SEÇTİKLERİMİZ – Faik BULUT Duvar için yazdı: “Lübnan’da üç aydır süren yığınsal kalkışmayı sadece psikolojik sebeplerle izah etmek yetmiyor. Mesela Suriyeli yazar Yezin Zerriq, şimdiki halk ayaklanmasının sebeplerinden biri olarak oligarşi sistemiyle mezhepçiliği görüyor.”
Lübnan; etnik, siyasi, dini ve mezhepsel ayrılıkların bir arada yaşandığı bir ülkedir. Zaman zaman bu ayrılıklar silahlı çatışmalara yol açmaktadır. Siyonist İsrail tarafından tehcir ve sürgün edilen yüz binlerce Filistinli, 1948 ile 1950’li yıllarda Lübnan’a mülteci olarak sığındı ve farklı dini ve etnik toplulukların iktidar kavgalarının tuzu biberi oluverdi. Ülke, özellikle başkent Beyrut, bölgesel (özellikle Arap dünyasındaki ilerici-gerici, milliyetçi-ümmetçi temeldeki çatışmalarla İsrail-Arap savaşları) ve uluslararası güçlerin (ABD, Sovyetler Birliği ve Fransa arasındaki hegemonya mücadelesi) hesaplaşma alanına döndü.
13 Nisan 1975’te Beyrut’taki Aziz Maruni Kilisesi önünde, Filistinli mültecileri Tel Zater Kampı’na taşıyan otobüse Hıristiyan faşist Falanjist (El Ketaib) milisler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda kadınlar ve çocuklar dâhil 27 kişi katledildi. Bu katliam, Lübnan’daki iç savaşın tetikleyicisi ve başlangıcı sayıldı. Dünya genelinde artarak devam eden o devirdeki farklı ideolojilerin çatışmaların Lübnan’daki yansıması olan savaş, tam 15 yıl sürdü. Günümüzdekine benzer şekilde, Suriye ve İran ile İsrail (hatta Suudi Arabistan), ana aktörler olarak bölgede yerlerini aldılar. ABD, Fransa ve Sovyetler Birliği (şimdi Rusya) vekilleri aracılığıyla Lübnan’da kozlarını paylaştılar.
Savaşın bitiminde Lübnan’a giden Kanadalı uzman psikolog ve psikiyatristler savaşın nedenini, Lübnan insanı üzerindeki etkisini araştırmak üzere kolları sıvadılar. Onların ön kurgularına göre, 15 yıllık bir savaşı sürdürebilen Lübnanlılar ya sadist (ötekine zarar vermekten zevk alan) yahut mazoşist (kendisine eziyet edilmesinden hoşlanan) kimseler olmalıydılar! Fakat görüşme sonuçları öyle çıkmadı. Bunun üzerine şu kanaate vardılar: “Bu fenomen, büyük ihtimalle Lübnan bireyinin narsist (kendine meftun, kendini beğenmiş) kişiliğinden kaynaklanıyor olmalı!”
Emekli öğretim görevlisi Prof. Necla Hamade, Lübnanlıların kimlik ve kişiliklerinin Batı’da hemen hiç tanınmadığına ilişkin örnekler vererek, Kanadalı ruh sağlığı uzmanlarının yukarıdaki önyargılarını eleştiren bir makale yazmış. Ona göre, Lübnan yurttaşının doğasında ve ailedeki yetiştirme tarzında itiraz/asilik vardır. Çünkü vatandaşlara, yöneticilerin egemen olduğu bütün alanlarda (başta da eğitim-öğretim kurumu olmak üzere) devlete itaat ve kanuna boyun eğme yöntemi dayatılmış durumda. Oysa ailede verilen eğitim, öyle bir asilik ve özgüven aşılıyor ki, bu da ister istemez bireyin narsist derecede itirazcı ve dik başlı olmasına yol açabiliyor. Bu narsisizm, Lübnanlının günlük hayattaki her türlü davranışına yansımış vaziyette.
