Mehmet UĞUR yazdı – Cesaret verici göstergelere rağmen, özgürlükçü muhalefetin iki handikabı var gibi görünüyor. Biri özgürlükçü muhaliflerin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgiliyse, diğeri ana-akım muhalefet partilerinin tabanı ve tepeleriyle kurulacak ilişkileri ilgilendirmektedir.
Seçimli demokrasi tüm Dünya’da geriliyor ve yerini seçimli diktatörlüklere bırakıyor. Harvard Üniversitesi’nden Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt’ın Demokrasiler Nasıl Ölüyor: Tarihin Geleceğimizle İlgili Gösterdikleri başlıklı kitabı bu süreci inceliyor. Otokrat rejimlerin ABD, Doğu Avrupa, Türkiye ve diğer ülkelerde ortaya çıkışını ve konsolidasyonunu anlatan kitap, konumuz açısından önemli dört saptamaya olanak veriyor.
Birincisi, otoriteryen/diktatöryel rejimlere geçiş artık darbe yerine daha çok temsili demokrasinin içinde gerçekleşiyor. Bunun en önemli nedeni, temsili demokrasinin güçlü çıkar gruplarının ve lobilerin tercihlerini yansıtan bir sistem haline gelmesidir. Bu süreçte, kamu yararını, özgürlüğü ve ekonomik/toplumsal adaleti bir kenara iten ana-akım politikacıları toplumsal eşitsizlik ve ekolojik tahribat üreten piyasa ekonomisinin diktalarını alternatifsiz doğrular olarak pazarlıyor.
İkinci saptama seçilmiş otokratların medyayı ve yargı sistemini kontrolüyle ilgili. Medyanın kontrolü otoriter/diktatöryel rejimin sorgulanmasını zorlaştırırken, yargının kontrolü otoriteryen rejime karşı bir zırh oluşturuyor. Sonuçta, yandaşları koruyan ama muhalifleri seçici ve kademeli bir şekilde şeytanileştiren ve cezalandıran bir sistem kuruluyor.
Sistemi içeriden ve dışarıdan gözetecek kurumlar kontrol edildikten sonra, sıra muhaliflere geliyor. Zamane diktatörleri tüm muhaliflerini toptan tutuklayıp bir anda ortadan kaldırmıyor. Onun yerine, kendi iktidarlarına karşı ne kadar etkin olduklarına bağlı olarak, muhalifler sırayla ya tasfiye ediliyor veya satın alınıyor. Aynı stratejinin bir parçası olarak, kuşatılan ve bastırılan muhalefete destek verme ihtimali olan iş çevreleri tehdit edilip etkisizleştiriliyor.
Kitabın dördüncü saptaması kültürel/bilimsel alandaki kontrolle ilgilidir. Seçilmiş otokratlar/diktatörler en son halkada sanatçılara, bilim insanlarına, popüler kültürün ünlü temsilcilerine ve sporculara yöneliyor. Bu kesim içinde yandaşlara yeni olanaklar sunulurken, muhalifler itibarsızlaştırılıyor, yasal ve idari baskıyla yıldırılıyor.
Türkiye’deki durum
Bu saptamalar Türkiye’deki muhalifler için yabancı değildir. AKP ilk elde kendisini ‘askeri vesayeti ortadan kaldıracak’ ve ‘dindarların mağduriyetine son verecek’ bir hareket olarak lanse etti. Ama iktidara gelişinden çok kısa bir süre sonra, 8 Mart 2004’teki kadın yürüyüşüne yapılan polis saldırısıyla, rengini belli etti. Hakları ve özgürlüğü için mücadele edenleri şeytanileştirmede ve bastırmada kullanacağı yöntemler hakkında açık sinyaller verdi.
Ardından havuz medyası, yargı reformu, Anayasa referandumu, vs. yoluyla iç ve dış kontrol mekanizmalarını kendi iktidarı için birer zırh, muhalefet içinse birer sindirme düzeneği haline getirdi. HDP yöneticileri başta olmak üzere, siyasi muhalifler hapse atıldı. Bu süreçte CHP dahil ana-akım muhalefet partileri AKP rejiminin tekçi, milliyetçi ve yayılmacı politik projesine kimi zaman kerhen kimi zaman gönüllü olarak destek verdi. Rejim kendisine yalakalık yapan sanatçı ve akademisyenler için kesenin ağzını açarken, başta Barış için Akademisyenler olmak üzere, muhalifleri, eleştirel bilgi üretenleri ve Osman Kavala gibi hak savunucularını cezalandırdı.
