Mahir SAYIN yazdı: Ve ne kadar ilginçtir ki, bu virüs öncelikle yaşlıların başına bela olmuş durumda. Burjuvazi açısından ne kadar güzel! Yığılan emekliler kitlesinden kendiliğinden kurtulmak için ne kadar pratik bir yol!
İki aydır ki, dünyamız COVID-19 dalgasıyla tam bir panik içerisinde. ‘80’li yıllarda HIV virüsünün sahne almasıyla başlayan virüs paniklerine şimdi bir yenisi eklendi. Birden sanki bütün insanlık ortak bir dertle yüzyüze gelmiş de ortaklaşa çare arıyormuşçasına, hükümetler sokağa çıkma yasakları ilan ediyor, doktorlar hastalığı kapmış olanlardan hangilerinin yaşayacağına hangilerinin ölmesi gerektiğine karar verme zorunluluğuyla yüz yüze geliyor ve insanlar da yapacak başka bir şey bilemedikleri için çaresizlik içinde hükümetlerin kendileri için tayin ettiği kaderi yaşamayı kabul ediyorlar.
Egemen sınıflar yönetimlerini bütün tarihlerde şiddet ve rızayı iç içe geçirerek gerçekleştirdiler. Egemen sınıf toplumu bastırmakta kullandığı şiddet aygıtını bizatihi o toplumun onayı ile hayata geçirdi ve kullandı. Dış düşmanın saldırısına karşı oluşturulan özel savunma yapılanması aynı zamanda dış düşmanın da üreticisiydi. Böylece her toplum sürekli bir tehdit altına girdi ve ister istemez kendini savunduğunu sanarak, üzerinde yükselen baskı aygıtının varlığına onay verdiği gibi onu besleme görevini de üstlendi.
Şimdi virüsler tüm dünya için sürekli ortak bir dış düşman haline geldi ve ona karşı alınacak tedbirleri bizler de sınıflı toplumlar boyunca devleti nasıl desteklemiş isek, sürekli desteklemek zorundayız! Zinciri bir yerinden kıramaz isek bu tam tamına devletin rıza edinmesi gibi bir nitelik kazanma etkisine sahip.
Yaşayan Marksizm Dergisi’nin geçen yıl çıkan 4. Sayısı’nda insanlığın geleceğiyle ilgili olarak kapitalizm var olmaya devam ettiği takdirde, başka birçok sorunun yanında, bir de fazla nüfus sorunuyla yüz yüze geleceğimizi ifade etmiştim.
Fazla nüfus
“Şimdiye kadar olan sanayi devrimlerinde, işçiler hep makinalar işimizi elimizden alacak diye korktular. İlk makineleşmenin başladığı İngiltere’de işçiler rakip olarak gördükleri makinaları kırma hareketini (Ludizm) bile yarattılar. (…) Ancak işler onların düşündüğü gibi gelişmedi ve makinelere rağmen ve hatta 3. Sanayi Devrimi’nde robotların kol işgücünün büyük bir kısmını devralmasına rağmen işçi sayısı bütün dünya çapında-kompozisyonu sürekli değişikliğe uğrayarak- arttı.
(…)
Yeni sanayi devrimi ise duygusal zeka gibi şimdilik makinelerin beceremeyeceği işler dışında kalan neredeyse bütün düşük nitelikli üretim ve hizmet faaliyetlerini yutarken, zihinsel emek kullananların da önemli bir kesiminin yerini almaya aday olduğu ilan etti. Artık çok büyük bir kesim var olan yetenekleriyle asla iş bulamazlar. (…) Eğitimleri için yeni imkânlar sunulmadığı müddetçe o insanların var olan yetenekleriyle artık bu yeni ekonomi içerisinde iş bulabilmeleri olanaklı değildir. (…)
(…)
(…) Açlığa mahkum edilmiş böylesine büyük bir nüfusu denetim altında tutmak muhtemel ki, yapay zeka sayesinde gerçekleştirilecek manipülasyonlarla mümkün olmayacak ve devlet şiddetiyle doğrudan yüz yüze geleceklerdir. Bu şiddetin tam olarak hangi şekilleri alacağını kestirmek zor olsa da bioteknolojilerin de kullanılmayacağını kimse garanti edemez.
