Mahir SAYIN yazdı: Tayyip Erdoğan’ın Korona krizi ortaya çıkar çıkmaz ettiği laf, “krizin fırsata dönüştürülmesi”ydi. Hakikatin gizlenebileceğini sanan Erdoğan felaketin büyüklüğünü kestiremiyor ve bunun saklanamayacağını da bilmiyor. O “fırsat” derken, Türkiye gün be gün bir felaket çukuruna doğru hızla yuvarlanmaktadır.
Takiyyecilik siyasi İslamın karakteridir
Siyasal İslamcıların Müslüman oldukları için, genel kabul görmüş ahlak kurallarına kendilerinin uymaya ihtiyaçları yok. Hudeybiye Anlaşması’ndan beri Müslümanlar benimsenmiş kurallara aykırı görünen davranışları kabullenmeye alıştırıldılar. Amacın aracı kutsadığı bir anlayış düşmana karşı tutum konusunun içine yerleştirildi. Düşman ile sürekli savaş halinde olunduğu için savaş hilelerinin yapılması da içinde yaşanılan durumun gerektirdiği bir zaruretti. İnsanlık bu işi Makyavelizm diye etiketleyip gayrı ahlaki olarak ilan etmiş olsa da bu sadece İslam tarafından değil bütün egemen sınıf ideolojileri tarafından benimsenmiş bir tutum haline gelmiştir.
Mevcut AKP Hükümeti de bu anlayışı en yoğun biçimde kullanan iktidar örneğini temsil etmeye devam etmektedir. Başka meselelerde olduğu gibi pandemi konusunda da başından beri bir yalan furyası ile yüz yüze bulunduğumuza kuşku yok. Virüsün ülkeye geldiği tarih, ona karşı alınan tedbirler, hastalığın ve ölümlerin yaygınlığı konularında ortada tek bir hakikat yoktur. Ama AKP iktidarı yalanın karesini de almayı başarmıştır. Verilen sahte salgın yaygınlığı da fazla bulununca onda da yeni bir yalanla düzeltme yapmaktan imtina etmemektedirler.
RTE’nin yalan katsayısı
Yukarıda verilen tabloda görüldüğü üzere, hastalığın varlığının kabul edildiği 11 Mart tarihinden 20 Mart tarihine kadar belli bir eğimle ilerleyen günlük hastalık artışı tam bu tarihte her ne olduysa birden eğim düzeltmesi yaparak 24 Mart tarihine kadar neredeyse yatay eksene paralel hale gelmiş. Ardından 24 Mart’tan 27 Mart tarihine kadar birden 60 derecelik bir eğimle tırmanmaya başlamış ve “görülen lûzum üzerine” 27 Mart’tan 30 Mart’a kadar da kademeli olarak 2069’dan 1610’a düş(ürül)müş! Eğer grafik bu şekilde devam etmiş olsaydı 8 Nisan tarihinde 4117 yerine 15,000 civarında günlük vaka gerçekleşmiş olacaktı. Buradan aslında Hükümetin yalan katsayısını da çıkarabiliriz. Bu da aşağı yukarı katsayı 4 demektir. Demek ki RTE’nin her söylediğini ya dörtle çarpacağız ya da dörde böleceğiz!
31 Mart günü birden 2704’e fırlayan günlük hastalık sayısının yeniden kulağı çekilerek kendisine çeki düzen vermesi sağlanmış ve şaka yapar gibi 1 Nisan’dan itibaren günlük ölümler eğrisine de 6 Nisan’dan itibaren 3148 sayısı etrafında yeniden yatay eksene paralel bir eğim kazandırılmıştır. Hesaplanamayan bir yükselişle sanki 4000’in biraz üzeri günlük vakaların zirvesi olmuş ve bundan sonra artık bu sayıların düşmesi beklenebilir! Aslında bu sayıların şiddetle artacağı aşikârdır ama gizlenebildiği kadar gizlenecektir. Bu konuda İstanbul’un yıllara göre ölüm grafiklerini inceleyen Jurnal haber portalı 2020 yılında ölüm oranlarının diğer yıllara göre anormal artışını ortaya koymaktadır. Bu verilere dayalı tespit değişik kaynakların yaptığı gözlemlerle de örtüşmektedir. 2016’dan 2020’nin 26 Şubat tarihine kadar günlük ölüm sayıları 200 ile 280 arasında değişir ve hatta 2020 rakamları önceki yılların altında kalır.
