ÇEVİRİ – Harry R. Wilkens Avrupa Forum’a yazdı: ” Çok yüklü bir miktarda Federal Almanya parasına satın alınan, bugün otuz yıl kadar geride kalmış 1990’nın “Yeniden Birleşmesi”nin, Almanya’yı bir kez daha Avrupa’nın hükmeden gücü olmaya taşıyacağı ve dünya sıralamasında dördüncülüğe yükselteceği kimin aklına gelirdi ki? “
Almanca’dan Çeviren: Gülce Fitzek
Bu makale “Bugün Alman Emperyalizmi” konuşmamdan hemen sonra (bkz. Avrupa Forum’daki aynı isimli makalem) 14 Eylül’de Paris’te düzenlenen “Fête de l’Hümanıté” etkinliğinde, SYKP çadırında kaleme alınmıştır.
1943 Tahran Konferansı’nda, Hitler barbarlığının sona erdirilmesi gerektiği konusunda ABD, İngiltere ve SSCB arasında bir fikir birliği vardı. Bununla birlikte, 1939’daki Hitler-Stalin Paktı, Polonya’ya yapılan saldırıyla, İkinci Dünya Savaşı’nda dünya çapında 80 Milyon ölüme sebep verdi.
Ancak 1945’te ABD’nin liderleri için, Almanya’nın medeniyetin temellerini ihlal ettiği, bir daha asla bir saldırganlık savaşı yapamayacağı ve mutlaka yere inmesi gerektiği açıktı. Almanya, ağırlıklı olarak tarımsal ve kırsal özelliklere sahip bir ülke haline gelmeli ve bir daha asla komşularına saldıramamalı, katliamlar yapmamalıydı.
ABD Hazine Sekreteri Henry Morgenthau (1891-1967), Almanya’yı, sanayi gücünden yoksun bırakarak, 1938 seviyesinin altında bir gayri safi yurtiçi hasıla ile “tarımsallığa” dönüştürme planı çerçevesinde etkilemek istedi. Ayrıca, Versailles Barış Konferansı’nda şartları kolaylaştırılan ancak hiçbir zaman ödenmeyen, Almanların Birinci Dünya Savaşı’nda yol açtığı zararların tazminatından kaynaklı borçların da on yıl içinde ödenmesi gerekiyordu.
Tazminat ödemelerinin toplam tutarı ve endüstriyel kayıp, “hiçbir şey bilmediğini” iddia eden, ancak Hitler rejiminin yükselişinden ve korkunç zulmünden tamamiyle suçlu olan Almanlar için daima uygun bir ceza gibi görünüyordu. Ekonomik olarak dibi boylayan ve borçlarını asla ödemeyecek olan Almanya’ya en azından bir ders verildi; bir daha asla bir dünya gücü olamayacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası: “Tarımsal” Almanya çabası!
1945’te Fransız ve Ruslardan Alman endüstrisini çökertmeleri yönünde gerçekten ciddi bir baskı vardı. Bankalar, Almanya’nın borcunu bir an önce tahsil etmek istiyorlardı ve Almanya’yı tarım üreticisi statüsüne düşürme planı aslında Franklin D. Roosevelt (1882-1945) tarafından çoktan kabul edilmişti bile.
Almanlar için Morgenthau Planı sadece Holokost’un intikamı ve “dünya Yahudiliği komplosunun” yenilenmiş bir kanıtıydı.
Ancak nasyonal sosyalistler arasında da, böylesine tarımsal bir Almanya’ya romantik bir özlem duyulduğu itiraf edilmelidir ve ne üzücüdür ki, hala bugün “Yeşiller” arasında bile bu “kahverengi” köklerin varlıklarını sürdürdüğünü görüyoruz.
Ancak yine ne yazık ki, üç çok da olası olmayan olayın bir araya gelmesi, tam da tersi bir politikanın oluşmasına yol açtı: Almanya’nın toparlanmasına yardımcı olmak için müttefiklerden gelen “dış yardım” ve kapsamlı dış borçlar. Bu, eşi görülmemiş, alışılagelmemiş bir şeydi. Savaşlardan sonra galip gelen güçler, dostluk elini, mağlup edilenlere, ve hele de Nazi Almanyası kadar nefret edilen bir ulusa uzatıyordu. İlk olay “Soğuk Savaş”tı. ABD, Stalin’e karşı bir siper olarak güçlü ve “demokratik” bir Almanya’ya ihtiyacı olduğunu hemen anladı.
