Ekim VEYİSOĞLU yazdı: “Bugün gençliğin bayrağında tek bir slogan yazmalıdır: ‘Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!’”
12 Mart’ta Türkiye’ye girdiği resmi olarak belirtilen, lakin bu tarihten daha önce Türkiye’de olduğu anlaşılan Koronavirüs ve sonrasındaki iktidar pratiği, burjuva sınıfının şimdiden korumaya alınmasını sağladı.
Seyahat yasağı, önce 65 yaş üstü ve sonrasında 20 yaş altı için getirilen sokağa çıkma yasakları ve çeşitli “tedbirlerle” birlikte toplumun bir kısmının fiziksel hareketliliği kısıtlandı ancak tedbirleri, geniş çaplı bir izolasyona götürmemekte kararlılar… Çünkü izole edecekleri insanlar malumumuz, zaten çalışmak zorunda oldukları için seyahat edecek durumu olmayan, işçi sınıfının baskın kesimi olan 20-65 yaş arası emekçiler. Ki durumu da yanlış hesaplamış olacaklar ki 20 yaş altındakiler için getirilen sokağa çıkma yasağı hemen ek bir genelge yoluyla değiştirildi.
Yeni genelge, 18-20 yaş arasında kamu ve özel sektörde çalışanlar ile mevsimlik işçilerin yasaktan muaf tutulmalarını getiriyor. Bu aralıkta 811 bin genç işçi bulunduğunu hesaba katarsak, sermayenin bu emek-gücünden yararlanamayacağının paniğiyle hemen durumu düzeltiverdi iktidar.
Emekçiler, burjuvazi için artı-değer yaratmaya, üretimi sürdürmeye, zenginler Evde Kal çağrılarıyla birlikte her türlü tedbir içinde yaşamlarını sürdürecek olanaklara sahipken emekçiler sokaklarda olmaya, işe gitmeye, metrobüse, metroya, otobüse binmeye devam ediyor. Diğerleri ise evden çalıştırma ve ‘ücretsiz izin’ adı altındaki zorla çıkarmalarla birlikte zaten yaşam kavgasına dönüşmüş pandemiyle baş etmeye çalışıyor.
Özellikle, 65 yaş üstü ve hastalığı bulunanlar için virüsün ölümlerle sonuçlanabileceği rakamlarlarla sabit ve ortada. Bu grup içinde bulunanlar risk çok daha büyük. Bu salgından en çok etkinlenenlerin hasta ve yaşlılar olmasının sebebi de kapitalizmin ta kendisi olmakla birlikte, virüsün sadece ölüm olmadığı ve toplumun her kesiminin bu krizden çeşitli şekillerde etkinlendiği de bir gerçek.
Bu noktada, farklı şekillerde, var olma savaşı haline gelmiş salgın sürecinde, ‘şimdilik’ durumları tali görülen ve devletin de sürekli olarak ölenlerin ‘yaşlı olduğu için öldükleri’ni söyleyerek sorumluluğunu geçiştirdiği için gündeme gelmeyen gençler de çeşitli sorunlar yaşamaya devam ediyor.
“Ahır” yurtlar
Salgının açıklandığı resmi tarihten henüz üç gün sonra, 15 Mart’ta CHP’li Yıldırım Kaya’nın, Ankara Gölbaşı’nda umreden dönüp öğrenci yurtlarına yerleştirilenlerle olan görüşmesinin görüntüleri, AKP’nin salgın karşısında ne kadar hazırlıksız olduğu ve en basit önlemleri bile almakta geç kaldığını apaçık ortaya çıkarmakla birlikte, her gün yaşanan ama görünmeden atlanan başka hakikatleri de gün yüzüne çıkardı.
Umreden dönenler için karantina alanları ilan edilen KYK yurtlarında, önce birkaç saat içinde öğrenciler hiçbir önlem alınmadan ve güvence verilmeden kapı dışarı edildi, sonra da yerlerine karantinaya alınanlar yine hiçbir önlem ve güvence alınmadan bu yurtlara yerleştirildi.
Görüntülerde yurtlarda kalmak istemediklerini söyleyenlerin dile getirdikleri cümleler, adeta yıllardır o yurtlarda yaşayan öğrencilerin yaşadıklarını açığa çıkarmış oldu:
“Burada temizlik yok ve bize insan gibi muamele yapılmıyor.”
“Bizi buraya apar topar getirdiler.”
“Burada ne hemşire ne de doktor var.”
