Hakan MERTCAN yazdı: Geçtiğimiz günlerde Fam Yayınları’ndan, Dersim 38’de askerliğini yapmış olan bir askerin günlüğü yayımlandı. Bir kez daha bir sancı, kanlı yatağında kımıldadı. Buradayım ben diyor.
Hakan MERTCAN
Almanya’ya geldikten bir süre sonra tanıştığım ve hayatımda kıymetli bir yer edinen dostum Hasan Abi’ye yakınlık duymamı sağlayan farkında olduğum birçok neden vardı ama bunların dışında bana tanıdık gelen bir şey vardı, bir türlü bulamıyordum. Sonra, günün birinde konu Dersim Katliamı’na gelince, “benim dedem de o süreçte Dersim’de askermiş, hatta bir belgeselde yaşadıklarını anlatıyor”, deyince bende jeton düştü, “tamam ya” dedim; arayıp bulamadığım şey gözümün önüne geldi, Hasan’a benzeyen yaşlı bir amcanın yüzü! Haydar Yıldırım, Hasan’ın dedesiymiş. Dersim’de bir Alevi asker, yaşanan trajediyi halen içinde hissederek anlatıyordu, belleğinin gücü katliamın izlerini sıkıca tutmuş ve zaman gözlerindeki kederi silememişti… Dersim bir ülkenin bir türlü yüzleşilemeyen, üzerine ne kadar söz söylense az kalacak derin acısı: Tertele. İlkay’ın sesi yankılanıyor: Ağla sevgili yurdum ağla; ağlaması bitmeyen, yurdum, yurdum insanı… İşte bu toprakların hangi taşını kaldırsak bir acı yumağı, hangi dalını aralasak bir kan pınarı, hangi kapısından geçsek bir keder çıkmazı durur boynu bükük, karşımızda ama illa Dersim ayrı bir utançtır, ayrı bir yara.
Geçtiğimiz günlerde Fam Yayınları’ndan, Dersim 38’de askerliğini yapmış olan bir askerin günlüğü yayımlandı. Bir kez daha bir sancı, kanlı yatağında kımıldadı. Buradayım ben diyor, ihtiyar, bilge, yaralı bir coğrafya; sıcacık akıyor topraklarınızın damarlarından kanım; nice kızlarım, torunlarım var aranızda belleğini-kimliğini bilmediğiniz, diyor sessizce, oysa onlar benimle yaşıyor, ben de onlarla…
Uzun zamandır arşivlere olan ilgisiyle tanıdığım ve zaman zaman arşivlerden bulduğu dikkate değer belgeleri kamuoyuyla da paylaşan Mahsuni Gül’ün emeğiyle ve Mehmet Yıldırım transkripsiyonu ile ilgimize sunulan çalışma belki birçok kişinin bildiği kimi gerçekleri günlük yaşam pratiği içinden ve onun diliyle bir kez daha ve çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Günlük çok geniş değil, (aslında biraz daha geniş olabilirdi ama Dersim Katliamı ile ilgili olmadığı düşünülen bazı notlara yer verilmemiş. Belki bu küçük tasarrufa gidilmese daha iyi olabilirdi). Fakat kesinlikle okunmayı hak eden, dikkate değer bir çalışma. Farklı taraflarda yer alan insanların hislerini, seslerini duyabilmek önemli. Bu günlüklerde, bir katliamın içinde yer alan ve onu anlatan bir askerin iç çekişlerini; bazen sıkılan, bunalan, bazen isyan eden, bazen umursamaz olan, kan-revan içindeyken sevgilisiyle konuşan sesini, çok sıradan görünen halleriyle işitebiliyoruz.
