Monthly Review editörü-sosyolog John Bellamy Foster, Monthly Review dergisi Eylül ayı sayısında kaleme aldığı yazısında sosyalizme yönelik ilginin, büyüyen iklim krizi ve giderek yükselen eşitsizliğe paralel olarak yükseldiğine dikkat çekerek, neofaşist yükselişe de vurgu yapan, olasılıkları ve gereklilikleri irdeleyen bir makale kaleme aldı.
Bugün, sosyalizmin yenilenmesine dair her yaklaşım, kapitalizmin bütün toplumsal varoluş temellerine yönelik yaratıcı yıkıcılığıyla başlamalıdır. 1980’lerin sonlarından bu yana dünya, facia kapitalizmi girdabı devrinin içine çekildi ki bu, eli kulağındaki facianın, “sermayenin yıkıcı gücü”nün istenmeyen sonuçlarına bağlı olarak her tarafta birikimi olarak tanımlanmıştır. (1) Bu anlamda facia kapitalizmi günümüzde, gezegen genelinde ekolojik kriz (I), küresel epidemiyolojik kriz (II) ve sonu gelmeyen dünya ekonomik krizinin (III) çakışması ile tecelli etmektedir. (2) Buna, küresel ticari mal zincirleriyle salıverilen ölçüsüz emperyalist sömürü sistemini, neoliberalizm ve neofaşizmin yükselişiyle birlikte görece istikrarlı liberal-demokratik devletten feragatı ve sınırsız savaşların artan tehlikeleri ile beraber yeni bir küresel istikrarsızlık çağının ortaya çıkışını içeren günümüzün “kaos imparatorluğu”nun başlıca özellikleri de ekleniyor. (3)
İklim krizi, dünyadaki bilimsel fikir birliğinin “benzeri yok” dediği durumu temsil ediyor; öyle ki, fosil yakıt yanmasından kaynaklı karbon emisyonu önümüzdeki on yıllarda sıfıra inmezse, sanayi medeniyetinin ve nihayetinde insanlığın varlığını sürdürmesinin ta kendisini tehdit edecek. (4) Bununla birlikte, varoluşsal kriz sadece iklim değişimi ile sınırlı değil; bu aynı zamanda insanlık için güvenli bir yer olarak yeryüzü sisteminde küresel ekolojik çatlağı belirleyen başka gezegensel sınırların kesişmelerine dek yayılır. Bunlar şöyle sıralanabilir: (I) okyanus asitlenmesi; (II) türlerin yok olması (ve genetik çeşitliliğin kaybı); (III) orman ekosisteminin tahribi; (IV) tatlı su kaybı; (V) nitrojen ve fosfor döngülerinin bozulması; (VI) toksik maddelerin hızla yayılımı (radyonüklidi de içeren); (VII) genetiği değiştirilmiş organizmaların kontrolsüz biçimde üremesi. (5)
Gezegen sınırlarının bozulması; sınırsız, üssel niceliksel ilerlemesi önünde aşılmaz engel tanımayan sermaye birikimi sisteminin özünde vardır. Dolayısıyla, kapitalizmin kendisinden çıkmayı gerektirmeyen tüm toplumsal ve doğal varoluş koşullarının mevcut kapitalist tahribatından çıkış yoktur. Elzem olan, István Mészáros’un “Sermayenin Ötesinde” kitabında yeni bir “toplumsal metabolik yeniden üretim” sistemi olarak adlandırdığı şeyin yaratılmasıdır. (6) Bu, yirmi birinci yüzyılda kapitalizmin varisi olduğu aşikâr olan sosyalizme işaret eder, ancak bu, yirminci yüzyılda var olduğu haliyle sosyalizmin teori ve pratiğini eleştirel bir şekilde sorgulayacak biçimde düşünülmüştür.
Sınıf sisteminin kutuplaşması
ABD’de, tekelci finans-kapitalin en önemli kesimleri şu anda öncelikli olarak beyaz alt-orta sınıftan unsurları milliyetçi, ırkçı, kadın düşmanı bir ideoloji biçimiyle harekete geçirmek konusunda başarılı olmuş durumda. Sonuç, köleliğin, yerleşimci sömürgeciliğin ve küresel militarizm/emperyalizmin kalıntılarından ortaya çıkan yapısal ırkçılığın uzun tarihini kendisine sermaye yaparak gelişmeye başlayan neofaşist politik-sınıf oluşumu. Filizlenen bu neofaşizmin, hâlihazırda var olan neoliberal siyasi oluşum ile ilişkisi, işçi sınıfının yaygın baskısıyla birlikte iktidar için şiddetli gayretle tasvir edilen “düşman kardeşler” ilişkisidir. (7) Sağcı politikaların ve yeni bir otoriter kapitalist rejimin dayatılmasına neden olan radikal sağ denilen şeyin lideri olarak New York gayrimenkul patronu ve milyarder Donald Trump’ın yükselişinin temellerini oluşturan işte bu koşullardır. (8) Önümüzdeki seçimde, yönetici sınıfın neoliberal kliği galip çıkıp Trump’ı devirerek yerine Biden’ı koysa bile, sermaye sınıfının içsel zorunluluğunu yansıtan bir neoliberal-neofaşist ittifak, tekelci finans-kapitalin etkisi altında bir devlet iktidarının temelini oluşturmaya muhtemelen devam edecek.
