Seyfi ÖNGİDER yazdı – Cumhuriyetin kuruluşu 1908’de başlayan ve 1923’te biten bir “yukarıdan devrim” sürecinin son adımı olunca bir demokratik devlet olarak inşa edilmesi çok zordu. Sona eren bir devrimci süreç demokratik bir açılıma uygun şartlar yaratmaz.
Cumhuriyetin kuruluşu bir “devrim” midir?
Genellikle böyle söylenir. Özellikle son yıllarda artan Türkİslam sentezine uygun düzenlemeler ve yerleşik laiklik anlayışından farklı politikalar “Cumhuriyet devriminin kazanımlarını savunmak” konusunda solda da daha gönül rahatlığıyla konuşmaya yol açıyor. Ancak 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanı aslında 1908’de başlayan ve içine Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya savaşlarıyla milli mücadeleyi de sığdıran çok çalkantılı, inişliçıkışlı bir tür burjuva devriminin sonudur. 1908’de başlayan bu “yukarıdan devrim” süreci esasen İttihat ve Terakki Partisi’nin eseridir. Balkanlar’da Osmanlı egemenliğine karşı gelişen milli ayaklanmalardan, mücadelelerden etkilenen ve onları bastırmaya çalışırken kendileri de “Osmanlı” olmaktan çıkıp “Türk milliyetçisi” olan askerlerin çekirdeğini oluşturduğu İttihatçılar için “Kemalistlerin kostümlü provası” denilmiştir. Arkalarında on dokuzuncu yüzyıldan beri gelişmekte olan bir Batılılaşma, modernleşme hareketi önlerinde ise Kemalistler vardı. Bitmeyen savaşlar sırasında, Balkan Savaşı bozgunu ve dünya savaşı yenilgisi içinde Türk milliyetçiliğinin gelişmesi ve egemen hale gelmesi için pek çok şey yapılmıştır. Özellikle bugün “cumhuriyetin kazanımları” diye nitelenen ve “Kemalist inkılâplar” olarak bilinen düzenlemeler bu süreçte hazırlanmış, şekillenmiştir. Sonuç olarak, cumhuriyet monarşiye göre politik olarak elbette daha ileridir, halkın katılımına ve demokratik bir sistem kurulmasına daha elverişli ve uygun bir yönetim biçimidir ama bir “devrim” olması veya bir “devrim” haline dönüşmesi çok farklı bir süreçtir.
Cumhuriyeti kim kurdu?
Bu durumda İttihatçılar kurmuş oluyor. Hatta bugün hala İttihatçıların yönetmeye devam ettiği söylenebilir, elbette bir siyasi ve ideolojik anlayış bağlamında… Cumhuriyeti “Makedonyalı subayların kurduğu” da söylenir ama sonuçta onlar da İttihatçıdır. Daha sonra “Kemalist” olarak adlandırılacak bu yeni liderler köken ve zihniyet olarak İttihatçıdır ama çok önemli bir farkları veya geçmiş tecrübelerden öğrendikleri bir şey vardır: İttihatçılar gibi hayalci, maceracı değil, reel politiktirler. İslam coğrafyasına egemen olmaya kalkmayacak, kendi kurdukları ve ulus devlet olarak inşa etmeye yöneldikleri coğrafya ile yetinmeyi bilecek kadar gerçekçidirler. Bu, hiç de az bir fark değildir.
İttihat ve Terakki cemiyeti kurucuları
Cumhuriyete karşı çıkan, itiraz eden var mıydı?
Milli mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya daha önce geçen ve milli hareketi örgütlemeye başlayan ilk ekibin, yani Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy’un, bu arada Birinci Meclis’teki “İkinci Grup” diye bilinen Mustafa Kemal’e muhalif kesimin cumhuriyete karşı olduğu iddia edilir. Ancak bu doğru değildir. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldıktan sonra cumhuriyetin ilanı kaçınılmaz ve beklenen bir adımdı. Zaten var olan siyasi rejimin adı bir yıl sonra konulmuştur. Rauf Orbay “Babam ve ben saltanatın ekmeğini yedik” gibi sözlerine rağmen cumhuriyete açıkça karşı çıkmamış, çıkamamıştır. Karabekir ve diğerlerinin de cumhuriyetle bir sorunu olduğu söylenemez. Daha sonra kurdukları siyasi partinin adında Cumhuriyet vardır; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Öyle ki, Halk Fırkası bunun üzerine adına Cumhuriyet kelimesini eklemek ihtiyacını duymuştur. Sonuçta Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu yeni rejim içinde bir tür “iktidar savaşı” ilanı olarak algılanmış ve 1925 yılı başında patlak veren Şeyh Sait İsyanı gerekçe gösterilerek ilan edilen Takriri Sükun Kanunu ile bu ekip ve diğer bütün muhalifler tasfiye edilmiştir.[1] Haziran 1926’daki İzmir Suikastı Davası ile Karabekir ve bazı paşalar ordudan yükselen tepki sonucunda kellelerini kurtarmışlar ama Mustafa Kemal’in ölümüne kadar siyasi yasaklı, polis gözetimi altında veya Avrupa’da sürgünde yaşamak zorunda kalmışlardır.
Cumhuriyet neden demokratik bir devlet olamadı?
