Metin KIYAN yazdı: “Süleyman Soylu bir televizyon programında şunları söyledi:
‘Helin Bölek’i ölüme yatırdılar, öldürdüler, gittiler ziyaret ettiler. Yamyamlarda var bu yöntem, başka kimsede yok.'”
Grup Yorum solisti Helin Bölek’in aramızdan ayrılmasının ardından ölüm oruçları bir kez daha tartışma gündemine oturdu. Ölümün ardından bir kesim kendisini öyle bir şekilde ortaya koydu ki, onlar yaşamı savunurlarken, Helin Bölek’e destek verip taleplerini gündeme getirenler ölümü kutsayanlar oluverdi. Aslında biz bu siyasal tavra 2000 yılındaki ölüm oruçlarındaki süreçten aşinayız fakat o zamanlarda eylemlere verilen kitlesel destekler nedeniyle bu tip sesler daha cılız çıkıyordu. Bugünün farkı ise eylemci sayısının sınırlı olması ve eylemlere geçmişte olduğu gibi kitlesel bir desteğin olmaması.
Helin Bölek’in taleplerini dile getirerek kabul edilmesi için uğraşmak mı yaşamı savunmaktı, yoksa insanın kendi yaşamını ortaya koyan eylem tipinin yanlışlığını anlatarak eylemcileri vaz geçirmeye çalışmak mı yaşamı savunmaktı? Velhasıl sapla saman karışınca kimilerinin de kafası karıştı, işin içinden çıkamadıkları bir paradoksa dönüştü. Konu yaşam ve ölüm olunca ajitasyon ve demagoji düzeyi yüksek yorumlar ortalığı kaplayıverdi. Gelin bir kaç başlıkta sapla samanı ayırmaya çalışalım.
Tarihsel olarak açlık grevleri ve ölüm oruçları
Açlık grevleri ve ölüm oruçları hak arama amacı ile tarihte çokça başvurulmuş bir eylem biçimi. Ghandi’den Nazım Hikmet’e, IRA üyesi siyasi tutuklarından Tibet özgürlük savaşçılarına, Tamillere kadar bir çok birey veya örgütün başvurduğu bu eylemler bazen kazanımlarla, bazen yok edilmelerle sonuçlandı. Yok edilmeyle sonuçlananlar bile önemli ölçüde ses getirdi. Türkiye’de de siyasi tutukluların yer aldığı onlarca açlık grevi ve ölüm orucu eylemi gerçekleşti. En son kitlesel açlık grevlerinden biri ise Tekel işçilerinin Ankara’da gerçekleştirdiği eylemdi. Ölüm orucu, daha çok uyarı niteliğinde başlayan açlık grevinin, kişilerin ölümü göze aldığını beyan ettiği ileri aşaması olarak nitelenebilir. Dolayısı ile kategorik olarak ayırmak mümkün görünmemektedir.
Açlık grevleri ve ölüm oruçlarını bir yöntem olarak reddetmek, tarihte birçok kere başvurulan ve kazanımlarla sonuçlanan bir yöntemi reddetmek anlamına gelir. Konjonktürel olarak bakıldığında bir eylem biçimin doğru olmadığı, yeri olmadığı söylenebilir fakat siyasal mücadelelerin araçları çok çeşitlidir ve bunları konjonktüre bakarak tümden reddetmek doğru değildir. Yarın mücadelenin hangi aşamasında bizleri nelerin beklediğini, hangi eylem biçimlerine başvurulması gerektiğini kimse önceden söyleyemez.
Konjonktürel olarak açlık grevleri ve ölüm oruçları
Kitlesel ölümlerin beklendiği koronavirüs günlerinde açlık grevi veya ölüm orucu eylemlerinin duyarlılık yaratarak kazanımlarla sonuçlanması oldukça zayıf bir ihtimaldir. Herkesin kendi canının derdine düştüğü bir ortamda insanların bu ana gündemle bağlantılı olmayan başka bir gündem için harekete geçmesi olanaklı görünmemektedir. Dolayısı ile konjonktürel olarak doğru bir yöntem benimsenmediğini söyleyebiliriz. Fakat bunu söylemek, “yaşamı savunuyoruz” diyerek ölenleri bir kez daha öldürenlerin tavırlarını haklı çıkarmaz, buna birazdan değineceğiz.
İnsan hayatını ortaya koyan eylem biçimi olarak ölüm oruçları
Ölüm orucu bir feda eylemidir. Bireyin kendi özgür iradesi ile kendi hayatını genellikle toplumsal bir çıkar için ortaya koymasıdır. Tehlikeye atılan, eylemcinin kendi yaşamıdır, başka bir kişiye zarar verilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle günümüzün etik değerleri açısından tartışılabilecek bir yanı yoktur. Zira başka bir insanın bedeni üzerine karar verme hakkımız yoktur. Açlık grevlerine ilişkin tıbbi müdahale prosedürlerinde bile beslenmeyi reddeden bilinçli bir hasta damardan beslenemez. Dahası Dünya Tıp Birliği’nin 2010 Malta Bildirgesi’nde zorla beslemenin insanlık dışı ve aşağılayıcı bir hareket olduğu belirtilmiştir.