Lübnan’da üç aydır süren yığınsal kalkışmayı sadece psikolojik sebeplerle izah etmek yetmiyor. Mesela Suriyeli yazar Yezin Zerriq, şimdiki halk ayaklanmasının sebeplerinden biri olarak oligarşi sistemiyle mezhepçiliği görüyor: “Olayın özünde yöneten-yönetilen, ezen-ezilen ve sömüren-sömürülen ilişkisi bulunuyor. 1943 yılında Fransa’dan bağımsız olan Lübnan’ın ilk cumhurbaşkanı (Marunî Hıristiyan) Bişara Huri idi. Özellikle Hıristiyan sıfatını koyduk; çünkü feodal ve modern sömürgecilik döneminden kalma bu sisteme göre; ülkenin başkanı Hıristiyan, başbakanı Sünni Müslüman, parlamento başkanı Şii, bakanlardan (başkan yardımcılığı dâhil) biri veya birkaçı Dürzî inançlı milletvekilleri arasından seçilir. Seçim sistemi, bilinen demokratik usuller/teamüller ölçü alınarak değil; din ve mezhep egemenleri tarafından parsellenmiş mıntıkalar ile yörelerdeki inanç topluluklarının yoğunluklarına bakılarak ayarlanmıştır. Lübnan oligarşisinin temeli 1940’lı yıllarda atılmış; Bişara Huri’nin 1947’deki onayıyla resmen kabul edilmiştir. Lübnanlı gazeteci İskender Riyaşi’nin ifadesiyle ‘konsorsiyum’ yani dönemin oligarkları, Huri’nin seçilmesi için epeyce kulis yaptılar, seçim kampanyasına büyük miktarda para harcadılar. Seçimi, bir tür sermaye/mali yatırım olarak düşündüler. Bir anlamda sermaye sınıfı, cumhurbaşkanının mutlak itaat ve biatını satın almış oldu. Sistem, günümüzde de sürüyor. Bu oligarşi; eş, dost ve akrabayı taallukat olmak üzere toplam 30 aile kadardır.”
Lübnanlı Fevvaz Trablusi, ülkedeki toplumsal sınıflar üzerine yaptığı araştırmasını 2013’te yayınlamış ve şöyle bir tespitte bulunmuştur: “Bişara Huri devrinde, cumhurbaşkanı makamına oturan siyaset erbabı (ki bunlar esas olarak Hıristiyan toplumunun egemen sınıfları ve oligarkları sayılır) ile mali çevreler (banka sahipleri, finans kuruluşları) arasında sıkı bir bağ oluşmuştu. Mesela her cumhurbaşkanını destekleyen banka farklıydı. Huri’yi Firavun-Şeyha Bankası destekleyip finansa ederken Kamil Şimon’u Lübnan ve Mıhcar Bankası cumhurbaşkanı yapmıştır. Daha sonra Fuad Şihab’ın bankası sayılan finans kuruluşu Lübnan ekonomisinin yüzde 60’ını denetleyip yönetmiştir.”
Bu noktada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Mevcut oligarşi, Lübnan ekonomisini mafyavari bir tarzda ele geçirmiş, öyle yönetiyor. Gel gelelim bu mafyatik yönetim, bilinen o klasik mafyacılıktan farklıdır. Ayrım noktası şudur: Mafyatik yönetime dinsel (Hıristiyan veya Müslüman) ve inançsal/mezhepsel (Şii, Dürzî, Nusayrî, Rum Ortodoks, Katolik, Ermeni ve Süryani gibi) boyut katılıyor. Böylece kitlesel tabanda kabul görme yahut toplumsal meşruluk ve mutabakat bu zeminde sağlanmış olur. Lübnan’daki mezhepçilik ve etno-dinsel cemaatçilik (Osmanlı’daki millet sistemi benzeri bir oluşum, Arapçada el taifiyye yani taifecilik diye geçer) tek başına bir dinsel ve mezhepsel topluluğun yönetimi değildir; her kesimden egemenlerin şahsında temsil edilen hemen bütün inanç topluluklarını ve etnik kümeleri kapsayacak biçimde genişletilmiş; kimsenin tekelinde değil ama esasında yöneten/yönetmeyen egemen sınıfların hizmetinde bir taifecilik/cemaatçilik söz konusudur.
Lübnanlı solcu yazara Jozef Abdullah, Leninist öğreti ve değerlendirmelere dayanarak Lübnan’da süren halk isyanını, müzminleşmiş sosyoekonomik ve sosyopolitik krizin doğurduğu “devrimsel bir durum” olarak tanımlıyor. Ona göre, egemen sınıflar mevcut kriz ve isyan konusunda halkı iki türlü kandırıyorlar: Bir; kendilerinin siyasi ve mali güçlerini abartarak mevcut kriz ile halk ayaklanmasının üstesinden gelebileceklerinin propagandasını yapıyorlar, iman tazeliyorlar. İki; ekonomik, sosyal ve politik krizi küçükmüş, hatta sanki önemsizmiş, geçici bir durummuş gibi göstererek ülkeyi bu çıkmazdan kurtaracaklarını iddia ederek halkı aldatıyorlar.