“Burada karantina diye bir şey yok. Ahır burası ahır!”
Henüz üzerinden 1 gün geçmeden karantinaya alınanların bu sözlerle isyan etmesine yol açan yurtlar ve o yurtlardaki odalar, milyonlarca öğrencinin yıllarını geçirdiği ve buralarda kalmak için her türlü denetimle, gözetimle, disiplin soruşturmalarıyla boğuştuğu yerlerdi. Birçok öğrenci yıllarca buralarda yaşıyor ve buralara her yıl zam üstüne zamlarla birlikte artan ücretler ödüyorlardı.
Barınma hakkı mı?
Uzun zamandır öğrenci gençliğin en önemli taleplerinden birini oluşturan nitelikli, parasız, ulaşılabilir barınma hakkı, AKP iktidarı, ona bağlı KYK ve YÖK tarafından görmezden gelindi. İktidar katından öğrencilerin talepleri ‘Bedavacılıkla, keyif düşkünlüğü’ ile suçlanıp, barınma hakları için mücadele eden öğrenciler soruşturmaların ve gözaltıların hedefi olurken, diğer yandan KYK’nın burs/kredileri ise Demokles’in kılıcı işlevi gördü.
En ufak hak arayışında bulunan öğrenciler kampüs veya yurtların içinde ya da dışında olsun görüldükleri yerde fişlendi, yurttan atılma ve burs/kredilerinin kesilmesine kadar tehditler gerçekleşti/gerçekleşiyor.
Öğrenim hayatları boyunca temel ihtiyaçları karşılanması gereken öğrencilerin bu talepleri bir kenarda dursun, zaten birkaç günde eriyen burs/kredileri kesmek ve yurttan atmak, en hafif tabiriyle öğrencileri süründürmenin bir aracına dönüştü. Okul bittiğinde kredileri faiziyle geri alan iktidar açısından öğrenciler daima bir müşteri olmayı sürdürdü/sürdürüyor.
İnsanca yaşam talebi ve #KYKVirüs2020
Yurtlarda yaşanan sorunlar ve mağduriyetler devam ederken, burs/kredileri kesilen ve yurttan atılan arkadaşlarına destek olmak için, salgın ilanından henüz 1 hafta önce, 4 Mart’ta Ankara’da KYK binası önünde protesto gerçekleştiren öğrencilere polis biber gazı ve coplarla saldırıya geçti. Öğrenciler gözaltına alındı, polis aracında elleri bağlanan öğrencilere gaz atıldı, Kurtuluş parkında öğrenciler yerlerde süründürüldü ve darp edildi.
‘İnsanca yaşamak istiyoruz’ talebiyle gerçekleşen eylemde, insanca yaşama talebinin şiddetle karşılık bulması, iktidarın hiçbir çatlak sese tahammül etmeyeceği mesajını bir defa daha pratikle gösterirken, arkadaşları için eylem yapan öğrenciler yine cezalandırılmak istendi.
Gözaltına alınan 14 öğrencinin burs/kredileri bir kalemde kesildi ve yurtlarından atıldılar. Öyle ki salgın döneminde öğrencilerin yaşamlarını devam ettirecek tedbirleri alması gereken ve öğrencilere güvence vermesi gereken KYK, tam tersine ‘Ne yaparsanız yapın’ diyerek öğrencileri mağdur etmeye devam etti. Çünkü, sağlık veya tedbirler, koltuklarından daha değerli değildi.
YÖK’ün mağduriyetlere çözümü: Daha fazla mağduriyet
Peki salgından sonra öğrencilere dönük ‘tedbirler’ ne oldu?
Önce bazı üniversitelerden başlayarak okullar tatil edildi ve derslerin online olarak verileceği duyuruldu. Ardından YÖK tarafından bütün üniversitelerin rektörleriyle yapılan toplantıda üniversiteler tatil edildi ve bahar döneminin sona erdiği açıklandı. Açıklamaya göre dersler online ortamda devam edecek, öğrenciler için gerekli altyapı sunulacaktı! Lakin, öğrenciler YÖK’ü çok iyi tanıyordu ve mağdur olmamaları mümkün değildi.