Ne demek istediğimi, günlükten bazı notları buraya aktararak göstermek daha açıklayıcı olabilir. Yusuf Kenan Akım, Samsun Çarşambalı bir genç; Çarşamba denilince acı bir hikâye gelir hemen akla: Çarşambayı sel alır, bir yar seversin el alır. Sel mi aldı, kendisi mi, akıbetini bilemiyorum ama Yusuf’un da bir sevdiği varmış; günlüklerde, rüyalarda kendine yer bulmuş; katliam içinde özlenen, gece-gündüz akıldan çıkmayan… Yusuf günlük notlarında, ölümden, kafa kesmelerden, köy yakmalardan, dereleri dolduran insan cesetlerinden; içinde yer aldığı ortamdan bunaldığından, kaçıp kurtulma, nefes alma isteğinden bahsediyor… 9 Ocak 1937’de tutulmaya başlanmış bu günlük. “Nedimem” dediği sevdiceğinden bahsediyor, 1914 yılında doğmuş bu genç adam. Kazım Paşa isminde bir sinemanın varlığını öğreniyoruz, Sevişmek Arzusu ve Hırsızlara Karşı filmlerini izlemiş orada, çok beğenmiş. (Ben de merak ettim, keşke o sinemada bu filmleri izleyebilsem). Romanlara da düşkün bu genç adam.
Askerliğe başlaması, 38 yılının 27 Nisan’ında, günlerden Çarşamba! 9 Ağustos’ta, devletin, ilk fırsatta koparılması gereken asi bir baş gibi gördüğü/gösterdiği Kızılbaş Dersim’de, Ovacık’ta askeri harekâtta buluyoruz, bu kitap okumayı ve film izlemeyi seven genci. 38. Alay garptan, 32. Alay cenuptan “Kürtleri” ablukaya alıyor. “38. Alay Kürtlerle çok çarpıştı” diyor. 11 Ağustos’ta, dağlar taranıyor, toplar ve makinelilerle Yılan Dağı ateş altına alınıyor. Alayları, karşılarına çıkan “10 Kürt”ten ikisini öldürüyor, bir kısmı yaralı kaçıyor. Askerler köy yakıyorlar. 12 Ağustos’ta, tayyareler ve toplar etrafı sarsarken, Kürtlerin şaşkınlığı ifade ediliyor! Ormanda keçi, koyun gibi hayvanlar bulunuyor (!) ve bir güzel yeniyor tabi… 13 Ağustos’ta çok daha fazlası, 25 bin koyun ve 50 Kürt bir derede ele geçiriliyor. 15 Ağustos’ta bir casus kadını kurşuna diziyorlar. 18 Ağustos sabahı, Zeranik nahiyesinden hareket edip Pulur’a, sonra Cevizli köyüne gelinir. “Yol boyunca olan bütün köyleri yaktık. Dağ içinde bir kulübeye girdik. 100 keçi bulduk ve meşum (kötü) bir vaziyet karşısında kaldık. Bir Kürt kadını kendini iple asmış.”
Zaman zaman çok susuz kaldıklarından şikâyet ediyor zira su içilecek dereler, katledilen insanlarla doludur! 3 Eylül: “Gece saat 21’de çadırlarımızı sökerek Pertek’ten hareket ettik. Ve sabaha kadar yol yürüdük. Nihayet saat 7’de bir su kenarında konakladık. Fakat derenin içi insan leşleriyle dolu olduğu için susuzluktan öldük. O kadar yorulmuşuz ki ayakta duracak dermanım yok. Ya Rab! Sen kurtar bizi buralardan.”
6 Eylül: “Sabah şafak sökerken Hozat’tan hareket ettik ve akşama doğru Kal’a denilen bir ormana girdik. Ve toplarla Kürtlerin bulundukları yerleri dövdük.”
9 Eylül : “Ah bu gün İzmir’de olsaydım. Hâlbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz. Bizim bölük Şam Uşaklarının başı olan Şeytan Ali’nin kafasını ve çok daha fazla insanı öldürerek hepsinin kafasını getirdi. Şimdi bizim bölük çok gözde. Bütün zabitler kahraman bölük diyorlar. Ali Galip Paşa bizim bölüğün gözlerinden öptüğünü telgrafla söyledi.”