Amerika, Lübnan olaylarının göbeğinde olmakla kalmıyor, aynı zamanda yukarıda bahsedilen mali oligarşiyle birlikte Lübnan halkını soyup soğana çeviren mezhepçi (cemaatçi/taifeci) sistemin suç ortaklığını da yapıyor. Mesela 24 milyar dolarlık vurgun vuran yani hem devleti hem de halkı soyan elektrik idaresinin bir ayağı da Amerikan iş ortaklarıdır ki, Beyaz Saray’ın desteğine mazhar olabilmişlerdir. Keza son dönemlerde, özellikle kriz anlarında, Lübnan’a sıkça uğrayan ABD yetkilileri, Lübnan yönetimine üç önemli konuyu dayatıyorlar: 1) İsrail ile sınırları belirleme anlaşması yapmak, 2) Filistin halkının aleyhine olan ve Trump’ın damadı Kushner’in dayattığı sözde “Asrın Barışı” planını kabul etmek, 3) Amerikan yardımı (özellikle parasal yardım) sağlanabilmesi için Hizbullah’ı siyaset sahnesinden çıkarmak ve bağlantılı olarak İran’ın ülkedeki nüfuzunu kırmak.
Başta Dışişleri Bakanı Mike Pompeo olmak üzere bütün Amerikan yetkilileri, Beyrut’taki ziyaretleri sırasında bahsedilen bu şartları öne sürdükten sonra şimdiki krizden nasıl çıkılacağı konusunda kendi menfaatleri doğrultusunda güya yol gösterdiler. Washington Post gazetesinin Beyrut’taki muhabiri, göstericilerin parlamento önündeki protestolarını, İran ile Irak’taki halk kalkışmalarıyla bağlantılı biçimde veriyor; gösterilerdeki bazı grupların Hizbullah ve İran karşıtı sloganlarını maksatlı biçimde ön plana çıkarmak suretiyle, yanlış bir kamuoyu algısı yaratmak için yırtınıp duruyor. Fakat gazetecilik değil ama adına görevli olduğu kuruluşun verdiği asıl rolünü pek acemice oynuyor! Konuya ilişkin bir makale yazan uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Raid el Mısri, şu tespiti yapıyor: “ABD sadece Lübnan’daki protestocuların arasına girmemiş; partiler ve cemaatlerden oluşan Lübnan devletini talan etmiş!”
ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’ın baş tehlike, belalı hasım ve düşman olarak gördükleri İran ile Hizbullah ilişkisi konusunda önemli bir noktaya değinmek lazım. İkili ilişkiye Batılı/Batıcı gözle bakan İngiltere’deki Birmingham Üniversitesi’nde siyaset bilimci sıfatıyla çalışan Lübnanlı Prof. Emel Sa’ad Ğurayib, “Challenging the sponsor-proxy model: the Iran-Hizbullah relationship” başlıklı makalesini, Global Discourse dergisinde yayınlamış. Gerçeği ters yüz ederek Hizbullah’ı, İran’ın kişiliksiz bir uydusu, kuyruğu, oyuncağı ve beşinci kolu gibi tanımlamış. Bu iddia, karalamanın ötesine geçiyor ve hayatın gerçekleriyle hiç bağdaşmıyor. Evet, ben de Nasrallah-Barzani polemiğini yazdığım bundan önceki makalede Nasrallah’ın İran’ın Lübnan’daki uzantısı olduğuna işaret ettim. Keza Hizbullah, İran rejiminin inançsal ve ideolojik temelini oluşturan Velayet-i Fakih düsturunu da benimsiyor.
Gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur: İlk ortaya çıktığı yıllarda bu örgüt, Lübnan’ın tümünü Şii hâkimiyeti altına alıp orada bir İslam devleti de kurmak istiyordu. Kadınların kapanması için birçok zorlamaya ve şiddete de başvurmuştu. Fakat Hizbullah sonradan anladı ki, Lübnan herhangi bir Arap ülkesi değildir. Dolayısıyla bir arada yaşamayı esas alan “Gökkuşağı Projesi”ni öne çıkardı. Ayrıca İsrail’e karşı direnişin bayrağını devralıp şimdiye kadar yere düşürmedi. İran ile kendi arasına belli mesafeler koymasını da bildi. Lübnan’daki son isyanı da ilk başlarda olumlu karşıladı. Ne zamanki Amerikan-İsrail-Suudi müdahalesi devreye girdi, ne zaman ki ABD ile İran füzeler yoluyla kavgaya tutuştular, işte o zaman Hizbullah Lübnan’daki halk isyanından geri çekildi. Günümüzde ise bir anlamda halkın haklı taleplerini savunmak yerine, protestoları kolluk kuvvetleri vasıtasıyla engellemeye, geriletmeye çalışıyor. Yani halkın meşru ve haklı taleplerini, bölgedeki jeopolitik oyunlara feda ediyor.
FİLİSTİNLİ MÜLTECİLERİN TRAJİK DURUMU
Filistinliler, bu isyan ortamında iki cami arasında beynamaz konumunda kalmışlar. Konuyu anlamak için Kavel Alpaslan’ın Beyrut’taki Filistin mülteci kamplarındaki Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi’nin (FKHC) iki temsilcisiyle yaptığı söyleşiye bakmak lazım. Şatilla kampı sorumlusu Abu Ali’ye göre Filistinliler, bu haldeyken bile, Suriye’deki iç savaştan kaçanlara kucak açmışlar. Aynı örgütün Lübnan sorumlusu Mervan Abdel Al’a ise, Filistinli mültecilerin yıllardan beri pratikte karşılaştıkları bütün engellemeleri tek tek sıralamış. (Bkz. Gazete Duvar, 8–10–14 Ocak tarihli yazılar.)
Kendi payıma, Filistinli kadın profesör Vefa Bihani’nin 2 Ocak 2020 tarihli bir makalesine dayanarak birkaç not düşmekle yetineceğim: Filistinliler düpedüz mülteci olmalarına rağmen Lübnan’da çıkarılan çalışma ve iş hayatına ilişkin kanunlar onları sığınmacı değil, “ecnebi/yabancı” olarak tanımlamış. Bu tanımın günlük hayattaki anlamı şudur: Filistinliler, 30 serbest meslekten hiçbirini yapamıyorlar, çalışamıyorlar. Çifte yasak getiren bu tür yasalar, Filistin esnafının Lübnan piyasasına, pazarına girmesinin önüne set çekiyor. Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA), bu sığınmacılara eskisi kadar yardım edemiyor. Dolayısıyla Filistin kamplarındaki işsizlik oranı 2015’te yüzde 56’ya yükselmişti, şimdiki tahminler bu oranı yüzde 80 olarak gösteriyor. Daha beteri de şu: Filistinliler, Lübnan’da mal ve mülk sahibi olamıyorlar. Hele hele Kushner’in barış denilen cebri planı devreye girerse, Filistinliler sessizce ve adı konulmamış kitlesel bir göçle, tehcir ve sürgünle karşılaşacaklar. Lübnan lirasının değer kaybetmesi ve doların yükselmesi, tüm tüketim maddelerindeki fiyatların fahiş artışı, görülmedik hayat pahalılığı anlamına geliyor. Kamptaki insanlara Körfez bölgesinden veya başka yerlerden gelen nakit havaleler sahibine dövizle ödenmiyor; Lübnan lirasına çevrilerek ödeniyor ki, bu da geçim sıkıntısı açısından mültecilere ikinci ekonomik/mali darbe demek oluyor.
K. Alpaslan’a rehberlik eden Filistinli, bu nedenle olsa gerek, son kitlesel kalkışmanın diğer yanına ışık tutmuş: : “Eylemler hakkında ne mi düşünüyorum? Yolsuzluğu ve yoksulluğu elbette istemiyorum. Ve bunda kötü bir şey yok, aynı şeylerden muzdaripiz. Ama gerçek şu ki bizi umursadıkları falan yok.”