(…) 8 milyar insanın yarıdan fazlasının sistem açısından tam bir fazlalık oluşturduğu sonucuna ulaşırız. Ne yapacak bunları kapitalizm? “Öldürmeyip beslesin mi?” Şimdiki koşullar içerisinden bakıldığında bunun asla olamayacak bir şey olduğu düşünülebilir ama kapitalistlerin kar için insan hayatını nasıl hiçe saydıklarını bize iki büyük paylaşım savaşı ve sömürge savaşları gösterdi.
(…) Rosa Luxemburg’un ünlü sözü bugün daha ağırlaşmış bir biçimde hükmünü sürdürmektedir:
Ya sosyalizm ya barbarlık!
Barbarlıkta ilkel komünal ilişkiler vardı ve bata çıka insan olarak var olmaya devam edebilmek mümkün olabilirdi ama Rosa’nın öngörüsünden daha da beteri nükleer silahlar, ekolojik yıkım ve nihayet yapay zeka ile kapımıza dayanmış durumda: Tümden yok olmak!”
Fazla nüfusun tasfiyesi
Aslında kapitalizmin fazla nüfus problemi yeni bir şey olmayacak. Sınıf mücadelesinin (devlet düzeyine ulaşmış olma biçimi de dahil olmak üzere) dayatmalarının sonucu olarak benimsenmiş olan, güvenceli 8 saat çalışma, hafta tatili, işsizlik ve yaşlılık sigortaları da burjuvazinin gözünü hep diktiği alanlar olmuştur. Yedek işsizler ordusunu beslemenin bir yere kadar kapitalizm açısından bir rasyoneli olsa da emeklilerin bakılmasının toplumsal rızayı üretmek zorunluluğundan başka bir temeli yoktur. İşin kötüsü bilimin gelişmesinin sonucu olarak insan ömrünün gittikçe artıyor olması, emekli başına düşen çalışan sayısının gittikçe azalıyor olması burjuvaziyi sürekli olarak çalışma yaşını artırmaya zorlamış ve nihayetinde 4. Sanayi Devrimi’yle birlikte bu durum kapitalist sistemin kaldıramayacağı bir noktaya doğru ilerlemeye başlamış bulunmaktadır.
İşte böyle bir dönem (neoliberalizmin yükseliş ve iflası dönemi) aynı zamanda virüs dalgalarıyla paralel gelişiyor. Şimdiye kadar olan araştırmaların hiç birinden söz konusu toplumu çaresizliğe sürükleyen, beyaz bayrak çektiren bu virüslerin doğrudan laboratuvarlarda üretildiğine dair bir kanıt bulunamamıştır. Ama genetik alanında gerçekleştirilen işler bunların da olabileceğini insanın aklından bir türlü uzaklaştırmasına olanak tanımıyor. İnsanlığı teslim almak üzere laboratuvarda üretilmemiş olsalar bile bunlar neden şimdi birden ardı arkasına mağaralarından fırlayıp insanlığın üzerine saldırıyorlar? Kuşkuşuz ki, insanlık durumunun, var olan medeniyetin sahip olduğu özellikler buna yol açmaktadır ve egemen sınıf da gökte aradığını yerde bulmuş gibi durumu egemenliğini ebedileştirmek, yönetme krizlerini aşabilmek için kullanmaktadır.
