Mehmet Uğur* yazdı: Dünyanın dili yok, ama bizim dilimiz var: vergilerimizi ve katma değerimizi büyük şirketlerin risklerini sigorta etmek için kullanan vassal devlete bahşettiğimiz meşruiyeti geri çekelim.
* Mehmet Uğur – Ekonomi ve Kurumlar Profesörü / Greenwich Üniversitesi / Greenwich Ekonomi-Politik Araştırmaları Merkezi
Felaket kapitalizmi kavramı Noemi Klein’a ait. Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin yükselişi başlıklı kitabında, Klein kavramı kapitalist dünya ekonomisinde öne çıkan iki eğilimi açıklamak için kullanıyor. Birinci eğilim, hükümetlerin doğal veya sosyo-ekonomik bir felaketi fırsat olarak kullanıp normal koşullarda halkın onayını alamayacak neo-liberal ekonomi politikaları uygulamaya koyması. İkincisi, büyük şirketlerin felaket üzerinden yüksek ve şaibeli karlar elde etmesi ve bu süreçte hükümetlerle şirketler arasındaki kirli ilişkilerin üst bir düzeye çıkması.
Bu yazıda kullanılan felaket kapitalizmi kavramı Klein’ın işaret ettiği gelişmelerle ilgili ama onlardan farklı diğer bir gelişmeye ve bu gelişmenin sonuçlarına değinmek amacı taşıyor. Sözkonusu gelişme, devletin savaş, pandemi, ekolojik kriz, ekonomik kriz vb. felaketlerin maliyetini geniş toplum kesimlerine yıkması; büyük şirket gücü ve karı üzerindeki olumsuz etkilerini de bu felaketlere katkıda bulunan büyük sermaye lehine sigorta etmesidir.
Felaket kapitalizmi doğru/anlamlı bir kavram ise, savaş, küresel ısınma, ekonomik kriz gibi felaketlerin sayısında artış beklemeliyiz. Uppsala Üniversitesi Barış ve Çatışma Araştırmaları Merkezi verilerine göre, dünyada devletlerin taraf olduğu savaş sayısı bugün soğuk savaş döneminden daha yüksektir. 2010 yılında 31 savaş gerçekleşmişken, bu sayı 2017’de 85’e yükselmiştir. Dünya Bankası verilerine göre, ormanlık alanlar 2010-2019 arasında bir milyon kilometrekare, yani Türkiye’nin yüzölçümünden %35 daha fazla azalmıştır. Yıllık karbondioksit emisyonu aynı dönemde 5 milyon kiloton artmıştır. Dünya Bankası bünyesinde 2016’da kurulan Küresel Kriz Riski Platformu’nun (Global Crisis Risk Platform) 2018 tarihli raporuna gore, kırılganlık, çatışma ve şiddet gibi faktörler dünyada ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde ekonomik kriz riskini arttırmaktadır.
Felaket kapitalizminin tahmin edebileceği ikinci bir sonuç, felaket sayısı ve riski artarken sermaye ve zenginlik konsantrasyonunun artmasıdır. Dünya Eşitsizlik Veriseti (World Inequality Database) verilerine göre, en zengin %1’in toplam servet içindeki payı 2019 itibariyle %20.5’tir. En yüksek %1 dilimindeki ortalama servet 320 milyon dolardır. Üçüncüsü, felaket kapitalizmi uzun erimde daha az sürdürülebilir hale gelirken, kısa erimde din-ırk-kimlik kokteylinden oluşan yeni rıza üretme (Gramsci’nin deyimiyle yeni hegemonya) araçları geliştirmektedir. Bu rızanın bir sonucu olarak, otoriteryen/otokratik rejimler seçimle başa geçmektedir.
Felaket Kapitalizminde Yeni Olan Nedir?
Felaket kapitalizmi kavramının pek de yeni bir kavram olmadığı, kapitalizmin özünün hep böyle olduğu söylenebilir. Bu tür bir iddia tümden yanlış/anlamsız değildir. Ama kavram üzerinde fırtına yaratmak yerine, önerilen felaket kapitalizmi kavramının ne tür gelişmeleri daha iyi anlamamıza yardım edebileceğine bakalım. Bu perspektiften bakıldığında, daha iyi anlaşılabilecek gelişmelerden bazıları şöyle sıralanabilir: 2007-2009 krizinin spot ışığının altına koyduğu finansallaşma olgusu; finansallaşma eğiliminin yükselttiği sistemik riskin devlet tarafından sigorta edilmesi; devletin bu sigorta işlevini yerine getirmesinin ardından otoriteryen rejimlerin yükselmesi ve kurumsal kaliteyle ekonomik performans arasındaki pozitif ilişkinin önemsiz hale gelmesi veya tersine dönmesi.
