ÇEVİRİ – Libération’daki Claude BANIAM’In yazısını Kıvılcım İLBAŞI çevirdi: Fransa’nın Mulhouse kentinde, Mulhouse Hastanesi’nde psikolog doktor olan Claude Baniam’ın yazısı kapitalizme, adaletsizliğe, vicdansızlığa karşı bir çığlık… Aşağıdakilerin, milyonların, milyarların çığlığı…
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum ve şu an için bu duyguların geçip gitmesine izin veremiyorum. Kızgınlık ve öfke ruhumu kaplıyor, beni yavaş yavaş tüketiyor. Fakat kısa zaman içinde, bütün bunlar durulduğunda, şu an bu duygulardan kaçan tüm insanların yapacağı gibi, bu kızgınlığın ve öfkenin patlamasına izin vereceğim. Ve inanın bana, o gün gelecek. O kızgınlık ve öfke alev alacak ve adalet isteyeceğiz, bizi bu korkunç duvara çarpanlara hesap soracağız. Şiddetsiz. Niçin? Hayır, onların bizden sakındıkları insanlık ve bilgelikle hesap soracağız. Bu kısık sesli müziği duyuyor musunuz? En diplerde mırıldanan fakat gittikçe güçlenen? The Fugees’in nakaratı: “Ready or not, here I come ! You can hide ! Gonna find you and take it slowly !” (“Hazır ol ya da olma, işte geliyorum! Saklanabilirsin! Seni bulacağım ve yavaş yavaş onu alacağım”). Geliyoruz…
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum; medyada geçit törenleri yaptıklarında, televizyonda suratlarını gösterdiklerinde, mükemmel bir şekilde ayarlanmış seslerini radyoda dinlettiklerinde, gazetelere demeç verdiklerinde. Bizzat ağırlaştırıcı faktör oldukları bir durumdan durmaksızın bize bahsettiklerinde, vatandaş olmak üzerine, ekonomik durgunluk riski üzerine, insanların sorumlulukları üzerine, politik rakipleri ve yabancılar üzerine durmaksızın söylev verdiklerinde… Yaşadığımız şeyin büyük ölçüde sorumlusu olmalarına rağmen bize özürlerini sunmak, affımızı dilemek için asla konuşmuyorlar.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum, çünkü Mulhouse gibi en çok etkilenen bölgelerden birinde hastanede çalışan bir psikolog olarak gün boyunca birimlerimize bağlı acil servislere gelen onlarca insan görüyorum ve biliyorum ki bu insanların önemli bir kısmı, buradan canlı olarak ya da yalnızca iki hafta önceki gibi gülümseyerek ve kaygısız bir halde çıkamayacak.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum, çünkü biliyorum ki bu insanlar, bu canlı varlıklar, bu kız ve erkek kardeşler, babalar ve anneler, oğullar ve kızlar, büyükbabalar ve büyükanneler, sağlık personellerinin cesur çabalarına rağmen dolup taşmış bir serviste yalnız ölecekler; sevdiklerinin ve onları sevenlerin bakışı ve elleri olmaksızın, yapayalnız.
Büyüklerimizi, yaşlılarımızı, bugünümüzün bir cehennem olmamasını sağlayan, bilgisi ve bilgeliği başka kimsede bulunmayan bu insanlardan vazgeçmemizi isteyen delice durum karşısında; politikacıların söylediği gibi herkesi kurtarmamız mümkün olmadığı için, adına huzurevi denilen evlerde yaşlılarımızı gruplar halinde ölüme terk etmemizi isteyen bir durum karşında sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum.
