SEÇTİKLERİMİZ – Fehim TAŞTEKİN, Duvar için yazdı: Libya ile tek taraflı deniz yetki anlaşmasını imzalayan Ankara ötekilere “Tek taraflı hareket edemezsiniz” diye gürlüyor. Gürleyerek muhatapları şöyle bir sersemletmek, masada kendine yer açmak istiyor.
“Yedi düvelle savaşan ecdadı” kutsaya kutsaya kendini yedi cephede anlamsız kavgalarda bulan şaşkınların ülkesi. Bir yerde kâbus bitmeden ötekini takıyorlar kuyruğuna. Uyanamıyorsun! Dış siyasette “yedi film birden” seansı. Oturmuş Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Suriye’de, sınır boyunca Kürt’e karşı ‘Arap Kemeri’nde, ötede beride, dış mandalda ne varsa “Bizim havsalamızın almadığı bir şey mi var” diye hâlâ hakkaniyet namına sorular soruyoruz? Mantıktan, izandan, akıldan, öngörüden kırıntılar arıyoruz. Nafile. Anlıyoruz ki işsizlikten, açlıktan, utancından intihar edene sıra gelmemeli. Kepenk indirene, evine işsiz dönene, cinnet geçirene, adalet kapısında yüzüstü kapaklanana, devlet dersinden kalana, bir avuç sırtlan için köyünde suyuna-ekmeğine göz dikilene… Sıra gelmemeli bu yakıcı gündeme. Kimsenin soru sormaya mecali kalmamalı; sabah Yunanistan’la top topa gelmeli, Libya şafağında düşmanlar edinmeli, Sirte-Cufra hattını yeni ulusal kurtuluş savaşının Trablusgarp cephesi gibi düşünmeli, Irak Kürdistanı’nda Kürt’ün gecesini gündüzünü zehir etmeli, Suriye’de 7/24 ateş parçası olmalı, ölümü hissetmeli, hissettirmeli, Kafkasya’da gürlemeli, Doğu Akdeniz’de suları köpürtmeli.
Bir yazı böyle olmamalı, bir lanetleme seansı gibi akmamalı. Ne var ki her üç-beş günde önümüze yığdıklarından da bir rahmet serisi çıkmıyor. Türkiye’nin çeperlerinde bir tur dönünce ‘kriz sepeti’ dolup taşıyor.
***
Atalım bir tur.
11 Ağustos akşamı Irak Kürdistanı’nda bir hedef vurulurken “Cemil Bayık öldürüldü” diye medyaya sufle veriliyor. Büyük bir dalgalanma yaratılıyor. Sabah, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya sorulunca tüm dünyaya tavsiyede bulunuyor: “Türkiye’yi izlemeye devam etsinler!”
İzliyorlar zaten. Türkiye’nin Sidekan bölgesinde insansız uçak saldırısında öldürdüğü kişilerin kimlikleri ortaya çıkıyor: Irak Sınır Muhafızları İkinci Tümen Komutanı Muhammed Reşid Süleyman, İkinci Sınır Tümen Komutanlığı Üçüncü Birlik Komutanı Yarbay Zübeyir Hali Taceddin. Yarbay Hüsameddin Abdurrahman Hasan ve bir asker de yaralanıyor.
Bu tablo karşısında Irak Cumhurbaşkanlığı’ndan Türkiye’ye kınama, Irak Dışişleri’nden bir nota, Bağdat’tan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın planlanmış ziyaretine iptal haberleri geliyor.
Nasıl olsa Irak çaresiz, Türkiye’ye bağımlı, bölge zaten Kürdistan dahilinde, o yüzden vurmakta, askeri üs kurmakta, yüzlerce Kürt köyünü boşaltmakta beis yok. Ama artık var. Türkiye’nin en önemli ticaret ortaklarından biri, Irak’la Pençe operasyonları dizisiyle artan gerilim öngördüklerinin ötesinde büyüyor. Üstelik bu gidişat daha geniş bir bantta Arap kuşağını krizde taraf haline getiriyor. Türkiye, daimi gözlemci statüsünde olduğu Arap Birliği’nde artık sıklıkla kınanıyor. Birlik “Türk bombardımanını en sert biçimde kınıyoruz. Irak hükümetinin saldırıları durdurmak, ülkenin egemenliğini ve güvenliğini korumak için uluslararası alanda atacağı her adımı destekliyoruz” diyor.
Bölgede, Ankara ile ticari bağları olanlar dahil, Kürtler artık Türkiye’nin sınır ötesi stratejisinin PKK’nin çok ötesinde Kürdistan’ı hedef aldığını düşünüyor. Kürtlerle sorun yeni boyut kazanıyor. İkincisi, Irak’ın Türkiye’ye karşı alacağı pozisyon, Ankara ile Suriye’den Libya’ya pek çok yerde kapışan Arap koalisyonu tarafından önemseniyor. Kızışan nüfuz kavgasında bu kanaldan yürüyeceklerini öngörmek zor değil. Üçüncüsü bütün bir Kürt coğrafyasını dağıtmaya dönük saldırı silsilesi Kürtlere genelde şüpheyle yaklaşmış Arap bakışını değiştiriyor.
Sonra da hikâye bu tarafta “Türk’ün Türk’ten başta dostu yoktur” safsatasına sıkışıp kalıyor.