2007-2009 krizinin nedenleri üzerinde tam bir görüş birliği olmasa da, krizin finansalaşmayla, yani finansal varlık piyasasının büyümesiyle ve bu piyasanın yetersiz regülasyonuyla ilişkili olduğu yaygın kabul gören bir saptamadır. Yetersiz regülasyonun yatırımcıların ve piyasa yapıcılarının aşırı risk almasını kolaylaştırdığı, bu özel risklerin sistemik riski arttırdığı da yaygın kabul gören bir görüştür.
Durum bu olmakla birlikte, hükümetlerin krize müdahalesi sistemik riske neden olanların özel risklerini sigorta etmek şeklinde gerçekleşti. Batmaya terkedilmek için fazla büyük olan bankaları kurtarmak için, hükümetler vergilerimizi harcamada cömert davrandılar. Sağlık, eğitim, altyapı yatırımları için harcamayı savrukluk sayan merkez bankaları büyük finans kurumlarına sınırsız kredi olanakları sundu. Bunun üzerine, kriz nedeniyle iş kayıpları ve düşük üretkenlik devam ederken, finansal kurumlar kara geçti, borsa endeksleri tırmanmaya başladı ve emeğin toplam gelir içindeki payı azaldı. Diğer bir deyişle, işini/gelirini kaybedenler için felaket olan kriz, krize neden olan aktörlerin ödüllendirilmesiyle sonuçlandı. Bunun gerekçesi hep şu olmuştur: Büyük finans şirketleri batmaya terkedilemeyecek kadar büyüktür.
On yıl sonra bugün, batmaya terkedilemeyecek kadar büyük şirketler yalnızca finans sektöründe değildir artık. 11 Ağustos 2020’de yayınladıkları bir çalışmada, Oxford Üniversitesi’nden Carl Öhman ve Nikita Aggarwal, Facebook gibi ‘Büyük Teknoloji’ platformlarının bu kategoriye sokulması gerektiğini iddia ediyor. Farmakoloji endüstrisi, Covid-19 pandemisinin büyük farmakoloji firmalarının da bu kategoriye sokulması gerektiğini ima etmeye başladı. Hükümetler, bu tür firmalarla milyarlık kontratlar imzalıyor ve pandemi verilerini onlara teslim ediyor. Kısacası, felaket kapitalizmi felaket riski sigortasının kapsamını daha çok sayıda büyük şirketi ve endüstriyi kapsayacak şekilde genişletiyor.
Devletlerin batmasına izin verilemeyecek kadar büyük şirketlerin riskini sigortalaması, geçmişte petrol, maden veya silah şirketlerinin çıkarlarının korunmasına, bu korumanın gerekirse savaş ve işgal youluyla yapılmasına benzer bir uygulamadır. Ama farklılıklar daha önemli. Bir fark, bu şirketlerin sundukları ürün ve servislerin çok sayıda insanın yaşam tarzını belirlemesi, hatta yaşamına ‘anlam veren’ semboller haline gelmesidir. Dolayısıyla, bunların risklerinin devlet tarafından sigortalanması için rıza üretmek daha kolaydır. Diğer bir fark, bu şirketlerin elinde insanların sosyal/siyasal, sağlık, sanat, vb. tercihlerini yansıtan bilgiler var. Bu bilgiler gerçek zaman içinde her an kaydediliyor. Suni zeka (artificial intelligence) teknolojisiyle birleştirildiğinde, bu bilgiler bazen varolan tercihleri konsolide etmek, bazen de felaket kapitalizminin tercihlerini meşrulaştırmak için etkin bir şekilde kullanılıyor.
Üçüncü fark, özel riskleri devlet tarafından sigortalanan şirketlerin teknoloji ve kalifiye işgücü yoğunluklu olmasıdır. Bu şirketlerde iş güvenliği düşük olmakla birlikte, şirket rantlarından pay alan çalışan sayısı fazladır. Sermaye sahiplerine ve yöneticilere verilen payların yanında küçük kalmakla birlikte, ranttan alınan ‘hüner payı’, kalifiye personelle daha az ‘beşeri sermaye’ sahibi personel arasındaki ücret farklılıklarını derinleştirmektedir. Dolayısıyla, teknoloji yoğunluklu ve tekel gücü yüksek şirketlerin batmaya bırakılamayacak kadar büyük şirket olarak sınıflandırılması ve risklerinin devlet tarafından sigortalanması için sanıldığından daha geniş bir ‘taban’ desteği sağlanabilir.