Ne var ki Hükümetin COVID-19’dan ölümleri kabul etmeye başladığı 16 Mart tarihinden itibaren günlük ölüm sayıları önceki yılların üstüne çıkar ve 5 Nisan tarihinde 325’i bulur. 26 Şubat’ta 210 cıvarında olan rakam açıklamanın yapıldığı 16 Mart tarihinde birden 255’e ve 5 Nisan’da da 325’e yükselir. Hükümete göre 5 Nisan’a kadar COVID-19’dan kaynaklanan ölüm sayısı 574 iken istatistikler geçen yıllara göre en az 1400 ölüm olayı vermektedir.[1]
Bunu COVID-19’dan kaynaklanan ölümlerden başka neye yorabiliriz ki? Üstelik birçok korona vakası tespit edilemediği, edilenlerin bir kısmının da başka hastalıklardan öldükleri kayıtlara geçirilmişken çıkan rakam budur.
RTE’nin IBAN’ı mı yoksa Tekalif-i Milliye mi hastalığı sınırlıyor?
Ne olmuştur da günlük ölüm miktarlarının artış hızı birden durdurulabilmiştir? Bununla ilgili olarak yapılabilecek olan tespitler şunlardır:
1-Erdoğan yardım toplamak için IBAN numarası vermiştir;
2-Belediyelerin topladığı yardımlara el konulmuştur;
3-RTE Atatürk’ün de Tekalif-i Milliye Yasa’sı ile aynı şeyi yaptığını ilan etmiştir;
4-Korona’ya karşı alınacak izolasyon, karantina, sokağa çıkma yasağı gibi kararlar valilere bırakılmış ve 30 kente giriş çıkış yasaklanmıştır.
5-Sahtekârların, uyuşturucu tüccarlarının, mafyacıların tahliye edilip muhaliflerin hapishanelerde korona canavarının ağzına atılmasını sağlayan af yasası meclisten geçirilmiştir.
Ne var ki bu tedbirlerin, IBAN hariç hepsi 31 Mart tarihinden sonra gerçekleşmiştir. Oysa günlük ölüm grafiğinin yeni eğilimine karar verilen tarih 31 Mart’tı. Bu 31 Mart zaten tarihimizde de gericiliğin önemli günlerinden birine denk gelir! Aslında RTE’nin yardım toplayacağını ilan etmesi Korona krizinde yeni bir politikanın izleneceğinin de ilanı anlamına gelmektedir.
Nedir bu yeni politika?
Ölümü göster sıtmaya razı et!
Bu konudaki en uç öngörüyü E. Kürkçü yaptı. “RTE geleneksel sermayeye çökecek!” dedi. Aynı fikirde olan başkaları da var. RTE’nin şimdiye kadar söyleyip yaptıklarına bakınca böyle bir şeyi iddia etmek akla çok uzak gelmiyor. Nasıl ki, TC’nin göbeğinden bağlı olduğu ABD, AB, NATO’ya bağlılık devam ederken, Rusya ile kol kola girilip, kimi politikalar geliştirilebilmiş ise buna da “asla olamaz!” demek mümkün olmadığı gibi, ayrıca da hiç yapmadıkları bir şey de değildir. Ancak bunda da diğer politikalarda olduğu gibi ayağına dolanmış olan iplerin hesabını yapmadan adım atmak olanaklı değildir. Nasıl ki, Putin’le tango yaparken gözünün ucuyla sürekli Batı’yı kolluyor ise, şimdi de benzer bir davranış içinde olmak zorunda olduğunu akla getirmemiz gerekir.
Tayyip Erdoğan geleneksel sermayeyi bir şeylere zorlayabilir ama nasıl ki, NATO ile tüm ipleri koparmaya gidemiyor ise onunla da bütün köprüleri atmasını bekleyemeyiz. O zaman buluşulacak randevu yeri olarak “ölümü göster sıtmaya razı et!” mevkini belirleyebiliriz. Yani Tekalif-i Milliye Yasa’sını gösterip IBAN’a razı edebilir ve yukarıda sözünü ettiğimiz ölüm eğrisinin aşağıya doğru gidişini de “aziz milletimizin himmetiyle” iktidarın başarısının ölçütü olarak gösterebilir. Tekalif-i Milliye’den söz etmek gerçekte bir tehditten başka bir şey değildir.
