksunlukla, acziyet hali olarak tecrübe ediliyorsa ve bu da ifadesini soyut kederin, ümitsiz bekleyişlerin, sonsuz hasretin arabesk dilinde buluyorsa, hayatı değiştirme iddiasında olan hareketler bu dili anlamamazlık edemez. Eşitsizlik ve adaletsizliğe ilişkin tüm teşhir edici politik argümanlar, kurulan nedensellik ilişkileri, yeni bir dünya yaratabilmenin mümkünatını gösteren kanıtlar kısacası politik aklın soyutluğu plebyen tecrübeyi içerebilme kapasitesi ile genişler, köklenir. Başladığım yere dönerek bitirirsem, sayı ve dram, ölçülülük ve esriklik, kesinlik ve düşbazlık ayrı ayrı durduklarında üzerine daha kolay düşünebilir, daha kolay görülebilir, anlaşılabilir olabilirler. Ancak gündelikliğin büyüklüğünde yan yanadırlar, birbirinden boşalan yerlere yerleşirler, komşuluk eder, çatışırlar. Gönlümüzdeki ve aklımızdaki gündelikliği baştan aşağıya değiştirmekse, onu yeniden yaratmak, eski olanı alaşağı etmekse böylesi bir ikilik mümkün de değildir zaten. Lefebvre ile başladım onunla bitireyim: “Oysa tam da devrim, gündelik hayat ile toplumun temeli olan şenlik arasındaki karşıtlığa son vermektir (1998: 43).”