Geriye dönüp baktığımızda bu noktaya nasıl geldiğimizi görmek kolay. Ama bu durum şu gerçekliği ortadan kaldırmıyor: bugün seçimli diktatörlükle yönetilen birçok ülkede olduğu gibi, AKP rejiminin evrimi ve demokrasi için oluşturduğu tehlike konusunda doğru teşhisin yapılması ancak atı alan Üsküdar’ı geçince mümkün oldu.
Daha da vahimi, ana-akım muhalefetin demokrasiyi ve adaleti savunma ehliyeti konusunda hala çok ciddi kuşkular var. Bu muhalefetin AKP rejimini ayakta tutan devletçi ve milliyetçi ideolojik çerçevenin dışında olduğunu gösteren işaretler, kanıtlar ya hiç yok ya da çok cılız. Hem AKP rejimine karşı etkin muhalefet yapmak hem de demokratik bir açılıma şans vermek için, ana-akım muhalefet eliti henüz tüm şansını yitirmiş değil; ama kat etmesi gereken çok uzun bir yol var.
Özgürlükçü muhalefet alanında cesaret verici ve olumsuz göstergeler bir arada. Kadın hareketi yaratıcılığını ve militanlığını sürdürüyor; patriarkal düzene karşı kırmızı çizgiler çizmeye devam ediyor. Her türlü baskıya karşın, HDP seçmen desteğini koruyor ve demokratikleşme sürecinde önemli bir aktör olma özelliğini koruyor. İşçiler, avukatlar, profesyonel meslek örgütleri rejimin parçalama ve satın alma girişimlerine karşı etkili çıkışlar yapabiliyor. Muhalif gazeteciler, yazarlar, hak savunucuları rejimin meşruiyetini sorgulamaya devam ediyor.
Bu cesaret verici göstergelere rağmen, özgürlükçü muhalefetin iki handikabı var gibi görünüyor. Biri özgürlükçü muhaliflerin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgiliyse, diğeri ana-akım muhalefet partilerinin tabanı ve tepeleriyle kurulacak ilişkileri ilgilendirmektedir. Bu iki handikabı aşmak hem AKP rejiminden kurtuluş hem de kurulacak demokrasinin kalitesi açısından önemli olduğu için, aşağıda ilkin yakın geçmişteki demokratikleşme deneylerinin öğrettiklerine, ardından Türkiye’deki özgürlükçü muhalefetin yapabileceklerine değineceğim.
Demokratikleşme deneyleri bize neyi gösteriyor?
Seçimli diktatörlüklere karşı demokrasi mücadelesi henüz bir zafer kazanmadı. Bu nedenle, daha önceki demokratikleşme süreçlerine ve deneylerine bakmak durumundayız. Bu demokratikleşme hareketleri eski tarz (yani seçimle başa gelmeyen) diktatörlüklere karşı gerçekleşmişti. Bu nedenle, farklı koşullarda yaşanan bu deneylerden bir demokratikleşme şablonu çıkarmak yerine, diktatörlük sonrasındaki demokratikleşme kalitesinin hangi etmenlere bağlı olduğunu anlamaya çalışacağım. Bunu yaparken, liberal bir bakış açısıyla yapılmış bir çalışmanın (Karatnycky ve Ackerman, 2005) bulgularına başvuracağım.
Çalışmanın birinci bulgusu sivil direnişin (yani tabandan gelen halk gücünün) demokratikleşmenin en önemli belirleyicisi olduğunu ortaya koyuyor. Demokratikleşme süreci yaşayan 70 ülkenin 50’sinde (yani demokratikleşme deneylerinin %70’inde) sivil direniş tek başına veya var olan parti muhalefetiyle birlikte en önemli faktördür. Buna karşın, yukarıdan-aşağıya örgütlenmiş ve genellikle politik elitlerin başında olduğu demokratikleşme deneyi 14 ülkeyle sınırlı kalmıştır.
Sivil direniş ile demokrasinin kalıcılığı arasındaki doğru ilişki daha da çarpıcıdır. Sivil direnişin önemli bir faktör olduğu 50 demokratikleşme deneyinin 32’sinde (yani toplamın %64’ünde) demokrasi kalıcı olmuştur. Buna karşın, politik elitlerin başını çektiği 14 demokratikleşme deneyinin yalnız 2’sinde (yani toplamın yalnızca %14’ünde) kalıcı demokrasi deneyi yaşanmıştır. Benzer bir sonuç 1970-1999 arasındaki demokratikleşme deneylerinde de gözlenmiştir (Aleman ve Yang, 2011). Bu çalışmaya göre, toplumsal muhalefetin mobilizasyonu demokrasiye geçişin ve tekrar diktatörlüğe dönmemenin en önemli belirleyicisidir.