ABD’de bu yeni gerici siyasal oluşumla eş zamanlı olarak ortaya çıkan, dayanağını işçi sınıfı çoğunluğundan ve muhalif entelektüellerden alan sosyalizm için yeniden diriliş hareketidir. Üretimin küreselleşmesiyle hız kazanan ABD ekonomisinin dünya ekonomisindeki hegemonyasının ölümü, daha önce var olan imparatorluk temelli işçi sınıfının belirli ayrıcalıklı kesimleri arasındaki işçi aristokrasisinin altını oyarak sosyalizmin yeniden dirilmesine öncülük etti. (9) Michael D. Yates’in “Büyük Eşitsizlik” olarak adlandırdığı şeyler karşı karşıya kalan ABD’deki nüfusun çoğunluğu, özellikle de gençler, hızla azalan ümitlerle yüz yüzeler, kendilerini “umutsuzluk ölümleri”ndeki çarpıcı artış ile dikkat çekici hale gelen belirsizlik ve çoğu zaman çaresizlik durumu içinde buluyorlar. (10) Kendilerine hiçbir umut sunmayan kapitalist sistemden giderek artan bir biçimde uzaklaşıyorlar ve tek gerçek alternatif olarak sosyalizme ilgi gösteriyorlar. (11) ABD’nin durumu özgün olsa da, sosyalist hareketlere yeniden dirilme itkisi veren benzer nesnel güçler, devamlı ekonomik durgunluk, finansallaşma ve evrensel ekolojik zayıflama çağında sistemdeki başka yerlerde de, öncelikli olarak da Küresel Güney’de ortaya çıkıyor.
Fakat eğer, sermayenin yapısal krizi ve artan sınıfsal kutuplaşma bağlamında sosyalizm yeniden yükselişte görünüyorsa soru şu: Ne çeşit bir sosyalizm? Yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi, yirminci yüzyıl sosyalizminden hangi şekillerde farklılık gösteriyor? ABD’de ve başka yerlerde sosyalizm olarak bahsedilen şeylerin çoğu, beyhude bir çabayla kapitalizmi, neoliberalizme cepheden karşıt şekilde toplumsal düzenlemeler ve refah devletinin desteklenmesi vasıtasıyla daha iyi çalışır hale getirmeye çalışan, ancak bunu, neoliberalizmin kendisinin neofaşizmin yolunu açtığı bir zamanda yapan, sol-liberallerle ve dolayısıyla mevcut düzenle ittifak arayışında olan sosyal demokrasinin çeşitleridir. (12) Böylesi hareketler, sırf sandık demokrasisine odaklandıklarından, mevcut tarihsel bağlamda daha başlangıçta başarısız olmaya, doğurdukları umuda kaçınılmaz olarak ihanet etmeye mahkûmdurlar. Neyse ki, bugün seçim dışı mücadelelerde belirginleşen, kitle eylemini büyüten, gerçek bir sosyalizmin de büyümesine ve bir bütün olarak toplumu yeniden kurmak için mevcut sistemin parametrelerinin ötesine geçme çağrısına şahit oluyoruz.
ABD toplumunun temelindeki örtük huzursuzluk, bu yıl, ABD iç savaşından bu yana hakikaten ülke tarihinde benzeri duyulmamış olan ve sokaklardaki milyonlarca insanla, işçi sınıfından beyazlarla ve özellikle beyaz gençlerle birlikte, siyah olmaktan başka bir suçu olmayan George Floyd’un polis tarafından linç edilmesine yanıt olarak hep birlikte renk çizgisini aşarak muazzam dayanışma protestoları şeklini alan Mayıs sonu ve Haziran’daki isyanlarda açığa çıktı. (13) COVID-19 pandemisinin ve bununla bağlantılı ekonomik krizin ortasında gelen bu olay, ABD’de öfke dolu Haziran günlerine sebep oldu.