Almanya kapitalizminin imarı: Marshall Planı ve Keynesyen Reçete
ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın (1880-1959) adıyla anılan Marshall Planı (resmi adıyla Avrupa İmar Programı, -European Recovery Program) sadece bir “yardım” girişimiydi ve elbette aynı zamanda “yardım”ı sunana da hizmet ediyordu. Nitekim, 1945 ve 1946’da, Almanya’yı vergi mükelleflerinin paralarıyla tekrar ayağa kaldıma fikri son derece tartışmalıydı.
İkinci olay ise John Maynard Keynes’in (1883-1946) üstlendiği merkezi rol oldu. 1919’daki Versailles Konferansı’nda, İngiliz Hazinesi’nin genç bir temsilcisi olarak Keynes, adeta çöldeki kehanet sesiydi. Uyarıları, tazminatın sert koşullarının sadece Alman ekonomisini tahrip edeceği ve bu durumun gelecekteki çatışmaların tohumları olacağı yönündeydi. Ama 1944 Bretton Woods Konferansı’nda, yani çeyrek yüzyıl sonra, John Maynard Keynes, İngiliz baş müzakerecisi koltuğundaydı, artık ‘lord’ olmuştu ve savunduğunun tam aksine bir politikanın baş mimarıydı. Büyüme, borçların hafifletilmesi ve her şeyden önce, özel mali sermayenin ekonomileri yok etme becerisine dönük katı sınırlar, savaş sonrası sistemin temel unsurlarıydı.
Üçüncü olay, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) oldukça sıradışı tavrıydı. “Büyük Buhran”dan kaçmak, “new-deal”ı selamlamak ve ABD’nin Aralık 1941’de İkinci Dünya Savaşı’na girmesinden sonra sağlanan tam istihdam sayesinde kuzey Amerikalılar nadir görülen ilerici bir ruh haline bürünmüşlerdi.
Finans sektörü Avrupa’nın yeniden inşasında kilit rol üstlenmeyi destekledi; ancak Roosevelt – ve sonra Harry S. Truman (1884-1972) buna “hayır” dedi. Özel yatırımcılar patlamalara ve krizlere neden oldu. Çikolata ve şeker dağıtırcasına, kredi tekliflerinde bulundular ancak kısa zamanda dar dönemlerin cimrilerine dönüştüler; yani ihtiyaç duyulanın tam da tersine. İşte bu kilit rol, Marshall Planı ve Dünya Bankası gibi kamu kurumları tarafından oynandı.
Yani Almanya sadece büyük Marshall yardımı almadı; eşi görülmemiş bir borç indiriminden de yararlandı. Borcunun büyük bir kısmı silindi, geri kalanı çok düşük faiz oranlarıyla 60 yıl boyunca uzatıldı. Çok yakında, Başbakan Konrad Adenauer (1876-1967) yönetimi altında, bazı eski Naziler daha güçlü olacaklardı, ayrıca eski, şimdiki ve gelecekteki Alman elitler ise nehrin akışının ne yöne doğru olacağına karar vereceklerdi, tıpkı bugün olduğu gibi…
Alışılmadık çeşitlilikteki politikaların oluşturduğu üçlü sacayağı sayesinde, Almanya sadece iyileşip yaralarını sarmakla kalmadı, Avrupa’nın ekonomik güç merkezi haline geldi.
Almanya kapitalizminin yeniden imarı: “Yeniden birleşme”
Çok yüklü bir miktarda Federal Almanya parasına satın alınan, bugün otuz yıl kadar geride kalmış 1990’nın “Yeniden Birleşmesi”nin, Almanya’yı bir kez daha Avrupa’nın hükmeden gücü olmaya taşıyacağı ve dünya sıralamasında dördüncülüğe yükselteceği kimin aklına gelirdi ki?