Sivil direniş ve demokratikleşmenin kalitesi arasındaki ilişki konusunda da benzer bulgular vardır. Sivil direniş hareketlerinin önemli bir etmen olduğu demokratikleşme deneylerinden sonra demokrasi kalitesindeki iyileşme 1 ile 7 arasında değişen bir ölçek üzerinden 2,7 puan iken, yukarıdan-aşağıya gerçekleşen az sayıdaki geçişte iyileşme puanı bunun yarısından azdır (1,1). Yapılan regresyon analizi, geçiş sürecinde var olan sivil muhalefetin bütünlük ve beraberliğinin demokrasiye geçişten sonraki özgürlük düzeyinin en önemli açıklayıcısı olduğuna işaret etmektedir.
AKP rejimine karşı kolektif sivil itiraz ve dayanışma
Yukarıda özetlenen bulgulardan Türkiye’deki otoriter/diktatöryel rejimden kurtuluş için bir şablon çıkaramayız. Bununla birlikte, hem bu rejimden kurtuluş olasılığını arttırmak hem de bugüne kadar darbeli veya darbesiz diktatörlük üreten kalitesiz demokrasi riskini azaltmak için, nelerin gerekli olduğunu anlayabiliriz. Gerekli olan, sivil itirazdır ve özgürlükçü muhalifler arasında dayanışma pratikleridir. Bu iki koşul, ilk elde AKP rejiminin meşruiyet ve rıza üretme kapasitesini felç etmek, dolayısıyla demokrasiye geçiş yapmak için önemlidir. Aynı zamanda, kurulacak demokrasinin özgürlük ve adalet standartları konusunda gelecekteki hükümetlerin kolayca çiğneyemeyeceği kırmızı çizgiler çizmek için önemlidir.
AKP rejimine karşı yaygın ve kolayca sindirilemeyen bir toplumsal itiraz var. Ama bu itiraz ancak zaman zaman kitlesel mobilizayona dönüşmüş ve etkin olabilmiştir. Gezi direnişi bunun en görkemli örneğidir. Diğer bir örnek, Kürt özgürlük hareketinin hem nedeni hem de ürünü olan Kürt aydınlanmasıdır; her türlü baskıya rağmen Kürtlerin kendi ulusal ve kültürel haklarını savunmadaki ısrarıdır. Daha yakın bir örnek, ana-akım muhalefetin liderlik kadrolarının yapıcı olmayan tutumlarına karşın gerçekleşen ve AKP’nin İstanbul dahil birçok metropolde seçim kaybetmesine neden olan yerel seçim seferberliğidir.
Bu muhalefet mirası değerlidir, ama AKP rejiminin bugünkü aşamasında bu mirasın yeni bir aşamaya evrilmesi gerekiyor. Şimdiye kadar seçim kazanmak için devlet şiddetini arttıran AKP rejimi, bugün artık seçim kazanmaktan çok seçim kaybetse bile iktidarı elden bırakmamak için şiddet kullanma aşamasına geçmiştir. Bu niteliksel dönüşüm nedeniyle, muhalifler hem kendilerini savunmak hem de otoriter/diktatöryel rejimden demokrasiye geçmek için yeni sivil itiraz ve dayanışma biçimleri geliştirmek durumundadır.
Bu yeni aşamada sivil itiraz ve dayanışma birey merkezli olmak zorundadır. Bu birey-merkezli yaklaşımda ilk ilke, karşılıklılık (reciprocity) ilkesidir. Bu ilke, AKP rejimine muhalif olan her bireyin, politik aidiyeti ve ekonomik/sosyal/eğitim statüsü ne olursa olsun, tüm diğer muhaliflerin haklarını ve güvenliğini kendi hakkı ve güvenliği gibi savunmasını gerektirir. Örneğin adil yargılama talebiyle ölüm orucuna giden bir bireyin ‘doğru karar’ verip vermediğini tartışmak yerine; adil yargılama talebinin haklı olduğunu tekrarlamak, bu hakkın tanınması için gerekirse risk almaya hazır olduğumuzu göstermek doğru tutumdur. Keza, doğru tutum yalnızca kadın hareketinin taleplerini haklı görmek değil, haklarını korumak istediği için devlet ve patriarki şiddetine maruz kalan kadın aktivistlerle dayanışma içinde olmaktır. Yine bu ilkeye göre, doğru tutum evleri, sokakları ve mahalleleri bombalanan, iç sömürge hukukuyla onuru ve kişiliği çiğnenen Kürt halkının acısını kendi acımız olarak görmek; onların kendi kaderlerini tayin hakkının egemen ulusun her türlü ayrıcalığından önce geldiğini anlamaktır.