COVID-19’un ortayla çıkışı da müthiş bir tesadüfle 2008 krizinin üçüncü evresine denk geldi. Krizin birinci evresi, ‘krizi yaratan nedeni krizin çözümü olarak kullanmak’tan oluşuyordu. Aşırı finansallaşma balonu artık iç basıncını taşıyamayacak hale gelip patlayınca, bütün büyük şirketlerin iflasının önüne geçmek ve piyasanın durgunlaşmasını engellemek üzere yeniden trilyonlarca dolar para negatif faizle piyasa sürüldü ve suni bir rahatlama yaratıldı. Tam artık bir şey olmaz sanıp, faizleri yükseltmeye ve sürülen paraların geri çekilmesine gelindiğinde (2018) çok geçmeden yeni bir enflasyon ve durgunluk dalgası (stagflasyon), ticaret savaşları dünya piyasalarını sardı ve Amerikan-Avrupa Merkez bankaları yeniden faizleri 0-0.25 (enflasyon karşısında bu negatif faiz demektir) indirip piyasalara trilyonlarca dolar sürmeye giriştiler. Yani 2008 krizini yaratan nedene bir kez daha çare olarak başvurmaktan başka yol bulamadılar. 2019 Ağustos’unda atılan bu adımı Aralık 2019’da Corona küresel salgını karşıladı ve kısa sürede tüm piyasalar daha büyük bir hızla istikrarsızlaşmaya başladı ve nihayet geçen hafta bütün dünya borsaları %10’un üzerinde düşüşler yaşadı. Böylece küresel salgın var olan durgunluğun üstüne tüy dikmiş oldu.
Ekonomik durum dolaysıyla olağanüstü hal ilan edemeyen dünya burjuvazisi bu kez “hepimizi birden tehdit eden ortak düşmana karşı rızamızı da alarak” olağanüstü hal ilan etti. Yani bundan sonra keyfince yönetecek. Otur deyince oturacağız; Çünkü inanıyoruz ki, o sırada başımıza çarpacak bir şey uçmaktadır. Kalk dediğinde de kalkacağız, ve gerçekten göreceğiz ki, tehlike atlatılmıştır!
Komplo teorisi değil komplonun ta kendisi
Şüphe yok ki, bir zaman sonra, nereden geldiğini bilmediğimiz bu virüsün yarattığı kitlesel ölüm tehdidi yok olacak ve onunla birlikte olağanüstü hal de kalıntılarını geride bırakarak kalkacaktır. Ama tüm dünya kendi rızasıyla hep birlikte olağanüstü hali normalleştirme konusunda bir deneyim kazanmış olacak.
Bu deneyimin iki türlü sonucu olabilir: biri olağanüstü hali ve tepkisizliği böyle durumlar karşısında bir norm olarak benimsemek ve egemen sınıfın erkine sürekli bir onay oluşturmak; diğeri de olağanüstü halin yarattığı tehdidin gerçek niteliğini görerek ona karşı isyan sancaklarını yükseltmektir.
Yukarıda anlatılanlar kimilerinin “komplo teorisi” olarak niteledikleri ve inanılmaması gereken spekülasyonlar diye bir kenara attıkları iddialara benzemektedir. Komplo teorilerinin hepsi doğru olmayabilir ama yaşadığımız komploların hepsi hakikattir. Egemen sınıflar gizli örgütleri bu komploları gerçekleştirmek için kurarlar. Kapitalizm sadece pazarın kendi sihirli eliyle yaşamaz. Tam tersine devlet olmasa, devletin zoru ve komploları olmasa ürettiği rızaya dayalı olarak kapitalizmin kaç gün yaşayacağı belli değildir. Devletin bizatihi kendisi insanlığın başına bela olmuş en büyük komplodur.
Kapitalizmin bundan sonraki süreci içerisinde yüz yüze geleceği fazla nüfus probleminin çözümüne örnek olarak COVID-19 komplosunu yaşıyoruz. Ve ne kadar ilginçtir ki, bu virüs öncelikle yaşlıların başına bela olmuş durumda. Burjuvazi açısından ne kadar güzel! Yığılan emekliler kitlesinden kendiliğinden kurtulmak için ne kadar pratik bir yol!
Kuskusuz bu virüs sayesinde burjuvazinin bütün emeklilerden kurtulacağını söylemek istemiyorum. Sadece gittikçe vahimleşecek olan fazla nüfus problemine burjuvazinin nasıl çözümler üretebileceğine ilişkin örnek durumun, başka neler yapılabileceğinin iyi düşünülmesine vesile olmasına istiyorum[1].