Cumhuriyetin kuruluşu 1908’de başlayan ve 1923’te biten bir “yukarıdan devrim” sürecinin son adımı olunca bir demokratik devlet olarak inşa edilmesi çok zordu. Sona eren bir devrimci süreç demokratik bir açılıma uygun şartlar yaratmaz. Bu durumu en iyi anlatanlardan biri Hollandalı tarihçi Eric Jan Zürcher’dir. Özellikle Şeyh Sait isyanının bastırılması ve Takrir-i Sükun Kanunu’nun devreye girmesiyle birlikte olanları Zürcher şöyle yorumluyor:
“Siyasal sahnede tam hakimiyetin sağlanmasıyla Mustafa Kemal ve hükümeti yoğun bir reform programına girişti. Burada II. Meşrutiyet dönemiyle olan ilginç bir koşutluk var. II. Meşrutiyet döneminde anayasayı geri getirme mücadelesi olarak yola çıkmış olan bir hareket (1908’de) iktidara ulaşmış, bu iktidarı başkalarıyla çoğulcu ve nispeten özgür bir ortamda (1913’e kadar) belirli bir süre paylaşmış ve sonunda kendi iktidar tekelini kurmuş ve bu iktidar tekelini (1913- 1918’de) kökten bir laikleştirme ve modernizasyon programını meclisten zorla ve hızla geçirmede kullanmıştı. Şimdi de aynı kalıp, bir ulusal egemenlik hareketinin zafere ulaşması (1922’de), çoğulcu bir aşamadan geçmesi (1925’e kadar) ve sonra bir reform programına girişmiş olan otoriter bir yönetim biçimini kurmasıyla kendini tekrarladı. Kemalist dönemin de otoriter milliyetçi aşamaları, azınlık topluluklarının, ilkinde Ermenilerin, ikincisinde Kürtlerin acımasızca bastırılışlarına sahne olmuştu. Bu da şu izlenimi uyandırıyor ki, Jön Türk hareketinin bu her iki aşamasında, reform hızı daha yavaştan olan bir demokratik sistemle, kökten önlemler için daha çok olanağa sahip bir otoriter sistem arasında bir tercih durumu olduğunda, sonunda ikinci seçenek galip gelmekteydi, çünkü Jön Türkler için sonuçta önemli olan devletin güçlenmesi ve bekasıydı, demokrasi (veya ‘meşruiyetçilik’ ya da ‘ulusal egemenlik’) bu amaç için bir araçtı, amacın kendisi değildi.”[2]
Kemalist inkılâpların daha demokratik bir düzen içinde gerçekleştirilemeyeceğini, “otoriter bir düzen” içinde mümkün olacağını ileri sürenler sonuçta bugün gelinen noktayı ve buraya nasıl geldiğimizi bir daha düşünmelidirler. Tarihe daha farklı bakmakta fayda var; tarih her zaman dün değildir, bazen bugündür, hatta bazen yarındır…
Daha sonrasında ise Soğuk Savaş şartları Türkiye’de demokratik bir düzenin gelişmesine en büyük engeli oluşturmuştur. Sovyetler Birliği’nin komşusu olan ve NATO’nun ileri karakolu biçiminde şekillenen bir siyasal rejim sosyalist hareketin varlığına, meşruiyetine tahammül edemezken, sonuçta sadece sosyalistlere yaşam hakkı tanımamakla kalmamış demokratik bir düzenden de her daim uzak kalmıştır.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları: Soldan sağa: Adnan (Adıvar), Ali Fuat (Cebesoy), Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) ve Refet (Bele).
Demokratik bir cumhuriyet mümkün mü, ne zaman ve nasıl gerçekleşebilir?
90’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın bitmesi ve yeni bir uluslararası düzenin, daha doğrusu düzensizliğin/kaosun doğmasıyla birlikte Türkiye’nin de önünde yeni kapılar açılmaya başlandı. Yerleşik siyasal düzen bu yeni duruma göre şekillenmek, değişmek zorundaydı. Nitekim yeni siyasi aktörler/güçler ortaya çıktı ve daha demokratik bir ülke vaat eder oldular. Ve iktidar da oldular; ama bir süre sonra İttihatçı jargonu olan “devletin bekası” söylemini benimsediler ve Türkİslam sentezine uygun olarak vaatlerinin tam tersi yönde ilerlediler. “Türklerin dini Kemalizmdir” diyecek kadar ileri giden, 18 yıl boyunca ezanı Türkçe okutan ikinci Jön Türk hareketinden çok İslam coğrafyasına gözünü diken ilk Jön Türk hareketine daha çok benziyorlar. Kemalistler “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” derken hadlerini bildiklerini gösteriyorlardı. Ne olursa olsun İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı becerirken savaşın nasıl bir felaket olduğunu biliyorlardı. Bugün Türkİslam sentezinde buluşanlar savaş için her fırsatı değerlendirmeye, neoOsmanlı havalarda herkese had, hudut bildirmeye pek hevesli olduklarına göre ilkine daha çok benziyorlar.
Yeni ve demokratik bir Türkiye vaadi toplumda ciddi bir karşılık bulmuştu; doğrusunu söylemek gerekirse, solun bile yüzleşmeyi ve tam olarak aşmayı başaramadığı, onun da siyasi kimliğinin bir parçası olan bu İttihatçı anlayıştan kurtulmak demokratik bir cumhuriyet için de ilk adım olacaktır…
[1] Başvekil İsmet İnönü iki yıl sonra, 2 Mart 1927’de kanunun iki yıllık uygulamasını Meclis’te değerlendirirken şu itirafta bulunacaktı: “… iki sene evvel karşısında bulunduğumuz hadisatın en mühimi Şeyh Said isyanı ile tebarüz eden hareket-i fiiliye değildi. Asıl tehlike memleketin umumi hayatında hasıl olan teşevvuş (kargaşa) ve tezebzüb (karışıklık) idi. Söz konusu kargaşayı, “küçük ihtirasatı (tutkuları) işletmeye alışmış mütereddi (soysuzlaşmış) münevverler yaratıyorlardı.” (Mete Tunçay ,Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, sf. 144145)
[2] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, sf. 252