Ancak şu anda sistemin “barbar kalbi” ABD’de bile kök salmakta olan sosyalizme doğru hareket nesnel güçlerin sonucu olarak zemin kazanırken, yeterli bir öznel temelden yoksun. (14) Günümüz dünyasında sosyalizmin stratejik hedeflerini formüle etmekteki başlıca engellerden biri, yirminci yüzyıl sosyalizminin, orijinal olarak Karl Marx’ın komünizm tasavvurunda tane tane anlattığı haliyle kendi ideallerinden vazgeçmesidir. Bu sorunu anlamak için, komünizmin anlamını felsefik temelde ele almaya çalışan son dönem soldan girişimlerin ötesine geçmek gerekiyor; son on yılda Alain Badiou ve diğerlerinin Bir İdea Olarak Komünizm, Komünist Hipotez ve Komünist Ufuk’unun soyut değerlendirmelerine yol açan bir sorun. (15) Bunun yerine, Marx’ın “Gotha Programı’nın Eleştirisi” ve Lenin’in “Devlet ve Devrim” kitaplarından ortaya çıkan iki aşamalı sosyalist/komünist kalkınma teorisine doğrudan odaklanan daha somut tarihsel temelli bir başlangıç noktası gerekiyor. Paul M. Sweezy’nin yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce Ekim 1963’te Monthly Review’de yayımlanan “Bir İdeal Olarak Komünizm” makalesi bu bakımdan şu anda bir klasik metindir. (16)
Sosyalist ideal olarak Marx’ın komünizmi
Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde –Ferdinand Lassalle’den etkilenmiş Alman sosyal demokrasisinin ekonomist ve işçici görüşlerine karşı yazılmış olan- ortak üreticiler toplumunun yaratılması için mücadelede iki “aşama” tanımlamıştır. Birinci aşamaya “proletaryanın devrimci diktatörlüğü”nce ön ayak olunur; bu aşama Paris Komünü’nün sınıf savaşı deneyimini yansıtır ve bir işçi demokrasisi dönemini tarif eder, ancak yine de kapitalist sınıflı toplumun “kusurları” taşınabilir. Bu ilk aşamada, sadece kapitalist özel mülkiyetle bir kopuş meydana gelmeyecek, aynı zamanda kapitalizmin politik komuta yapısı olarak kapitalist devletle de kopuş gerçekleşecektir. (17) Bu evrede sosyalist geçişin sınırlı doğasının bir tedbiri olarak, üretim ve bölüşüm kaçınılmaz olarak kişinin emeğine bağlı olarak birbirinin şeklini alacak, bunların aşkınlıkları için koşulları yaratırken bile eşitsizlik koşullarını sürdürecektir. Tersine, son aşamada, toplumu yöneten ilke “herkesten yeteneğine göre”den, “herkese ihtiyacına göre”ye ve ücretli çalışma sisteminin tasfiyesine evrilecektir. (18) Aynı şekilde, sosyalizm/komünizmin ilk aşaması, devrimci dönemde yeni bir politik komuta yapısının oluşturulmasını gerektirirken, bir üst aşamadaki amaç, toplumun üstünde duran ve onunla antagonist bir ilişki içindeki ayrı bir aygıt olarak devletin sönümlenmesidir ve yerini, Friedrich Engels’in “toplum” olarak bahsettiği, üretimin komünal temelli şekli ile bağlantılı politik örgütlenme biçimi alacaktır. (19)
Sosyalizm/komünizm geçişinin sonraki, daha üst aşamasında, sadece mülkiyet kolektif olarak sahiplenilip kontrol edilmeyecek, toplumun yapısal hücreleri de komünal bir temelde yeniden kurulacak ve üretim ortak üreticilerin ellerinde olacaktı. Bu koşullarda, Marx, “emeğin” sırf bir “yaşam aracı” olmayacağını, “kendisinin, yaşamın birincil zorunluluğu” haline geleceğini belirtmişti. (20) Üretim, “her bireyin özgür gelişimi”nin yerini “herkesin özgür gelişimi için koşul”un alacağı toplumla uyumlu bir şekilde değişim değerine değil, kullanım değerine yönlendirilecekti. Kapitalist sınıflı toplumun ilgası ve ortak üreticiler toplumunun inşası, fikri emek ile el emeği ve kasaba ile şehir arasındaki ayrımın yok edilmesinin yanı sıra sınıfsal sömürünün de son bulmasına neden olacaktı. Kadının ev içi esaretine dayanan tek eşli, ataerkil ailenin de üstesinden gelinecekti. (21) Ortak üreticiler toplumunun üst aşamasına dair Marx’ın tarifinde asli olan, insanlık ve yeryüzünün yeni bir toplumsal metabolizmasıdır. Yeni toplumu yönetmenin maddi koşullarına dair en genel açıklamasında şöyle yazmıştır: “Bu alandaki (doğal zorunluluk dünyası) özgürlük, yalnızca, toplumsallaşmış insanın, birleşmiş üreticilerin, kör bir güç olarak doğa tarafından hükmedilmek yerine, doğayla olan bu alışverişlerini akılcı bir şekilde düzenlemeleri, onu kendi ortak denetimleri altına sokmaları (ve bunu, en az çaba harcayarak ve kendi insan doğalarına en yaraşır ve en uygun koşullar altında yapmaları) olabilir.” (22)