Mağduriyetler durmadı ve devam ediyor elbette. Online eğitimin başarılamayacağını, yeterli altyapının olmadığını, öğrencilerin birçoğunun internet altyapısına veya internete bağlanabilecekleri bir bilgisayara bile sahip olmadığını bile bile çözüm yerine sorunları ötelemeyi tercih eden YÖK, bu problemin üstesinden gelecekti! Tabiki yeni mağduriyetlerle…
Üniversitelere yollanan ve rektörlükler tarafından açıklanan yazıya göre, YÖK öğrencilerin yaşadığı sorunlara çözüm yolunu bulmuştu: Sorun yaşayan öğrenciler okullarını dondursun!
Okulu dondurmak… Ne kadar basit bir öneri öyle değil mi? Okulların bir dönem daha uzaması, zaten genç işsiz ordusuyla dolu olan Türkiye’de öğrencilerin bir dönem daha okula gitmesi, yeni masraflarla boğuşması, faturalar, kiralar, yurt ücretleri, gıda, ulaşım sorunlarını bir altı ay daha yaşaması anlamına geliyordu ama kimin umrunda? Çünkü ülke bir kriz içinde ve herkes elini taşın altına sokmalıydı… Herkes dediysek, bir kısmımız hariç tabiki. İktidar, yandaşları ve sermaye odakları bütün bunlardan muaf tutulmalıydı. Ne de olsa “hepimiz aynı gemideyiz” ve geminin sahipleri onlar…
YÖK virüsü yine baş belası
Salgınla birlikte daha da gün yüzüne çıkan sorunlar elbette bugün başlamadı. Bugünkü asıl sorun, bu salgın içinde gençler için iktidarın kılını dahi kıpırdatmaması, muhalif öğrencilere yönelik saldırılarını tüm hızıyla sürdürmesi ve gençler için güvence ve tedbir alınması gerekirken tam tersine yaratılan mağduriyetle birlikte salgının sonuçlarının da daha kötüye gitmesine yol açılmasıdır.
YÖK virüsü 12 Eylül’den bu yana zaten hep vardı. Temel amacı üniversitelerdeki devrimci demokratik mücadeleyi boğmak ve öğrenci gençliğin bütün kazanımlarını yok ederek üniversiteleri hem yapısal hem de mekansal olarak sermayeye açmak, piyasanın ihtiyaçlarına uygun biçimde yeniden biçimlendirmek ve ideolojik hegemonya kurmanın bir aracı haline dönüştürmek olan YÖK, bugün var oluş amacına uygun biçimde AKP/Saray’ın faşist iktidar yönelişinin önemli bir aparatı olmaya devam ediyor. Her ne kadar ayrı bir kurumsallığa sahip olsa da bugün YÖK eşittir Saray’dır. Dolayısıyla YÖK’e karşı mücadele iktidarın faşizm yürüyüşüne karşı mücadele anlamına gelmekle birlikte, salgın döneminde de toplumun mağdur edilmesine ve sermayeyi kurtarma politikalarına karşı da önemli bir mücadele mevzisi olarak karşımızda duruyor.
Öğrenci gençlik Türkiye’nin dört bir yanında yurtlarda protestolar gerçekleştirirken, yurt yemekhanelerinde içinden böceklerin, solucanların çıktığı yemeklere karşı insanca yaşama talebini yükseltirken nasıl ki YÖK bu talepleri görmezden geldi ve iktidar azgınca bu talepleri boğmaya giriştiyse, bugün de YÖK’ün önceliğinin öğrencilerin mağdur olmasına karşı kendi rızasıyla önlem alacağını düşünmek saflık olur.
Krizin boyutu ne olursa olsun, milyonlarca insan ölse dahi onların önceliği sermaye ve iktidar katını korumak olacaktır. Hakkımız olanı kazanmanın tek çaresi, içinde bulunduğumuz kriz döneminin şartlarına uygun bir dayanışma ve direniş yolunu geliştirmekle mümkün olabilir.
Çareler çaresiz mi?
İktidar, yandaşı sanatçılara çektirdiği ‘Evde Kal’ fotoğraflarıyla bizleri uyarmayı devam ettirsin, Evde Kalmanın zorluklarının farkında olmayan kimse yoktur bugün. Bir karmaşıklığın içinde yol bulmaya ya da yol açmaya çalışıyoruz ancak problemler sandığımızdan daha berrak ve gözümüzün önünde. Evde kalabilmenin koşullarını yaratmayan iktidarın Evde Kal demesi dahi sorunun ta kendisini oluşturuyor.
Salgına rağmen devam eden kira ödemeleri, işleyen faturalar, boş dolaplar, ücretsiz izine zorlanan emekçiler, hiçbir güvenceye sahip olmaksızın başlarının çaresine bakmaları istenen öğrenciler, şiddet görmeye devam eden kadınlar… Bir de tüm bunların üstüne bizden para isteyen devlet!