Bu nereden geldiğini bilmediğimiz virüsün laboratuvarlarda üretilmesinin imkânları çoktan yaratılmış durumdadır. Bunu yapmadılarsa bir başkasını yapmayacak değildirler. Ya da bu tehdidin ille de bir virüs olması gerekmiyor. Aynı bu virüsün yarattığı ortak tehdide karşı “hepimiz aynı gemideyiz, batarsak hep birlikte boğuluruz” korkusu içerisine sürüklenmemizi sağlayacak başka tehditlerle burjuvazinin yeni egemenlik sistemini kurması, dijital imkânları kullanarak tüm toplumu kaval sesinin peşinden giden koyuna çevirmesi, tam bir denetim devletini yaratması en az karşı çıkışa maruz kalarak gerçekleştirilebilir.
Burjuvazinin yarattığı tehdit bugüne kadar görülen en ağır saldırılardan daha öteye gidecek bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Dijital imkânların kullanılarak mutlak bir egemenlik üretilmesinin olanakları burjuvazinin elinin altında bulunuyor; insan olarak yaşamaya devam etmek isteyen herkesin, onun bu imkânları sonuna kadar kullanmasına olanak tanımadan ayağa kalması için alarm zilleri çalıyor. COVID-19 burjuvazinin, kapitalizmin iflasını bir kez daha gösterdi. Gösterilene, “Başka bir dünya mümkündür!” yanıtını vermenin zamanıdır.
Ya sosyalizm ya sosyalizm!
[1] Bu kadar çok insanın öldürülmesine cüret edilemeyeceğini aklından geçirenlere bir hatırlatma olması için: “Temel motivasyonu kârı en yakarıya çıkarmak olan kapitalistlerin kâr uğruna ne kadar zalim olabileceklerinin iki akıl almaz örneğini 2. Paylaşım Savaşı başında ve sonunda gördük. Alman sermayesi dünya pazarlarını ele geçirebilmek için milyonlarca insanı gaz odalarında yok ederken Hitleri keyifle seyretmekte idi. Ama sonra Alman oligarşisi yenilgiyi tadınca Hitlerin kapitalizmin bir eseri değil ruhsal bozukluk içinde olan biri olduğunu söylerken dünya oligarşisi de hamamın namusunu kurtarmak üzere ona katılmaktan geri kalmadı.
Dünya halklarını Hitler “manyağından” kurtardığı iddiasında olan ABD sermayesi ise yine dünya hakimiyeti adına, SSCB’yi geri püskürtebilmek için Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atarak yüzbinlerce insanın katlini bir fazilet haline bile getirmeyi başarmıştır. Halbuki, Japon egemen sınıfı tam bu bombaların atıldığı sırada teslim olmanın şartlarını müzakere etmekte idi ve ABD de bunu pekala biliyordu. O zaman neden? Çünkü o bombalar aslında Leningrad ve Moskova’ya atılmışlardı. Hitler canisinin ordularını önüne katıp süren Kızıl Ordu’nun zaferini sınırlamak, onu geriye püskürtmek ve masa başında SSCB’ye geri adım attırmak için böylesine caniyane bir tehdide ihtiyaç vardı ve başarılı da oldu. SSCB Hitler’le saldırmazlık anlaşması imzalamaya nasıl mecbur edildiyse, Alman faşistleri ve işbirlikçilerini de sonuna kadar tüketme adımını atmaktan atom bombası tehdidi yüzünden geri durmak zorunda kaldı. Bu sayededir ki, ABD ve İngiliz emperyalizmi Almanya’yı bir kere daha faşist kalıntılar aracılığıyla kurarken, Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da ve daha birçok ülkede komünistleri yenilgiye uğratmak üzere kurduğu gizli örgütlerle (gladyo) ve doğrudan saldırılarla saldırıya geçebildi.
Bunları bilerek, artık üretici olarak ihtiyaç duyulmayan, zaten üretecek bir şeyi de olmayan ve tüketici olarak da pazarda yer alamayacak olan bu “fazla nüfusun” ortalığı karıncalar gibi istila etmesine olanak tanımadan Matriks filmindeki gibi tatlı bir uykuya yatırılmalarını dünya oligarşisinin aklına getirmeyeceğini söyleyebilir miyiz?” (Yaşayan Marksizm, Sayı 4)