Devlet ve Devrim’de ve başka yerlerde yazdıklarında Lenin, Marx’ın alt ve üst aşamalardaki argümanlarını ustaca almış, bunları komünizmin ilk ve ikinci aşamaları olarak tanımlamıştı. Lenin, “sosyalizm ve komünizm arasındaki bilimsel ayrım” dediği şeyi vurgulayarak devam etmiş, “eksiksiz komünizm” anlamına gelen komünizm terimi en uygun şekilde ileri aşama için kullanılırken, “genellikle sosyalizm olarak adlandırılan şey, Marx tarafından komünist toplumun ‘ilk’ ya da alt aşaması olarak belirlenmiştir” demiştir. (23) Lenin, Marx’ın analizi ile yakından ilişkilendirse de, sonrasında gelen resmi Marksizm’de iki tamamen ayrı evre olarak katılaşmış hale geldi; komünist evre denilen evre, sosyalizm evresinden ütopikleşmiş hale gelecek kadar uzaklaştı ve artık sürekli ya da devam eden bir mücadelenin parçası olarak görülmedi. Joseph Stalin, ruhsuz bir sosyalist aşama kavrayışı ve herkese emeğine göre bölüştürme şeklindeki araçsal ilkeye dayanarak, ”Marksist hatlarda örgütlenmiş sosyalist bir toplum değil, ilkel bir münzevi tarikatına layık gerici, küçük burjuva saçmalık” olarak nitelendirdiği maddi eşitlik idealine karşı ideolojik bir savaş yürütmüştür. Aynı tutum, Sovyetler Birliği’nde Mihail Gorbaçov’a kadar o ya da bu şekilde ayak diremeyi sürdürdü. (24)
Dolayısı ile, Michael Lebowitz tarafından “Socialist Imperative” kitabında açıkladığı şekliyle Marx’ın kapitalist toplumdan miras kalan ‘kusurlar’ olarak isimlendirdiği şeyin ötesine geçmek için sürekli bir mücadeleden ziyade, 1930’ların sonundan 1980’lerin sonuna dek yarım asır boyunca Marksizm’in standart yorumu, kapitalizm sonrası toplumun, üretici güçlerin gelişmişlik düzeylerine göre ekonomist bir bakışla saptanan iki ayrı ‘aşama’ şeklinde bölünmüşlüğünü öne sürdü. Marx tarafından, sosyalist izleğin asli niteliği olarak vurgulanan toplumsal ilişkilerde köklü değişimlerden, kapitalist toplumdan taşınmış kusurlarla yaşam ve bunlara uyum sağlama sürecinde vazgeçildi. Buna karşılık, Marx sürmekte olan sosyalist inşa sürecinin bir parçası olarak “başlangıçtan itibaren” ortak üreticiler topluluğunu inşa etmeyi hedefleyen bir projede ısrar etmişti. (25)
Marx’ın komünizmin daha üst aşaması ile ilişkili sosyalist idealden vazgeçilmesi, değişen maddi (ve sınıfsal) koşullarla ve nihayetinde, devrimci olmaktan çıktıklarında ve hatta sınıf biçimlerini dirilttiklerinde hiç gelişmeme eğiliminde olan, yeni sınıf ya da nomenklatura (Nomenklatura, Sovyetler Birliği’nde önemli bürokratik görevleri elinde tutan elitlere, ayrıcalıklı yönetici zümreye verilen isim; ç.n.) sistemi yüzüstü bıraktıkça nihai çöküşlerini müjdeleyen Sovyet tipi toplumların ölümü ile karmaşık bir şekilde sona erdi. Sweezy’nin 1971’de savunduğu şekliyle “devlet sahipliği ve planlama, uygulanabilir bir sosyalizmi; yozlaşma tehdidine karşı bağışıklığı olan ve komünizme doğru hareketin ikinci ayağında ilerleme yetisine sahip bir sosyalizmi tayin etmek için yeterli değildir.” Daha fazlası gerekiyordu: Eşitlerin toplumunu yaratmak için sürekli mücadele. (26)
Marx’a göre, ortak üreticiler toplumuna doğru hareket, “komünist bilinç”e içkin olan sosyalist izleğin asli niteliğiydi. (27) Yine de sosyalizm, özellikle de 1930’ların sonundan itibaren güçlü eşitsizliğin savunulduğu Sovyetler Birliği’nde daha sınırlayıcı, ekonomist terimlerle tanımlanır hale gelmeye başladığında, devrim sonrası toplum özgürlük ve zaruret şeklindeki ikili mücadele ile olan yaşamsal bağını kaybetti ve bunun sonucu olarak sosyalizmin daha önce anlamının ve tutarlılığının kaynağını aldığı uzun vadeli hedeflerinden koptu.