Peki ne yapacağız? Bütün bunlar yaşanırken, inisiyatifin tamamını önceliklerinin ne olduğu apaçık ortada olan iktidara ve onun halk düşmanı kurumlarına mı devredeceğiz? Bireyciliğin, yalnızlığın, ilgisizliğin çağında evlerimize kapanıp birbirimizden kopmaya devam etmelerine izin mi vereceğiz? Yahut, her ne şart içinde olursa olsun ‘her yeni koşul, mücadele için gerekli olanakları beraberinde getirir’ diyerek onları açığa çıkarmanın yollarını mı arayacağız?
Herhalde, iktidar ve kurumlarının bizleri umursadığını düşünmüyorsak ikinciyi tercih etmek işten bile değil.
Bugün yapmamız gereken çok açıktır. İnsanları harekete geçirmenin, onları bir arada durmaya ikna etmenin ve dayanışmanın kanallarını zorlamak durumundayız. Hayatın aktığı her yerde, evlerden sosyal medyaya kadar her alanda yaratıcılıkla sürece müdahale etmek zorundayız. Asıl hayati olan budur.
Tek yol örgütlenme ve dayanışma!
En yakınımızdan başlayarak dayanışmayı geliştirecek yollar bulmak ve bu yola insanları ikna etmeye çalışmaktan başka bir yol yok. İnsanlığın başındaki en büyük virüs olan kapitalizmin ve onun hükümetlerinin karşısına dikilmemek, felaketi seyretmek anlamına gelecektir.
Bugün nasıl hareket etmemiz gerektiğinin yolları tüm dünyada ve Türkiye’de açığa çıkmaya başlıyor. Tüm deneyimleri dikkatle takip etmek ve en doğru biçimlerle pratiğe geçirmek atılacak adımların başında geliyor. Bugün, genel olarak biçimi ve yöntemleri farklılıklar arz etse de ‘dayanışma ağları’ diye tarifleyecebileceğimiz zeminlerde ve türevlerinde bir araya gelen insanlar, salgın sırasında kendilerini ölüme, açlığa, yoksulluğa terkeden iktidarlara karşı direnmenin yeni yöntemlerini organize edebilirler.
Başta öğrenci hareketi olmak üzere, tüm demokratik kesimler topluma sahici bilgiyi ulaştıracak, yan yana getirecek, güçlerini birleştirecek, gençliğin ve toplumun taleplerini büyütebilecek, dayanışma ve mücadeleyi kesintisiz biçimde yükseltecek zeminleri inşa ederek yaklaşmalıdır. Çünkü panik yapmaya da süreci hafife almaya da hakkımız yoktur. Süzülüp geldiğimiz tarihsel süreç, bu hakkı bize tanımaz!
İki tutumdan da uzak durarak, ne yapacağını bilen, neler olduğunun farkında olan ve ezilenlere yol gösterecek yöntem, yol ve araçları ancak birlikte organize edebiliriz. Tedbiri ve mücadeleyi bir arada gerçekleştirebileceğimiz kanalları yaratabiliriz.
Bizleri kurtaracak bir reçete veya bir sihirli değnek arayışı her zaman olduğu gibi bugün de anlamsız. Kuvvet, yaratıcı akıl ve eylem ancak birlikten doğabilir.
Bugün, herkesin temel ihtiyaçlarının güvence altına alınması, halk sağlığına öncelik verilmesi, yaygın test yapılması, sağlık emekçilerinin koşullarının düzeltilmesi, sağlığın ve eğitimin kamusallaştırılması, çalışanlara ücretli izin verilmesi, zenginlere servet vergisi getirilmesi, öğrencilere online dersler için gereken altyapının ücretsiz sunulması, mağdur olmalarının engellenmesi, özel yurt/apart sözleşmelerinin bedelsiz iptal edilmesi, burs/kredi kesintileriyle yurttan atmaların iptal edilmesi, öğrencilerin salgın boyunca burs miktarlarının artırılması ve kredilerin burs olarak verilmesi gibi onlarca talebi hayata geçirmek sadece bizim elimizde, bunun içinse dayanışmayı ve örgütlülüğü büyütmekten başka bir çare yok.
Dolayısıyla bugün gençliğin bayrağında tek bir slogan yazmalıdır: ‘Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!’