Ailelerin imkânsız yası
İmkânsız bir yasın, imkânsız bir elvedanın, imkansız bir adaletin korkunç acısıyla yaşayan tüm o aileleri düşündükçe sinirleniyor ve öfkeden kuduruyorum. Yakınlarına erişmesine izin verilmemiş o aileleri, bir haber alabilmek için durmaksızın acil servisleri arayan ve son bir umutla hastalara müdahale etmek zorunda olan sağlık personelinin telefonlarına yanıt veremediği o aileleri… Bizim ailemiz olabilecek o aileleri…
Solunum yetmezliği yaşayan tüm insanlara yardım edebilmek için her gün, her dakika mücadele veren, bu amaçla delicesine bir enerji harcayan ve buna rağmen her gün, her dakika çalışmaya geri dönen çalışma arkadaşlarımı gördükçe sinirleniyor ve öfkemden kuduruyorum. Çalışma arkadaşım olan sedyecilerin, hastane personelinin, sekreterlerin, hasta bakıcıların, hemşirelerin, doktorların, psikologların, sosyal hizmet personelinin, fizik tedavicilerin, ergoterapistlerin, idari personelin, psikomotrisyenlerin, eğitimcilerin, lojistik uzmanlarının, güvenlik görevlilerinin çalışma koşulları karşısında sinirleniyor ve öfkeden kuduruyorum… çünkü hiçbir önlemimiz tam değil fakat yine de o kömür madenine iniyoruz.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum çünkü işe giderken ve işten dönerken, kurtarılacağına dair umut içinde bir insanı daha taşıyan üç ya da dört acil servis aracına rastlıyorum. Birkaç dakikada bir… Hastanelerimize nasıl güvenimiz olmaz? En önde, en mükemmel işleyiş durumunda, bizleri koruyacak ve iyileştirecek durumdalar… fakat yine de bu ambulansların kaç tanesi taşıdıkları hastaları son mekâna götürüyor? Bu hastaların kaç tanesi sağlıklı ve güvenli olarak o kapıdan geçecekler?
Sinirliyim ve öfkemden kuduruyorum çünkü hastaneyi yalnızca başka bir şirket, sağlığı üzerine spekülasyon yapılabilecek bir meta olarak gören, ekonomiyi sağlığın üstünde tutan, yaşamlarımızın ise ticari bir değer olduğunu düşünen hükumetlerce uygulanan sağlık politikaları karşısında endişelerimizi, bıkkınlığımızı, tatminsizliğimizi, idrak edemeyişimizi senelerdir haykırıyoruz.
Acil servislerimizin bu kadar uzun zamandır yardım çağrısı yaptıklarını bildiğimden, acil yardım servisi ile hastaneye getirilen kişilerin “Acil servis grevde” yazan bandroller üzerine gözlerinin takıldığını, bu karanlık zamanlarda bu derece ihtiyacımız olan acil hekimleri ve uzman hekimlerin işten ayrıldığı için kendilerini emekli aile hekimlerinin karşısında bulan hastaları düşündüğümde sinirleniyor ve öfkemden kuduruyorum.
Hemşirelik öğrencilerinin sömürüsü
En kötü düşmanım için bile istemeyeceğim bir şeyi, bu süreçte mesleğini icra etme pahasına kendilerini içinde bulan, hiçbir hazırlığı, desteği olmaksızın gönüllü olup olmadıkları dahi kendilerine sorulmamış, henüz 20 yaşında bile olmasa da ölülerimizi ölü torbalarına yerleştirmek zorunda kalan hemşirelik ve hasta bakıcılık öğrencilerimizin nasıl sömürüldüklerini gördüğümde sinirleniyor ve öfkeden kuduruyorum. Neden sorulsun ki? Bu onların eğitiminin bir parçası. Ve bundan dolayı mutlu olmaları gerekir, stajyer olarak çalıştıkları için birkaç yüz Euro ücret bile alıyorlar.