Bu deneyime dayanarak, yirmi birinci yüzyılda sosyalizmi inşa etmenin tek yolunun, sosyalist/komünist idealin, bir yandan geleceğin ihtiyaçlarını gözden kaçırmazken günümüzün acil sorunlarına hitap edecek yeterlilikte radikal teori ve pratiğe izin verecek suretlerini tam olarak benimsemek olduğu açıktır. Gezegensel ekolojik kriz bize bir şey öğrettiyse, o, gereken şeyin yeryüzü ile yeni bir toplumsal metabolizma, ekolojik sürdürülebilirlik ve maddi eşitlik toplumu olduğudur. Bu, Mauricio Betancourt’un Global Environmental Change dergisinde yayımlanan “Küba Agroekolojisinin Metabolik Yarılmanın Hafifletilmesindeki Etkisi” başlıklı yakın tarihli çalışmasında gösterdiği şekliyle Küba ekolojisinin olağanüstü kazanımlarında görülebilir. (28) Bu, Georg Lukács’ın, insanın toplumsal ilişkilerinin ve insanın doğayla ilişkilerinin gerekli “çifte dönüşümü” olarak isimlendirdiği şeye uyar. (29) Böyle özgürleştirici bir proje, zorunlu olarak, önceden tahmin edilemeyecek devrimci aşamalardan geçmelidir. Yine de, başarılı olabilmek için, bir devrim hakiki insan ihtiyaçlarına yönelik, maddi eşitliğe ve insan toplumsal metabolizmasının doğayla rasyonel uygunluğuna dayanan bir yapısal sistemin geliştirilmesi vasıtasıyla kendini “tersine çevrilemez” hale getirmeye çabalamalıdır. (30)
Zorunluluk olarak özgürlük
Hegel’in felsefesine dayanan Engels, Anti-Dühring’de gerçek özgürlüğün temelinin, zorunluluğun tanınmasında olduğunu savunmuştu. Devrimci değişim, özgürlük ve zorunluluğun somut uygulamada buluştuğu noktadır. İnsan bilincinin ötesinde, kör zorunluluk gibi bir şey vardıysa da, nesnel güçler bir kez kavrandığında zorunluluk artık kör değildir, onun yerine insan eylemi ve özgürlüğü için yeni yollar sunuyordu. Zorunluluk ve özgürlük, yeni toplumsal değişim ve tarihsel aşkınlık dönemleri gerektirerek birbirlerini besledi. (31) Lenin, bu diyalektik materyalist ilkeyi resmederken keskin bir şekilde şunu söylemiştir: “Biz, meteoroloji olaylarındaki zorunlu doğa yasalarını bilmiyoruz ve onun için de, kaçınılmaz olarak, hava koşullarının kölesiyiz. Ama bu zorunluluğu bilmediğimiz halde, onun var olduğunu biliyoruz.” (32) Genel olarak, hava durumu ve doğayla insan ilişkisinin, eylemlerimizi yöneten değişen üretken ilişkilerle kaçınılmaz şekilde değiştiğini biliyoruz.
Bugün, insan kökenli iklim krizi ve ekstrem hava olaylarına dair bilgi, insanları kör zorunluluk aleminden uzaklaştırıyor ve dünya ahalisinin facia kapitalizmine karşı özgürlük ve varlığını sürdürmek için nihai mücadeleye girişmesini gerektiriyor. Marx’ın, on dokuzuncu yüzyılda İngiliz sömürgeciliğinin sonucu olarak İrlanda’nın maruz kaldığı ciddi metabolik yarılma bağlamında belirttiği gibi, ekolojik kriz, kendisini bir “yıkım ya da devrim” meselesi olarak sunar. (33) Antroposen’de, kapitalist ekonominin büyümesinden kaynaklanan ekolojik yarılma, şimdi gezegenin biyojeokimyasal döngüleri ile rekabet eden bir ölçekte mevcut. Bununla birlikte, bu nesnel gelişmelerin bilgisi bize aynı zamanda, insanlığın ve dünyanın toplumsal metabolik yeniden üretiminde gerekli devrimi tasavvur etme imkânı da tanıyor. Bu bağlamda bakıldığında, Marx’ın çok önemli olan “ortak üreticiler topluluğu” fikri basitçe çok uzak ütopist bir düşünce ya da soyut bir ideal olarak görülmemeli, yeryüzü ile sürdürülebilir bir ilişki için ısrarlı talebi temsil eden şimdi ve gelecekteki gerekli insan savunmasının temeli olarak görülmelidir. (34)
Fakat devrimci değişimin öznesi nerede? Cevap şu ki, küresel ekolojik proletarya olarak adlandırabileceğimiz ortaya çıkışının maddi ön koşullarını görüyoruz. Engels’in, 1845’te yayımlanan İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabı, Plug Plot (Plug Plot tabiri, Çartizm döneminde işçi sınıfının işi durdurmak için fabrikalarda buhar kazanlarının vanalarını kapatmalarından yola çıkılarak üretilmiştir ve ‘fişi çekmek’ anlamını taşımakta, o dönem ‘genel grev’ yerine kullanılmaktadır; ç.n.) isyanlarından kısa süre sonra ve radikal Çartizm’in zirvesinde Manchester’daki işçi sınıfının koşullarına dair bir betimleme ve analizdi. Engels, işçi sınıfının içinde bulunduğu şartları sırf fabrika koşulları açısından tarif etmemişti; bunu daha çok kentsel gelişim, barınma, su temini, kanalizasyon, beslenme ve çocuk gelişimi açısından yapmıştı. Odak noktası, yaygın hastalık ve özellikle de bulaşıcı hastalığa bağlı olan ölüm oranıyla ilişkili, kapitalizm (Engels’in “toplumsal cinayet”, sonrasında ise Norman Bethune’un “ikinci hastalık” adını verdiği) tarafından dayatılan genel epidemiyolojik ortam idi. (35) Marx, Engels’in doğrudan etkisi altında ve kendi toplumsal epidemiyolojik çalışmalarının sonucu olarak yirmi yıl sonra Kapital’i yazarken, metabolik yarılmanın sadece toprağın bozulmasıyla ilişkili olarak değil, eşit düzeyde, belirttiği şekliyle toplumun kendisi tarafından neden olunan “periyodik salgınlar” bakımından da ortaya çıktığını görmüştü. (36)