TBMM’nin 1921’de çıkardığı bu ulusal yükümlülük yasası, devletten malını gizleyenleri vatan haini olarak ilan edecek ve buna göre cezalandıracak olan bir yasadır. Sadece bu kadarla da kalmaz çoğunluğu yine Müslüman olmayanların mallarına el koyma biçiminde tecelli eder. Bu konuda Taner Akçam’ın yazısına bakılabilir.
Peki muhalefet bütün bunları yutacak kadar aptal mı? O kadar da değil. Buna karşı hemen örgütlenebilecek yeni bir bilgi bankası oluşturulur ve hakikat çok geçmeden ortaya çıkarılabilir. Ama bunu Erdoğan da biliyor ve dolayısıyla yaptığı bu hesabın bozulmasına izin vermemek için 15 Temmuz Darbesi’ni tamamlayacak yeni bir darbeyi gerçekleştirmesi icap ediyor.
Yalan işten çıkarma yasağı ile sürüyor
DİSK’in ısrarla üzerinde durduğu işten çıkarma yasağının nihayet Hükümet tarafından kabul edildiğinin açıklanması işçilerin yüreğine su serpmişken bunun da bir tuzağa dönüştürülmesi gecikmedi. İşten çıkarmaları yasaklayacağını söyleyen Hükümet hemen bunun ardından patronlara da işçiye üç ay için ücretsiz izin verme hakkını tanıdığını ilan etti. Tabi bunun da işçileri mağdur etmemesi için herkese 15 Mart’tan itibaren istisnasız aylık 1177 YTL ödeme yapılacağını açıkladı. İlk anda olumlu gibi görünen bu kararlar dizisi Korona krizinden yararlanarak esasında işgücünün fiyatını ucuzlatma ve yabancı sermayeye cazip bir ülke yaratma hazırlığı ve kıdem tazminatlarını ve işsizlik maaşını ve haliyle fonunu ortadan kaldırma girişimidir. Bu kararla birlikte hiçbir işveren ücretsiz izine gönderdiği işçiye tazminat ödemeyeceği gibi, işsiz kalan işçinin de işsizlik ücreti 1177 YTL’ye düşmüş olacaktır. Halbuki bu sadece asgari ücret alan işçinin işsizlik ücretine karşılık gelmektedir. Kıdem tazminatı ortadan kalkarken daha yüksek ücret alan işçilerin işsizlik parası da asgari ücrete göre tayin edilmiş olacaktır. Bunun otomatik sonuçları, çoktan harcanmış olan 131,5 milyar YTL işsizlik fonunun iç edilmesi olacağı gibi işgücünün bundan sonraki fiyatının da aşağılara çekilmesi anlamına gelecektir. Zira izinsiz ücret üç ay söz konusu olsa da, RTE’ye bunu bir üç ay daha uzatma hakkı da tanınmaktadır.
RTE yeni bir 15 Temmuz darbesi peşinde
RTE’nin Korona krizi ortaya çıkar çıkmaz ettiği laf, “krizin fırsata dönüştürülmesi”ydi. Onun için de krizle ilgili gerçekler herkesten gizlenip kriz sonrasında uluslararası sermaye açısından iştah kabartan bir Türkiye yaratmak RTE’nin her şeyden önde gelen hedefi olarak görünmektedir. Ne var ki, hakikatin gizlenebileceğini sanan RTE felaketin büyüklüğünü kestirememekte ve bunu saklayamayacağını bilmemektedir. O “fırsat” derken, Türkiye gün be gün bir felaket çukuruna doğru hızla yuvarlanmaktadır.
Bunun ancak bir kısmını gören ve bunu faşist devlet mekanizması ile yönetebileceğini hesaplayan RTE’nin korona salgınının yığınlar açısından dayanılmaz boyutlara ulaştığı noktada, şimdi ilk şokla tepkisiz kalan yığınların, aynı sessizlik içerisinde kalmayacağını görebilmek için yerel seçim sonuçlarına bir kez daha bakması gerekir.