KOMÜNİST İKİ PARTİNİN ANALİZİ
Suriye Komünist Partisi (Politbüro) adına açılan sitede Muhammed Seyyid Rısas imzasıyla yayınlanan makale, “Mezhepler değil, açlık önemli” ifadesini kullanan protestocuların durumunu sınıfsal bir mücadelenin emaresi olarak görüyor; Lübnan’daki toplumsal ve siyasal dengelerin tekrar değiştiğinden söz ediyor: “1975’te başlayıp 1989’da Taif Anlaşması ile durdurulan iç savaş sonrasında egemen sınıflar arasında varılan mutabakat, 17 Ekim 2019’daki halk isyanıyla birlikte büyük sarsıntı geçirdi. Bu bir sistem ve rejim krizidir. Suriye’nin gözetimi ve askeri varlığının gölgesinde geçen 1992-2004 yılları Sünni kesim adına başbakan seçilen Refik Hariri’nin neredeyse mutlak egemen olduğu dönemdi. 14 Mart İttifakı diye bilinen Şii H. Nasrallah-Hıristiyan Mişel Awn mutabakatı sonrasında yapılan karşı hamle, 2011 yılında Sünni ve Hıristiyan (Marunî) egemen sınıfların ittifakını zayıflattı. Nasrallah-Awn ittifakı giderek yükseldi ve iktidar dümenini eline aldı. Fakat bu ittifak, halkın taleplerini tatmin edici biçimde yerine getiremedi. Her iki ittifakın tabanında da kitlesel yoksulluk yaygındı. Dolayısıyla şimdiki isyanı, dış mihrakların oyununu görmek yerine; ultra liberal ve piyasacı politikaların orta tabaka ile alttaki yoksul kesimlerin devrimci bir tepkisi, öfkesi olarak ele almak lazım.”
Olayların içinde olan, belli bölgelerde kalkışmayı sınıfsal temelde örgütleyip, kendi deyimiyle “devrimsel durumu fiili bir devrimci eyleme ve demokratik devrime dönüştürmeye” gayret eden Lübnan Komünist Partisi, krize ilişkin çözüm önerisini 15 Ocak’ta kamuoyuyla paylaştı. Önerileri şunlardı: Devrimci halk hareketi yoluyla mevcut cemaatçi, mezhepçi, ümmetçi (taifeci) sistemi ilga edip yerine laik bir devlet düzeni ikame etmek ve mezhepçi kotaya dayanan seçim sistemini kaldırmak. Bu yol haritasında ekonomik, siyasal ve toplumsal alanda köklü reform yapmak ve bölüşüm ilişkilerini kitleler lehine düzeltmek. Yolsuzluk ve yoksulluk konusunda radikal yasalar çıkarmak; bunu azimle ve sebatla uygulamak. Yolsuzlukla mücadeleye halkın aktif katılımını sağlamak, bu yönde seferberlik ilan etmek. Mali ve ekonomik krizi aşabilmek için rant sistemini, mali oligarşiye dayalı bütün altyapıyı halkın (emekçiler ve orta tabaka) lehine değiştirmek. Egemen sınıflar lehine olan vergi sistemini iptal etmek. Aynı çerçevede Merkez Bankası’na özerklik vererek bağımsız kararlar almasını sağlamak. Ekonomideki kamu kuruluşlarının rolünü ve önemini artırmak. Ulusal çıkarları gözeten ve İsrail gibi yayılmacı devletlere karşı direngen olabilecek bir devlet inşa etmek. Mülteci konumuna bile sahip olmayan Filistinli ve Suriyeli sığınmacılara, talep ettikleri hakları vermek. Dış politikada, çok kutuplu bir dünyaya açılabilen ve dengeleri iyi değerlendirebilen bir çizgi izlemek.”
KAYNAKÇA:
النرجسية والخضوع للقانون – Al-Akhbar gazetesi, 13 Ocak 2020
مساهمة في تحليل بنية الطبقة الحاكمة في لبنان – Al-Akhbar gazetesi, 14 Ocak 2020
على ضوء النظرية اللينينيّة… ما الوضع في لبنان؟ وإلى أين؟ Al-Akhbar gazetesi, 20 Ocak 2020
أميركا ليست «الحاضر الأكبر في احتجاجات لبنان»: إنّه النهب المنظّم لدولة الأحزاب 19 Ocak 2020
عن الأزمة اللبنانية – الحزب الشيوعي السوري (المكتب السياسي, 6 Ocak 2020
الحزب الشيوعي اللبناني: برنامج سياسي واقتصادي للمرحلة الانتقالية Al Akbar, 17 Ocak 2020.