Devrimci siyasal özneler açısından, feda eylemleri yerine kitlelerin kendi çıkarları için, kitlesel eylemleri yeğlenir fakat bu kitlesel eylemlerin de irili ufaklı birçok eylemin ve çabanın bir ürünü olarak ortaya çıktığı da yadsınamaz. Feda eylemlerine gelince, “bizim anlayışımıza tamamen ters” denilip geçilemez. Öyle dönemler gelir ki, başka hayatları kurtarmak için kişilerin kendilerini feda etmesinin anlaşılmaz ya da yanlış bir tarafı olmaz. Aslında bugün o dönemlerden birini yaşıyoruz. Her ülkede binlerce sağlık çalışanı, insanları yaşatmak için kendi yaşamlarını tehlikeye atarak virüse karşı ön cephede mücadele veriyorlar. Dolayısı ile feda eylemlerini peşinen reddetmek doğru değildir.
Devlete karşı tavır ve devrimci dayanışma açısından ölüm oruçları
Yukarıda açlık grevi ve ölüm oruçlarının devrimciler için hem insani açıdan hem de eylem biçimi olarak peşinen reddedilemeyeceğini ancak konjonktürel olarak doğru veya yanlışlığının tartışılabileceğini söylemeye çalıştık. Kritik soru ise şudur: Böyle bir eylemi konjonktürel-taktik veya yöntem olarak yanlış bulmanıza rağmen, sizin iradeniz dışında ortaya çıkıyorsa nasıl tavır alırsınız?
Bu soruya verilecek belli başlı bir kaç yanıt olabilir: Ya başarılı olmasını istersiniz, bu durumda yapılacak şeyler bellidir: Eylemi desteklersiniz, seslerini duyurmaya çalışırsınız, taleplerin yerine getirilmesi için devleti sıkıştırırsınız, ya da hiç birşey yapamıyorsanız en azından köstek olmazsınız. Bir diğer ihtimal, sizin iradenizin dışında çıkan bu eylemin başarısız olmasını istersiniz. Çeşitli nedenlerle böyle düşünenler olabilir. Böyle düşünenlerin yazının geri kalanını okumalarına gerek yok, çünkü bu yazı onlarla tartışmayı hedeflemiyor, tartışılacak bir şey de yok zaten. Üçüncü bir ihtimalle de, “bu konjonktürde başarılı olması imkansız” veya “bu tip eylemler yanlış”, “insanların boşu boşuna ölmesine seyirci kalmamalıyız” diyebilirsiniz.
Bu yazı esas olarak bu kesimle tartışmak için kaleme alındı. Çünkü insanların ölmemesi konusunda samimiyetlerinden şüphe duymadığımız bu kesim, eylemi ile amaçladığı şeyin tam tersinin gerçekleşmesine hizmet ediyor. Burada söylemek istediğimiz şeyi yumuşatarak söylemeye çalıştığımızı fark etmişsinizdir.
İnsani bir amaçla, köşelerinizden, sosyal medya hesaplarınızdan paylaştığınız yazılarda neler yazdınız? Örgütün ölümü kutsadığından girdiniz, “yaşam kutsaldır” deyip direnişçilerin yaşaması için seslerini duyurmaya çalışanları eleştirdiniz, insanların özgür iradelerini yok sayıp onları örgütün piyonları pozisyonuna sokarak hiçleştirdiniz. Kabul edin, eylemcileri eylemden vaz geçirmek eylemcileri bir kere bile ziyaret etmemiş olanların ya da onlarla herhangi bir yakın bağı olmayanların gazete veya sosyal medya köşelerinde yazdıkları yazılarla olacak bir iş değil. Yine kabul edin ki sizden önce eylemcinin en yakın çevresindeki onlarca insan onları vazgeçirmek için ellerinden geleni yapmıştı.
Peki sizin bu mücadeleniz neye hizmet etmiş oldu? Grup Yorum’un türkülerini yasaklayan, üyelerini tutuklatan, üyelerine işkence eden devletin temsilcisi Süleyman Soylu bir televizyon programında şunları söyledi:
"Helin Bölek'i ölüme yatırdılar, öldürdüler, gittiler ziyaret ettiler. Yamyamlarda var bu yöntem, başka kimsede yok."
İşte tam da her şeyin en büyük sorumlularından biri olan bu zatın en ufak bir sorumluluk hissetmeden, bu kadar rahat, bu kadar pişkin açıklamalar yapabilmesine hizmet ettiniz. Tam da iktidarın istediği şeyi yaptınız. “Yaşamı savunuyoruz” diye onları devletin karşısında güçsüzleştirdiniz. Devletin kılını kıpırdatmasına gerek yoktu. Öleni bir kere daha öldürdünüz, yaşama tutunmaya çalışanı kahrettiniz.
Helin Bölek’in ve arkadaşlarının mücadelesine saygıyla.