Henüz dünya çapında gelişen 2008 krizinin devamı olan felaket daha kapıyı çalmamışken ve Korona’nın da bunun üzerine tüy dikmediği koşullarda yığınlar yerel seçim aracılığıyla atılabilecek en güçlü tokadı indirdiler. Şimdi artık her şey o günleri de iyice arattıracak duruma geldi ve gelmeye devam ediyor. Ekonomik krizin birkaç ay sonra bugünküyle karşılaştırılamayacak bir boyuta geleceğini en uyurgezer bile kestirebilmektedir. Bunun siyasal bir krizle paralel gitmesi için ise RTE’nin bütün umutlarını bağladığı dış gelişmeler (Suriye, Libya, Arap sermayesi, Çin’den “kaçacak” olan uluslararası sermaye) hepsi beklentilerinin tersi doğrultuda ilerlemektedir.
Bütün bu gelişmelerin ortaklarıyla olan ilişkilerinde gerginlikler yaratmaması mümkün değildir. Tabi bütün bunların ötesinde yığınların göstereceği tepkilerin büyüklüğü asıl tayin edici olan güç olacaktır. Bu potansiyeli karşılayabilecek, onun CHP’nin yatıştırıcı politikalarına esir olmasını engelleyecek bir sol-sosyalist atılım, bir yeniden yapılanma, kriz sonrası Türkiye’nin demokratik bir Türkiye olma imkânını içinde taşıyor. Zira Korona krizi sosyalizmin tek çözüm olabileceği konusundaki iddialarımızı her gün destekleyen olguların ortaya çıkmasını sağlıyor ve mevcut burjuva devletlerin birbirleriyle sürdürdükleri rekabet çerçevesinde salgının engellenmesi değil tam tersine sürekli artmasını getirdiğini gösteriyor. Mesele bununla da kalmamakta, artık içinde yaşanan çağın sanki bir virüsler çağına dönmüş olmasının insanları rekabetin yerini alacak olan bir dayanışma toplumunun zorunluluğuna gittikçe daha fazla ikna etmekte olduğunu görüyoruz.
Barbarlık değil sosyalizm!
Doğanın milyarlarca yılda oluşturduğu dengelerini altüst eden kapitalizm, yediğimizi içtiğimizi kirletip, ekolojik yıkımın boyutlarını geri dönülmez noktalara sürükler, gelişmekte olan teknolojik yenilenmelerle bunu katmerlendireceğinin haberlerini verirken, yine aynı dengelerin altüst edilmesinin ürününden başka bir şey olmayan virüslerin sebep olduğu salgınların gittikçe artan frekansını içeren bugünler insanlara Ortaçağın veba salgınlarını hatırlatıyor; Sanki Rosa Luxemburg’un işaret ettiği “ya sosyalizm ya barbarlık” uyarısının gerçekleştiğini ve şimdiden salgınlarla boğuşan “ortaçağa kadar geri geldiğimizi” görüyoruz.
İki adım sonrası da zaten ilkel toplum!
İlkel toplum, insanlığın başlangıç günleri olarak aynı zamanda ilkel komünist toplumdu da; İnsanlığın tarih öncesiydi. Ama şimdi, ortaya çıkan bütün felaket alametlerine rağmen, insanlığın tarih öncesinden gerçek insanlık tarihine geçiş için de, bu iradeyi gösterme dışında bütün imkânlar oluşmuş durumda. İnsanlığı yeniden barbarlığa sürükleyen verili nizamı vurup devirebilirsek barbarlık yerine insanlığın yeni bir sayfası olacak olan komünist topluma bir adımlık yoldayız.
[1] Tüm Türkiye’de 574 iken sırf İstanbul’daki ölüm sayısı 1400’ü bulmaktadır. Ölümlerin %60’ının istanbul’da gerçekleştiği kabul edilmektedir. Yani söz konusu tarihler arasında İstanbul’daki ölüm sayısı 400 olarak kabul edilebilir ki, bu da (Korona’dan kaynaklandığı halde başka nedenle gösterilen ölümler de eklendiğinde) RTE’nin hesapladığımız yalan katsayısına fazlasıyla denk gelmektedir!