***
Bu seanstan hemen önce gerilim filmi Doğu Akdeniz için dönüyordu. Yunanistan’la savaşın barometresi tıklıyordu. Tehlike geçmiş de değil. Türkiye 21 Temmuz’da Meis ile Rodos arasında Oruç Reis gemisiyle sismik araştırma yapmak için seyrüsefer teleksi (NAVTEX) yayınlayınca Yunanistan’la çatışmanın eşiğine geldi. Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in devreye girmesiyle taraflar donanma gemilerini çekti. Fakat bu kez 28 Temmuz’da Barbaros Hayreddin Paşa gemisine Kıbrıs ile Lübnan arasında arama emri yazıldı. Bunu 6 Ağustos’ta Mısır ile Yunanistan’ın epey zamandır müzakere ettikleri deniz yetki alanları anlaşması izledi. Meis’i kaplamadığı halde anlaşma Türkiye-Libya arasında çizilen bölgeyle çakışıyor. Türkiye’nin Libya kartına karşı bir kart olarak okunabilir.
Türkiye, Merkel’e verilen sözün tutulmadığını savunup 10 Ağustos’ta yeni bir NAVTEX ile Oruç Reis’i Meis’in güneyi ile Kıbrıs açıklarına gönderdi. Yunan gemileri yakınlarında konuşlandı. Sismik araştırmasını engelleyecek şekilde gürültülü bir pozisyon. Acayip bir sinir harbi. Türkiye’de estirilen hava “Oruç Reis Yunan-Rum-Mısır kuşatmasını kırıyor.” Karşı kıyıda, “Ordu teyakkuzda.”
Bu sinir harbinden harp çıkmazsa ne çıkar? Ankara’nın stratejisi “Bizsiz, bize rağmen çizilen haritalara izin vermeyiz” restine dayalı. Muhataplar temiz oynamıyor, bu doğru, fakat masalar Türkiye’siz kurulduysa bunda da Ankara’nın kavgacı dış politikasının payı büyük. Taraflar müzakerelere 2002’de başladı. AKP iktidarı Trablus’taki İslamcılar uğruna girdiği kirli savaşı ‘meşrulaştırmak’ için Ekim 2019’da ‘Mavi Vatan’ tezine sarılıp enerji kavgasıyla Libya macerasını cem etti. Bu 17 yıl içinde diğer tarafta masada oturanlar ya da oturması gerekenlerin hepsiyle düşman ya da hasım hale geldi. Sorgulanması gereken nokta burası. Libya ile (üstelik yetkisi tartışmalı bir hükümetle) tek taraflı deniz yetki anlaşmasını imzalayan Ankara ötekilere “Tek taraflı hareket edemezsiniz, oldu bitti yapamazsınız” diye gürlüyor. Gürleyerek şöyle muhatapları bir sersemletmek, sonra da masada kendine yer açmak istiyor. Stratejisinin bütün esprisi bu. Kendi tek taraflılığını ‘hak’ ve ‘norm’ saymada ne kadar da özgüvenli. Sonuç almak için çok güçlü bir caydırıcılık inşa etmeleri gerekiyor. Aksi halde bir rest ötekinin restiyle karşılık bulur, sonunda da tekrarlanan gerilim tarafları istenmeyen yerlere götürür. Mevcut durumda Türkiye kendini tekrar eden, sözünün değerini düşüren, hamlelerinin sonunu getiremeyen aktör konumunda. Savaşı göze almış gibi yapıp sadece kendi yelkenlerini şişiren tehlikeli bir iktidar bencilliği bu.
***
Madem çıktık tura, bir önceki seansa bakalım. Orada Beyrut’un yıkılmış silueti üzerinde Türk babacanlığının yeni yüzünü görüyoruz. Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron sömürge valisi gibi Beyrut’a inip Lübnanlı liderleri azarlayıp yeni bir düzen kurmaktan bahsetti ya ‘Yeni Osmanlı’ da geri kalacak değil. “Şahsı” gidemedi ama yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu 8 Ağustos’ta Beyrut’a gönderdi. TOKİ’yi müjdelediler. “Konut inşa ederiz” dediler. Limana da talip oldular. Tüccar diplomasisi! Kötü günde veren eli alan ele çevirmek için gözleri ışıldıyor!
Dahası var: Çavuşoğlu o kasvetli havada Türklere ve Türkmenlere vatandaşlık vaat etti. Babacan bir tavırla. Lübnan’ın dünündeki bir krizi, amonyum nitratın enkazına taşımış oldu. Ne demek şimdi bu? Suriye’deki savaşın olumsuz yansımaları bir yana, bir süreden beri Türkiye’nin Lübnan’daki faaliyetleri ciddi bir tartışma konusu haline gelmişti. Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri, İçişleri ve istihbaratın uyarıları dışa vurmuştu. İlgili kurumlar Türkiye’nin özellikle Trablus ve Akkar bölgelerinde Türkler ve Türkmenler üzerinden nüfuz alanları açmak için elçilik, MİT ve TİKA unsurlarıyla yürüttüğü çalışmaları ‘içişlerine tehlikeli müdahaleler’ olarak değerlendirecek noktaya gelmişti. Haziranda Türkmenlere ilaveten Mardinliler olarak bilinen Türkiye kökenliler ile Ermeniler arasında yaşanan gerilim sokaklara yansımış, tartışmalar temmuz ayında da sürmüştü. Böylesi bir arka plan varken Türkmenlere ve Türklere olabilecek en namüsait anda vatandaşlık önermenin nasıl yankı bulacağını Beyrut’ta toz duman dağıldıktan sonra daha iyi anlayacağız. Mezhep ve din kavgasından çok çekmiş bir ülkede paldır küldür nüfuz ağalığı yapmak ‘yardım eden ele’ olan hürmetle sadece bir süreliğine görmezden gelinir. Lübnan’da bu sürenin dolduğunu görüyoruz.
Fehim TAŞTEKİN'in Gazete Duvar'daki yazısının tamamı için TIKLAYIN