Tabii ki, böyle hayırsever bir politika, örneğin Yunanlılar tarafından reddedildi. Dünya Savaşı ve ardından gelen iç savaştan sonra (1946 -1949), 2010 yılındaki ekonomik krizde de Yunanlılar, “sol” Alexis Tsipras’ın (2015) seçim zaferinden önce “sağ” hükümetler tarafından gerçekleştirilen sahte mali manevralardan topluca sorumlu tutuldular (Beş yıl önce 2015 yılında mülteci krizinin yükseldiği sırada da olduğu gibi).
Çok da olası olmayan olayların, olası bir yakınsaması dolayısıyla, yarım yüzyıl sonra, Almanya çok tehlikeli bir rol oynuyordu – sadece Yunanistan’a karşı değil, daha büyük bir Avrupa projesi bağlamında da. Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin, daha güçlü bir Avrupa Birliği ve yeni bir para birimi oluşturmak için bir araya gelmelerinde, Almanya’nın daha büyük bir bütüne dahil edilmesi yoluyla, nüfuzunu kısmen sınırlama niyetinin güdülmesine kim inanırdı?
Ancak, 1990’da milyarlarca Alman markı ile satın alınan “Yeniden Birleşme”, bir yıl sonra Balkan Savaşları, 2001’den itibaren Orta Doğu savaşları, Almanya’nın Akdeniz’deki rolüyle Sahel’e kadar devam eden ekonomik krizler, tam tersi bir etki yarattı.
“Kara Sıfır”ları (“Schwarze Null”) ile tutumlu bir Almanya, Ukrayna’nın bozkırlarına kadar ulaşarak kıtanın baskın gücü haline geldi. 1991 yılında Hırvatistan’da olduğu gibi eski halat takımları yeniden dirilmişti. “Yeniden birleşme” sayesinde, Bonn ve sonrasında Berlin, doğu Almanları ünlü Alman mutabakatına dahil etmeyi başardı. Bunun muhtemelen bir benzeri daha yoktu, çünkü göçmen kökenli Alman politikacılar bile konuşmalarına “Biz Almanlar” diyerek başlıyorlardı ve hatta Nazi suçlarından “kolektif suçluluk”diye söz ediyorlardı.
Almanya’nın yükselişi sırasında artan nüfus da önemli bir rol oynamıştı. Ulusal Halk Ordusu’nu “devralmalar”, diğer kurum ve kuruluşları devralmalar, özelleştirmeler ve güven entrikaları, ayrıca Avrupa’nın geri kalanında, muhafazakar ve neoliberal hükümetler, Bretton Woods dönemindeki özel finansın dizginsiz spekülatif işlerine getirilen kısıtlamaların son kalıntılarıydı. Çalışan insanların, Almanların, ama özellikle de en azından tam istihdamın galip geldiği eski Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR) yoksullaşma süreci başlamıştı. Bu da hiç kuşkusuz 2007-2008 mali krizinin bir parçasıydı.
Yeni hegemonik Almanya
Daha da kötüsü, yeni hegemonik Almanya, ekonomik tarihinden sadece bir ders aldı:
Borçlanmaktan kaçınmak. Tekerlekli sandalyesinde sürekli sallanan adamın takıntısı, (12 Ekim 1990’daki suikast girişiminden sonra) Wolfgang Schäuble. O her zaman “kara sıfırına” yılmadan bağlılık göstermeye devam ediyordu. Versailles dersleri, müttefiklerin saf cömertliği, çılgın tasarruf tedbirleri çoktan unutulmuştu bile. Almanya’nın borçlara olan bakışı Avrupa Anayasası’nın bir parçası haline gelmişti artık.
İlk olarak, Yunanistan egemenliğini Almanya’nın dominant amirinin (“Domina Angela”) ölümcül troykasına devretti. Spekülatif özel finansörler dışında, Temmuz 2015’ten itibaren Avrupa İstikrar Mekanizması’nın da (ESM) eklenmesiyle, bu troyka, üç kamu kurumundan oluşan bir “Quadriga” halini aldı: Bu kurumlar elbette 1944 yılında Bretton Woods’ta hazırlanan politikanın tam tersi rolü oynayan Avrupa Merkez Bankası (ECB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Komisyonu (AB) idi.