Bunun bize anlattığı –ve Rus ve Çin devrimlerinden bugün Küresel Güney’deki mücadelelere dek başka birçok örnek bulabiliriz-, sınıf mücadelesi ile devrimci uğrakların, nesnel zorunluluktan ve sadece maddi olmayan, en geniş anlamıyla çevresel de olan maddi koşullardan doğan özgürlük talebinin birleşiminin ürünü olduğudur. Devrimci durumların, bu nedenle ekonomik ve ekolojik koşulların birleşiminin toplumsal dönüşümü gerekli hale getirdiği zamanlarda ve toplumsal güçler ve ilişkilerin böylesi değişimleri olası kılmaya yetecek düzeyde geliştiği yerlerde ortaya çıkması yüksek ihtimaldir. Bu bakımdan, bugün küresel bir bakış açısıyla bakıldığında, çevre proletaryası meselesi ile ekolojik köylülük ve yerli mücadeleleri sorunu birbiriyle örtüşmektedir ve birbirinden ayırt edilemezdir. Aynı şekilde, şu anda küresel çapta çevre hareketini canlandıran çevresel adalet mücadelesi, esas itibarıyla işçi sınıfı ve halkların mücadelesidir. (37)
Çevre proletaryası bu anlamda, günümüzde COVID-19 karşısında ekolojik-epidemiyolojik mücadele periyodunda belirginleştiği şekilde, bütün dünyada bir güç şeklinde ortaya çıkıyor olarak görülebilir. Yine de, yakın gelecekte devrimci ekolojik eylemin başlıca yörüngesi “Antroposen’de emperyalizm”in acı gerçekliğiyle karşı karşıya olan Küresel Güney olarak kalmaya devam ediyor. (38) Samir Amin’in “Modern Emperyalizm, Tekelci Finans Kapital ve Marx’ın Değer Yasası”nda belirttiği gibi ABD, Avrupa ve Japonya üçlüsü, hâlihazırda gezegen biyo-kapasitesini, dünya ortalamasının dört katı oranında kullanıyorlar ve bu da ekolojik kayıtsızlığa işaret ediyor. Küresel Kuzey’deki kaynakların bu sürdürülemez tüketim düzeyi ancak şöyle mümkün oluyor:
“Güney’deki toplumun biyo-kapasitesinin büyük kısmı, bu merkezler tarafından ve bu merkezlerin (üçlünün) yararına işgal ediliyor. Bir başka deyişle, kapitalizmin mevcut büyümesi gezegeni ve insanlığı tahrip ediyor. Bu büyümenin mantıksal sonucu ya Güney halklarının fiili soykırımı –“nüfus yoğunluğu” şeklinde- ya da asgari olarak, giderek artan yoksulluğa mahkûm edilmeleri oluyor. Soruna bu tür bir “nihai çözüm”üne meşruiyet kazandıran eko-faşist bir düşünme türü geliştirilmektedir.” (39)
Yeni bir toplumsal metabolik yeniden üretim sistemi
Zorunluluk ve özgürlük talepleriyle uyumlu biçimde yeni bir toplumsal yeniden üretim sistemi kurmayı amaçlayan sosyalist inşanın devrimci süreci, uzun erimli bir stratejinin parçası olarak kapsamlı bir “yönlendirici ilke” ve “başarı ölçüsü” olmaksızın gerçekleşemez. İşte bu noktada, Mészáros’u takiben, bugünün mücadelelerinde esaslı bir demokrasiyi de gerektiren maddi eşitlik ya da eşitler toplumu kavramı devreye girer. (40) Böylesi bir yaklaşım, sadece onun barbar kalbinde sermayeye karşı dikilmekle kalmaz, aynı zamanda sosyalizme geçişi yarıda kesecek ve nihayetinde nafile olacak her türlü çabaya da karşı durur. Immanuel Kant, Fransız İhtilali’nden kısa süre sonra hâkim liberal görüşü şu şekilde ayrıntılarıyla açıklamıştı: “…bir ülkede özneler olarak insanların genel eşitliği, sahip oldukları mülkiyet düzeyindeki büyük eşitsizlikle oldukça kolay bir şekilde aynı anda var olur. Dolayısıyla, insanların genel eşitsizliği, çok sayıda var olabilecek özel haklardaki büyük eşitsizlik ile aynı anda var olur.” (41) Marx’ın gösterdiği üzere böyle bir toplum “içeriğinde, diğer tüm haklar gibi bir eşitsizlik hakkı” da tesis eder. (43) Marx’ın komünizm tasarımı ile tutarlı olan maddi eşitlik fikri, bunların hepsine karşı çıkar. Bu tasarım, artık hiyerarşik bir devlet tarafından desteklenmiş mülkiyet sahibi bireyciler ya da kapitalist bireylerden oluşamayacak olan, ancak ortak üreticiler ve komünal devlete dayanması gereken toplumun yapısal hücrelerinde değişim gerektirir. Gerçek planlama ve gerçek demokrasi, iktidarın, toplumun aşağısında yapılandırılması vasıtasıyla yola koyulabilir. Devrimler, ancak bu şekilde tersine çevrilemez hale gelir.