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum çünkü mevcut durum bu politikaların, o yataklar üzerinde, o lanet olasıca yataklar üzerinde ihtiyacı olanların yattığını unutup, dile getirmeyi çok sevdikleri şekliyle, “yatakların iptalini” sağlayan politikaların bir meyvesi! Bir hemşire işe almak pahalı olduğu için, öngörülen bütçede yer kaplayacağı için personel sayısını azaltan; toplam memur sayısından bir hastane çalışanını daha eksiltip, sürekli memur sayısını düşürerek tüm bakım mesleklerini kamu sektörünün dışına yönlendirdikleri için kendileriyle gurur duyabilirler.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum çünkü bu insanlar midelerinde o korkuyu, enfekte olma korkusunu, yakınlarına virüsü bulaştırma korkusunu, başka hastalara virüs taşıma korkusunu, bir meslektaşını daha 10 numaralı odadaki bir yatakta yatarken görmenin korkusunu taşıyarak yine de her gün çalışmaya devam ediyorlar; bu insanlar politik söylemlerle yıllardır ezildiler, birkaç dakika içinde bir servisin tüm bakımını iki kişi üstlenmeleri talep edildiğinde mesleki onurlarından mahrum bırakıldılar, çelişik ve delice idari taleplerle mesleki etik ve deontolojiye aykırı durumlara itildiler. Ve bugün kendilerine zorbalık edenler evlerinde ya da ofislerinde rahatlıkla otururken bu insanlar, virüse yakalanma riskine rağmen araçlarına, bisikletlerine atlayıp ya da yürüyerek her gün işe gitmeye devam ediyorlar.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum çünkü bugün, çalıştığım hastane eşi görülmemiş bir krizle karşı karşıya iken hastanenin tüm kaynaklarını hiç eden o kişiler uzaktalar. Çünkü çalıştığım hastane, gelip geçici oldukları kadar beceriksiz de olan yöneticilerce bir zıplama tahtası olarak kullanıldı. Mulhouse’dan yolu geçen bu yöneticiler, kötücül kemer sıkma politikalarını uygulayabildiklerini kanıtlamak için bizim hastanelerimizi kullandılar. Çünkü çalıştığım hastane, bakımın niteliğinden ziyade kimi standartlara mükemmelce uyum göstermeyi ön planda tutan anlaşılması güç tasdiknameler adına çılgınca kararların hedefi haline getirildi.
Çünkü kabaca söylemek gerekirse çalıştığım hastane, kendilerine değer biçmekten başka hiçbir şeye önem vermeyen bencil idarecilerin kobayı olmaktan başka bir şey olamadı. Çünkü hastanenin de ötesinde, burada bakılan insanlara göz ardı edilebilecek birer niceliksel değer, yalnızca başka bir rakam, gelir/gider sütunlarında başka bir değişkenmişçesine bakıldı. Çünkü sağlık hizmetlerinin düzenlenmesi genel kurulunun ahmak muhasebeci aklı, hastaları ve sağlık personelini o aynı mide bulandırıcı “yalın yönetim” (lean management) sepetine koydu.
‘Halatın başındakiler’* ve solunum cihazları
Ülkemizi yönetmesi, başı çekmesi beklenen; bizi, bu küçük insanları zirveye çekmesi gereken halatın başındaki o kişileri hatırlayınca sinirleniyor ve öfkeden kuduruyorum. O küçük insanlar, süpermarketteki kasiyerler, sokaklarımızdaki çöp toplayıcılar, hastanelerimizdeki personeller, tarlalardaki işçiler, Amazon’un depolarında çalışanlar, yollardaki kamyon şoförleri, kurumların resepsiyonunda çalışan sekreterler ve daha pek çoğu bu ülkede yaşayanların yaşamaya devam edebilmesi, beslenip bilgi edinebilmesi, başka salgınlardan kurtulması için çalışmaya devam ediyorlar… Birileri acildeki cesetleri sayarken kendileri borsa dalgalanmalarını izleyen halatın başındaki o kişiler, ileri teknoloji ürünü kişisel solunum cihazlarına iştahla bakıyor ve prospektüsünden gerektiğinde bu cihazların kendilerini kurtaracağını okuyor.