Felaket kapitalizmi, otoriteryenizm, sürdürülebilirlik
Bu farklar nedeniyle, ‘önemli’ olan şirketlerin riskini sigortalayan felaket kapitalizmi kavramını ciddiye almakta yarar var. Ama bunun da ötesinde, felaket kapitalizminin bir de normları ve hesap verebilirliği ortadan kaldıran bir tarafı var. Her kapitalist ülkede durum aynı olmayabilir, ama birçok ülkede eskiden sermaye birikimi için elzem olduğu düşünülen hukukun üstünlüğü, demokratik hesap verebilirlik ve özel karla ilişkili özel risklerin devlet tarafından sigortalanmaması gibi kapitalist normların gereği ve işlevi giderek azalıyor.
Bunun en belirgin örneği, birçok ülkede, özellikle gelişmiş kaptilalist ülkelerde, yönetim (governance) kalitesi düşerken ekonomik büyümenin ve şirket karlarının yükselmeye devam etmesi. Uluslararası Ülke Riski Grubu (International Country Risk Guide) verilerine göre, yolsuzluk kontrolü, hukuk ve bürokrasi kalitesinin ortalaması 2007-2009 krizinden sonra ABD ve İsveç dahil tüm OECD ülkelerinde %10-15 civarında düşmüştür. Buna karşın, şirketlerin ürettiği her katma değer birimi başına elde ettiği kar oranları artmıştır.
Normlar düşer ve şirket karları artarken, kredi derecelendirme şirketlerinin ülke veya şirket notları daha çok partizan bir karakter kazanıyor. Örneğin, Elisabeth Kempf ve Margarita Tsoutsoura’nın Ekonomi Araştırmaları Ulusal Bürosu (National Bureau of Economic Research) tarafından yayınlanan bir çalışması, 2016 seçimlerinden sonra Cumhuriyeteçi Parti’ye sempati duyan analistlerin şirket notları Demokrat Parti taraftarlarına gore yüksek olmuş ve bu fark şirketlerin borsadaki değerleri üzerinde etkili olmuştur. Diğer bir çalışma (Barta ve Johnston, 2018), derecelendirme şirketi analistlerinin ilerici politikalar deneyen rejimlere sahip ülkelerin notunu hızla düşürürken, muhafazakar/otoriter rejimlere kıyak geçtiğini ortaya koyuyor. (Bu bulgu AKP rejiminin iddialarıyla çelişiyor. Bundan sonraki yazıda, felaket kapitalizminin Türkiye’deki tezahürünü ve ekonomik/politik sonuçlarını ele alacağım.)
Görülebileceği gibi, felaket kapitalizmi ve otoriteryen/otokrat rejimler arasında sembiotik bir ilişki var ve her iki eğilim birbirinden güç alıyor. Bu durumun ilerici/demokrat/sosyalist muhalefet açısından iki sonucu olacağını görmek zor değil. Birincisi, felaket kapitalizmi ve otoriteryen rejimler yeni bir sermaye birikimi modelinin piyasa ve devlet ayaklarıdır. Bu modelin bir sonucu riski devlet tarafından sigorta edilmiş rantlarsa, diğer sonucu büyük sermayenin bu rantlara ulaşmak veya ortak olmak için otoriter/otokrat rejimlere dolaysız olarak verdiği ve oluşturulmasına katkıda bulunduğu destektir.
İkinci sonuç, bu modelin sürdürülebilirliğiyle ilgili. Bu sermaye birikimi modelinin sürdürülebilirliği kendisinden önceki neo-liberal modelden daha azdır. Çünkü devletin sigorta ettiği tekil şirket riskleri şirketin kendi riskini azaltır, sistemik riski ise geciktirir. Ama bu riskin gerçekleşmesi halinde meydana gelecek tahribatı arttırır. Bunun bir nedeni, daha fazla sayıda şirketin/endüstrinin devlet eliyle dağıtılan risk sigortası talep etmesiyse, diğer bir nedeni insanın ve doğanın tahammülünün sınırlarının zorlanmasıdır. Tahammülü azalan dünya felaket kapitalizminin ekolojik sınırlarını çizerken, insanların varoluşsal kaygıları sistem için gerekli olan toplumsal rızanın geri çekilmesine yol açacaktır. Dünyanın dili yok, ama bizim dilimiz var: vergilerimizi ve katma değerimizi büyük şirketlerin risklerini sigorta etmek için kullanan vassal devlete bahşettiğimiz meşruiyeti geri çekelim.