Bu şartlarda, Hugo Chávez önderliğindeki Venezüella devrimi tarafından hâkim düzene karşı oluşturulan olağanüstü tehdidi temsil eden yirmi birinci yüzyıl sosyalizminin meydan okuma ve sıkıntı yaratmasının açık tasdikiydi. Bolivarcı Cumhuriyet, organik bir toplumun ya da yeni bir toplumsal metabolik düzenin yaratılması olarak bir devrim kavramı üreterek, komünal iktidar ve halk önderliğinin yaratımıyla kapitalizme içeriden meydan okudu. Chávez, Lebowitz’in aracılığıyla sağlanan Marx ve Mészáros’un analizlerine dayanarak, “sosyalizmin temel üçgeni” fikrini ortaya koydu: (I) toplumsal mülkiyet, (II) işçilerce organize edilen toplumsal üretim, (III) komünal ihtiyaçların tatmini. (44) Bunun temelinde yatan, eşitsizler toplumunu ortadan kaldırmanın asli dayanağı olarak maddi eşitlik için mücadele, ten rengine ve toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliğin, emperyal ve diğer türlerdeki baskının ortadan kaldırılmasıdır.
Sweezy, “Bir İdeal Olarak Komünizm”de verimli insan üretkenliğinin daha rasyonel biçimde kullanan bir toplumda ister istemez ortaya çıkacak yeni emek biçimlerini vurgulamıştı. Birçok iş türünün (örneğin kömür madenciliği, ev hizmetleri) tümüyle ortadan kalkacağını ve mümkün olduğu kadarıyla, günümüzde sadece birkaçının olduğu haliyle bütün işlerin ilgi çekici ve yaratıcı olması gerektiğini belirtir. Kapitalist üretim ve tüketimin özünde olan muazzam israf ve yıkımın azalması, sadece bir kez kullanılabilen zamanın daha yaratıcı şekillerde kullanılması için boşluk ortaya çıkaracaktı.
“bir eşitler toplumunda-herkesin üretim araçları ile aynı ilişki içinde olduğu ve müşterek refah için çalışma ve hizmet etme yükümlülüğüne sahip olduğu bir toplumda- küçük bir kesimin üstünlüğünü vurgulayan ve çoğunluğun hizmet etmesini gerektiren bütün “ihtiyaçlar” tamamen ortadan kalkacak ve karşılıklı saygı ve işbirliği içinde birlikte yaşayan özgürleştirilmiş insanların ihtiyaçları bunun yerini alacak. Toplum ve onu yaratan insanlar diyalektik bir bütün oluşturur: diğerini değiştirmeden hiçbiri değişemez. Ve bir ideal olarak komünizm, yeni bir toplum ve yeni bir insanı içerir.” (45)
Basitçe bir ideal olmaktan öte, sosyalizm/komünizm anlayışında maddi eşitlik ve esaslı demokrasinin her şeyden önce geldiği böylesi bir düzenleyici ilke, sadece iyi bir geleceğe doğru sosyalist bir izlek yaratmak için değil, aynı zamanda varlığını sürdürme sorunu ile karşı karşıya kalmış küresel ahalinin zorunlu bir savunması olarak da vazgeçilmezdir. Distopik kitaplar ve romanlara rağmen, eğer kapitalizmin insan metabolizmasına ve yeryüzüne yönelik yaratıcı yıkıcılığı yüzyılın ortasında durdurulmazsa durdurulmazsa dünya halklarının, özellikle de emperyalist hiyerarşinin alt kısmındakilerin karşı karşıya kalacağı çevresel felaketin düzeyini tahayyül etmek imkânsız.
2020 yılında Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde yayımlanan ve mevcut eğilimleri temel alan “The Future of the Human Climate Niche / İnsan İklimi Boşluğunun Geleceği” başlıklı makaleye göre, 2070 yılına kadar insan iklimi boşluğu dışında 3,5 milyar insanın yaşanamaz sıcaklıklarda, Sahra Çölü ile karşılaştırılabilecek koşullarda yaşayacağı tahmin ediliyor. (46) Böylesi tahminler bile, kapitalist faaliyet altında her zamanki gibi insanlığın çoğunluğunun payına düşen muazzam yıkım düzeyini yansıtmak konusunda başarısız oluyor. Buna tek yanıt, yanmakta olan evi terk etmek ve şimdi yeni bir ev inşa etmektir. (47)
İşçilerin ve halkların enternasyonali
Tüm dünya genelinde kendi özel muhitlerinde sayısız insan, kapitalist yıkıcı güce karşı sayısız mücadeleye katılıyorsa da, ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf mücadelelerini de içeren maddi eşitlik için mücadeleler, küresel düzeyde emperyalizme karşı mücadeleye bağlı. Dolayısıyla, Marx’ın Birinci Enternasyonal’ini model alan işçilerin yeni bir küresel örgütlenmesine ihtiyaç var. (48) Yirmi birinci yüzyıl için böyle bir Enternasyonal, sadece Dünya Sosyal Forumu benzeri tartışma aktiviteleriyle ya da Sosyalist ve İlerici Enternasyonaller denilen şeylerde sosyal demokrat düzenleyici reformların desteklenmesiyle ilgilenmiş Kuzey ülkelerinden elit entelektüeller grubundan oluşamaz. Bunun yerine, Chávez ve Amin gibi isimlerce tasarlandığı gibi, başlangıçtan itibaren kapitalizme karşı sosyalist başkaldırının merkezine emperyalizme karşı mücadeleyi koyabilmesi için kökünü Güney-Güney ittifakından alan işçi temelli ve halklar temelli bir örgütlenme olarak kurulması gerekir.