Sosyal devleti ve sağlık sistemimizi durmaksızın harap edip sonra da bizlere kutsal bütçe dengesine ulaşmak için (neyin pahasına?) kolektif bir çaba göstermemiz gerektiğini, “bakım hizmetlerinde çalışmanın fedakârlık işi, ilahi bir görev” olduğunu açıklamaktan vazgeçmeyen o politikacılara karşı sinirliyim ve öfkemden kuduruyorum. O politikacılar ki bize bugünün yakınma ve suçlama zamanı değil, kutsal ittifak ve teskin etme zamanı olduğunu söylemeye cesaret edebiliyorlar. Cidden mi? Gerçekten bizi bu duruma sokanları unutacağımızı mı sanıyorsunuz? Maske, test, güvenlik gözlüğü, hidroalkolik solüsyon, bot kılıfı, tulum, eldiven, sedye, solunum cihazı (bugün bu derece önemli olan o lanet olası solunum cihazları!) depolarını kimlerin boşalttığını unutacağımızı mı sanıyorsunuz? Endişelenmememiz gerektiğini, bunun sadece bir grip olduğunu, Fransa’da öyle bir şeyin asla yaşanmayacağını, maskelerin profesyoneller de dahil olmak üzere kimsenin korunmasını sağlamayacağını, zaten gerektiğinden fazla maskemizin olduğunu bize kimlerin söylediğini unutacağımızı mı sanıyorsunuz? Çinli, İranlı, İtalyan kardeşlerimizin başına gelenleri, Afrikalı ve Latin Amerikalı kardeşlerimizin başına gelecekleri kayıtsızlık ve aşağılamayla izlediğinizi unutacağımızı mı sanıyorsunuz? Unutmayacağız. Bundan emin olun…
Sinirliyim ve öfkemden kuduruyorum. Çünkü çalışma arkadaşlarımın ıstırabını ve acısını dinlerken, virüsü taşıyıp yaşamadıklarından emin olamadıkları için kendi çocuklarını öpemediklerini söylediklerinde, çalışma saatlerinden önce ve sonra arabalarında yaşadıkları patlama anlarını anlattıklarında, tüm bunlar geçtiğinde ve düşünme fırsatımız olduğunda gelecek psikolojik yıkımı düşündüğümde bir haftadır boğazım düğümleniyor, kendimi yere atmak ve haykırarak ağlamak istiyorum.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum fakat bundan da öte derin bir umutsuzluk, sonsuz bir üzüntü duyuyorum.
Sinirliyim ve öfkeden kuduruyorum ve şu an için bu duyguların geçip gitmesine izin veremiyorum. Kızgınlık ve öfke ruhumu kaplıyor, beni yavaş yavaş tüketiyor. Fakat kısa zaman içinde, bütün bunlar durulduğunda, şu an bu duygulardan kaçan tüm insanların yapacağı gibi, bu kızgınlığın ve öfkenin patlamasına izin vereceğim. Ve inanın bana, o gün gelecek. O kızgınlık ve öfke alev alacak ve adalet isteyeceğiz, bizi bu korkunç duvara çarpanlara hesap soracağız. Şiddetsiz. Niçin? Hayır, onların bizden sakındıkları insanlık ve bilgelikle hesap soracağız. Bu kısık sesli müziği duyuyor musunuz? En diplerde mırıldanan fakat gittikçe güçlenen? The Fugees’in nakaratı: “Ready or not, here I come ! You can hide ! Gonna find you and take it slowly !” (“Hazır ol ya da olma, işte geliyorum! Saklanabilirsin! Seni bulacağım ve yavaş yavaş onu alacağım”). Geliyoruz…
- Les premiers de cordée, Macron tarafından 2018 yılında şirketler ve zenginler için kullanılan ve çok tartışılmış olan bir betimlemedir. Macron halatın başındakiler düşerse, toplumun geri kalanının da peşlerinden sürükleneceğini söylemiştir. Aynı zamanda çeşitli film uyarlamaları olan bir Roger Frison-Roche romanıdır.