10 Eylül: “Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi” diyor ve bölükteki Ruşen isimli bir erin bütün kafaları kestiğini belirtmesinin hemen ardından, kendilerinin “buralarda çok sefil kaldık”larını ekliyor! Yine ertesi gün, “insan leşlerinden derelere” girilmediğinden bahsederken, “Dünyanın en büyük cefasını biz çektik” diye yazabiliyor! Köylerle, dağlarla birlikte yakılırken hayatlar, kafaları kesilenler, ölü bedenleri dereleri dolduran o insanlar, ipte sallanan o kadın, o bitimsiz gibi görülen zulümle titreyen bebeler, çocukluğunda korkunç bir biçimde çakılıp kalan o masumlar, o hak edilmeyen cehenneme yazgılanan biçare insanlar değil de bunların failleri/müsebbipleri, o “kahraman bölük”ler (!) dünyanın en büyük cefasını çekmiş!
Tesadüf bu ya, 12 Eylül’de “artık insanlıktan çıktık” diyor. Her gün kafa kesmekle uğraştıklarını anlatıyor. Ama aynı gün, pirinç ve yağ bulup güzel bir pilav yapmanın mutluluğunu da görüyoruz bu kafa kesen askerlerde. 14 Eylül’de Tanrıya sesleniyor: “Ya Rab! Ne zaman bu korkunç yerden kurtulacağım”, diye isyanını dile getiriyor. Bu cehennem içinde, nedimesini hiç unutmadığı belli, 21 Eylül’de, Fırat Nehri kenarından belli ki sevdiğine sesleniyor: “Gece gündüz düşünüyorum. Hep senin, hep senin…”
Yakmalar, yıkmalar, ölümler, öldürmeler, nice nice zulüm, perişanlık, zifiri karanlık… Günlüğün (yayımlanan kısmının) sonlarına doğru, Ekim ayında artık Dersim yıkımını geride bırakan bu genç, tartılıp kilosuna baktığında şu cümleler elinden kâğıda dökülebilecektir: “Bugün tartıldım, 61 kilo geldim. Demek Dersim yaramış”!!!
Bu korkunç katliam(lar) “bildiğimiz” Yusuflar, Kenanlar ile gerçekleştirildi. Ne olacaktı ki, kimi filmlerde rastladığımız sürreal ucubeler, uzaydan gelen korkunç yaratıklar değil ki bunca kötülüğü, zulmü yapanlar… Bunları yazarken belleğim rahat durmuyor, ben de istemeden geçmişe dönüyorum. Kanunen çocuk sayılan bir yaşta, Adana Emniyeti’nde işkence gördüğüm bir ağustos cehenneminde, bana işkence yapan polislerden birinin telefon konuşmasını duymuştum. Küçük çocuğuyla konuştuğu belliydi, sevecen sözler söylüyordu, çocuk yaştaki insanlara işkence yapan o herif; o an çok şaşırmıştım! Göz bantlarımızın ardından göremediğimiz işkenceciler, zalimler, katiller belki de her gün karşılaştığımız bir komşu, yolda selam verdiğimiz bir mahalleli ya da günlük hayatın içinde her an karşılaşabileceğimiz ve hatta sempati duyabileceğimiz yanları bile olabilecek “sıradan” insanlar gibi görünen canlılar değil mi…
Son bir genel not olarak şunu da ifade etmek istiyorum: Beni, teorik, analitik çalışmalar kadar hatta onlardan daha fazla, gündelik yaşamın soluğunu/dilini ihtiva eden eserler etkiliyor. Günlükler, öyküler, mektuplar, hatıralar, şiirler, müvveller, deyişler, ağıtlar; sözlü tarih, “yaşayan tarih”… Devletin resmi kayıtlarında kendine yer bulamayan acılar, çığlıklar, çığlığa dönüşemeyen iç çekmeler, yüreklerde boy veren türlü dertler, türküde, gazelde dillenen, saza-söze dökülen hüzün, hasret, daha nice nice hissiyat, bela, sevda… “insanlığın günlüğü”nde mutlaka hak ettiği yeri almalı! Yayımlanan bu günlük tarzı çalışmaların bu meşakkatli yolculuğa kıymetli katkılar sunacağı aşikârdır.