Chávez, 2011 yılında son rahatsızlığından hemen önce bir sonraki seçimi takiben, Güney-Güney ittifakına odaklanacak ve yirmi birinci yüzyıl sosyalizmine küresel bir anlam katacak olan Yeni Enternasyonal (önemle altını çizerek, Beşinci Enternasyonal değil) adı verilen şeyi başlatmaya hazırlanıyordu. Bu, Latin Amerika Halkları İçin Bolivarcı İttifak’ı küresel düzeye genişletecekti. (49) Fakat bu, Chávez’in hızlı çöküşü ve zamansız ölümü nedeniyle hiçbir zaman gün yüzüne çıkmadı.
Bu arada, Dünya Alternatifler Forumu’nu çekip çeviren Samir Amin’in çabalarından başka bir fikir doğdu. Amin, uzun zamandır Beşinci Enternasyonal’i tasarlamıştı, bu fikri 2018Mayıs’ının sonlarında bile ortaya koymaya devam ediyordu. Fakat Temmuz 2018’de, ölümünden sadece bir ay önce, bu, halkların durumunu göz önünde bulundurmayan sadece işçi temelli bir Enternasyonal’in emperyalizme karşı durmakta yetersiz kalacağı açıkça kabul edilerek İşçiler ve Halklar Enternasyonali adını verdiği şeye dönüştürüldü. (50) Bunun sadece bir hareket değil, örgütlenme olacağını söylemişti. Şunu amaçlayacaktı:
“dünyanın bütün emekçi halklarının ittifakı olacak; sadece proletaryanın temsilcileri olarak nitelenenlerin değil. Hizmet sektöründeki ücretlileri, köylüleri, çiftçileri ve modern kapitalizm tarafından ezilen bütün halkları içerecek. İnşası, partilerin, sendikaların ve halkın diğer mücadele örgütlerinin bağımsızlığını garanti eden çeşitliliğin kabulü ve buna saygı temelli olmalıdır. Böylesi devrimci bir gelişmenin yokluğunda dünya kaos ile, barbar uygulamalar ile ve yeryüzünün tahribatı ile yönetilmeye devam edecektir.” (51)
Bir Yeni Enternasyonal’in yaratılması tabii ki dünyadan kopuk gerçekleşemez; tüm dünyadaki devrimci hareketler ve kapitalist sistemden kopuşlarla bağlantılı olarak halk tabanı düzeyinde yayılan birleşik kitle örgütlerinin içinde ve bu örgütlerin inşasının bir ürünü olarak ifade bulması gerekir. Amin’e göre, 1955’te Bandung Konferansı’nda başlatılan Üçüncü Dünya hareketiyle bağlantılı ilk örgütlü mücadelelerde ve Yeni Uluslar arası Ekonomik Düzen için verilen mücadelede olduğu gibi, Küresel Güney’den geniş ittifaklar yaratacak yeni girişimler olmaksızın bu gerçekleşemezdi. (52) Şu üç unsurun hepsi –kopuş, halk tabanı hareketleri ve ülke-aşırı/kıta-aşırı ittifaklar- onun anti-emperyalist mücadele anlayışında çok önemliydi. Bugün, bunun, küresel ekolojik hareket ile birleştirilmesi gerekiyor.
Amin, kapitalizme ve emperyalizme karşı böylesi evrensel bir mücadelenin, cüret ve daha fazla cüret ile, her alanda sistemin koordinatlarıyla bağını koparmak ile ve insan topluluğunun tam tarifi olarak ideal yolunu “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi ile bulacak şekilde ayırt edici özelliğe sahip olması gerektiğinde ısrarcıydı. Bugün, özgürlük ve zorunluluk mücadelelerinin kusursuzca çakıştığı bir zamanda yaşıyoruz; bu da bizi, bir zorunluluk olarak yenilenmiş bir özgürlük mücadelesine götürüyor. Önümüzdeki tercih kaçınılmaz: yıkım ya da devrim.
KAYNAK: http://gercegingunlugu.blogspot.com/2020/09/john-bellamy-foster-sosyalist-idealin.html