İkinci ilke, muhaliflerin kedi aralarında ve kendilerini ait hissettikleri politik, kültürel, mesleki vb. toplumsal hareket ve örgütlerin tepeleriyle kuracakları iletişimle ilgilidir. Bu ilkeye göre, muhalifler arasındaki pratik ve politik tartışma sivil itirazın yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesine, ders çıkarmaya ve perspektif geliştirmeye yönelik olmalıdır. Diğer bir deyişle, tartışma bireylerin/aktivisitlerin kendi ‘kutsal’larıyla ilgili olmamalı, onun yerine muhalefet pratiğinin gerekleri ve gelecekteki demokrasinin kalitesiyle ilgili olmalıdır. Yine bu ilkeye göre, muhalif bireylerle mensup oldukları toplumsal hareket ve örgüt tepeleri arasındaki iletişim/tartışma ise, tepeleri tutanların sağlayabileceği pratik ve politik desteği azamileştirmeye, onları ‘aşağıdakilerin’ tercihleri ve özlemleri hakkında eğitmeye yönelik olmalıdır.
Üçüncü ilke, her bilginin hem değerli hem de sınırlı olduğunu kabul temelinde, aydın, sanatçı ve akademisyenlerin aktivist bireylerden ve toplumsal hareket pratiklerinden öğrenmeye açık olmasıdır. Maalesef bugün gözlenen durum bu değildir. Aktivist muhaliflerle birlikte nasıl öğrenebileceğimiz akıllarına gelmediği gibi, özellikle sol kökenli direniş kültürünü küçümseme, hatta ‘sol’u her türlü sorunun kaynağı olarak gösterme yaygın bir davranış kalıbıdır. Buna son vermeli, her bilginin hem değerli hem de sınırlı olduğunu kabul temelinde, dünyayı aktivistlerle birlikte anlama, yorumlama ve değiştirme gereğini kabul etmeliyiz.
Son ilke siyasi partilerin işlevleriyle ilgili. AKP rejimine karşı siyasi parti muhalefeti gerekli ama yetersizdir. HDP’yi kısmen dışarıda kısmen de içeride tutarak, yetersizlik siyasi partilerin sağ skalası arttıkça artan bir durumdur. Hatta sağ skala arttıkça, yetersizlik ve AKP rejimi açısından işlevsellik birbirine karışmaktadır. Bu anlamda, muhalif siyasi partilerin AKP rejiminden kurtulma ve demokrasiye geçiş sürecinde öncü değil artçı olması, yukarıda özetlenen başarılı demokratikleşme deneyleriyle daha uyumlu bir durumdur. Partiler tabandan yükselen sivil direnişe destek verdikçe ve onun önüne yeni imkanlar açtıkça, demokratikleşme ihtimali ve kurulacak demokrasinin kalitesi artacaktır. Bunun da ötesinde, ana-akım siyasi partilerin devlet antenlerinden çıkan sinyallere göre hareket eden yapılar olma hali sona erecektir.
Mehmet Uğur, Ekonomi ve Kurumlar Profesörü / Greenwich Üniversitesi / Greenwich Ekonomi-Politik Araştırmaları Merkezi
İlgili referanslar
Alemán, J., ve Yang, D. D. (2011). A duration analysis of democratic transitions and authoritarian backslides (Demokrasiye geçiş ve otoriter geri dönüşlerle ilgili süre analizi). Comparative Political Studies, 44(9), 1123-1151.
Karatnycky, A., & Ackerman, P. (2004). How freedom is won: From civic resistance to durable democracy (Özgürlük nasıl kazanıldı: Sivil direnişten dayanıklı demokrasiye). International Journal of Not-for-Profit Law, 7, 47.
Levitsky, S., & Ziblatt, D. (2018). How Democracies Die: What History Reveals About Our Future (Demokrasiler Nasıl Ölüyor: Tarihin Geleceğimizle İlgili Gösterdikleri). Broadway Books.