Bu resimde Yunanistan pek tabii en görünür kurbandı ama bütün Avrupa projesinin şu anda tehlikede olduğunu söylemek de yanlış olmazdı. Ortak, genişlemeci bir mali politika ve gerçek güçlere sahip bir merkez bankasıyla birleştirilebilen Euro’ya belki bir şans verilebilirdi. Ancak, Almanya gibi birkaç alacaklı ülke dışında, Euro artık daha çok bir yük halini almıştı.
Tüm bunların yanında Almanların çoğu, onların “biz” olma duygularının bir parçası olarak, “dayanıklı mark”larına geri dönmek istiyor, tıpkı kimi Fransızların “fraxit” istemesi, Britanyalıların da Paundlarından vazgeçmemeleri gibi…
Avrupa’nın daha küçük ve zayıf ülkeleri için en iyi yol, bir miktar ekonomik egemenliği geri kazanabilmek adına Euro’dan ayrılmak olacaktı. Alternatif olarak, Almanya da Euro’dan vazgeçebilir ve bu para birimini, tasarruf tedbirlerinin o kadar da önemli olmadığı ülkelere bırakabilirdi.
Avrupa Birliği: Almanya’nın yönetim aracı
Fakat tehlikede olan aslında Avrupa Birliği’nin tam da kendisiydi, Brüksel ve Berlin’deki kemer sıkıcıların sapkın hakimiyetinin Avrupa’yı on ikinci buhranın eşiğine getirmesi, kıtadaki Avrupa Birliği’ni reddeden, milliyetçi, aşırı sağ partilerin karşı tepkisine yol açıyordu. Yunanistan’da özgürce seçilmiş bir sol hükümetin çöküşü, Almanya’nın ve küresel finans dünyasının kutsal olmayan ittifakının ham gücünü gösteriyordu.
Türkiye’den daha kötü ve çok daha fazla insan hakları ihlalinin yaşandığı, bir gözetim devleti olan antidemokratik, otoriter Çin artık dünya için örnek bir model olmalıydı, ama aynı zamanda oligarşimiz için, aşırı sağ muhalefetin ve tüm insanların, İsviçre’yi bir model olarak gördüğü bu dünyada, bir örnek model…
Avrupa Birliği (AB) başlangıçta demokrasiyi yaymak, ekonomik büyümeyi hızlandırmak ve Almanya’yı demokratik bir bütün içinde tutmak için kurulmuştu. Bunun yerine AB demokrasiyi yok ediyor, büyümeyi engelliyor, Almanya’nın kaba dürtülerle Avrupa’yı yönetmesini sağlıyordu.
Brüksel’deki Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Komisyonu’nun genç bir çalışanı olarak, 1967-68’de, Alman Avrupa’sının bir destekçisi olan ilk AET Başkanı Walter Hallstein’ın (1901-1982) yerini Belçikalı Jean Rey’in (1902-1983) almasına rağmen, olacakları öngörmüştüm. O zamanlar, gelecekteki ikinci Alman “AB” başkanı Ursula von der Leyen, daha sonra Aşağı Saksonya başbakanı, Ernst Albrecht’ın (1930-2014) kızı, henüz Avrupa Okulu’na yeni başlayan bir talebeydi. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının aksine, Almanya’nın Avrupa’yı yok etmesi, askeri olarak gerçekleşemezdi, ama aynı derecede zehirli ve hatta daha sinsiydi.
Tarihteki en iyi, aydınlanmış devlet sanatı deneylerinden biri olan Avrupa Birliği projesi böylece harabeye dönebiliyordu. En yaşlı okuyucularımız, 1992’de Rostock-Lichtenhagen’deki yabancı düşmanı ayaklanmalar olduğunda Almanların hala katliam yapabileceğini öğrenince ürkmüş olacaklardı. Aslında Şansölyenin Wagner Festivali sırasında, Bayreuthlu “Führerlöge”de kendini hiç rahatsız hissetmemesi, korkularımızı doğru çıkarıyordu ve birçok aşırı sağcının gizli silah depoları da…
***
* Yazının Almanca orijinali 5 Ekim 2019 tarihinde Avrupa Forum’da yayımlanmıştır. Yazı küçük bir miktar kısaltılmış, ara başlıklar çevirmen tarafından eklenmiştir. Yazının Almanca orijinali için tıklayın.