ERKİN BAŞER
Kapitalizmin neoliberal çağı olarak bilinen 1980 sonrası, aynı zamanda krizler tarihi olarak da yazılabilir. 1987 Wall Street Krizi, 1990 Japonya Gayrimenkul Krizi, 1992 Avrupa Döviz Kuru Krizi, 1994 Meksika Krizi, 1997 Güneydoğu Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, 2001 ABD’de durgunluk ve son olarak 2007-2009 ABD Emlâk Krizi …kapitalizmin bitmeyen kriz hâli.
Dünya kapitalizmi, uzun dönemli yapısal bir aşırı birikim sorunuyla karşı karşıyadır.Kapasite kullanım oranları düşmüş, yatırımlar azalmış, epeydir süren kâr oranlarındaki düşme eğilimi daha da hızlanmıştır (kâr oranlarının düşme eğilimi, işçi sınıfının mücadele gücünden çok, artan rekabet ve talep yetersizliği ile açıklanabilir). Bu durumda aşırı birikimin değerlenmesi için, bir başka ifade ile birikim sürecinin kesintiye uğramaması için üretim dışı alanlara ihtiyaç duyulur ve finanslaşma eğilimi ortaya çıkar. Yani paranın para kazandırdığı menkul kıymet piyasalarına yönelinir.
Son olarak, ABD’de 2007 yılında başlayan emlâk piyasalarındaki çöküş, finansal piyasalarda büyük bir istikrarsızlığa yol açmıştır. Bugün IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların da dillendirdiği üzere küresel kriz, artık “büyük durgunluk”a dönüşmüştür ve ne zaman biteceği de henüz belli değildir. ABD’deki bu kredi ve emlâk krizinin, kısa sürede AB ülkelerini ve gelişmekte olan ülkeleri de kapsayan bir küresel krize dönüşmesinde uluslararası entegrasyonun rolü büyüktür.
Merkezin krizi çevreye yayılıyor
Merkez kapitalist ülkelerdeki büyük durgunluk, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için dış talebin daralması, yani ihracatın azalması demektir. Böylece ihracata dayalı sektörlerde üretim düşer, işsizlik artar. Ekonomik büyümesini ihracata ve dış kaynak girişine bağlayan ve birkaç sektörden (turizm, inşaat, sağlık vb.) medet uman Türkiye bu durumu ne kadar sürdürülebilir.
Zaten merkezden kaynaklanan kriz dönemlerinde, özellikle Türkiye’de sabit sermaye yatırımlarının finansmanında önemli bir rol oynayan yabancı sermaye de gelişmiş ülkelere yönelir. Daha doğrusu merkezden gelen merkeze döner.
Özellikle ihracata dayalı sanayi üretimindeki daralma, 94, 99 ve 2001 krizlerinin de ötesindedir. Türkiye tarihinin en büyük krizi olarak kayda geçen 2001 krizinde sanayi üretimi yüzde 11,4 küçülürken, 2008-2009’da 23,8 daralmıştır. Kapasite kullanım oranlarının da yüzde 60-70 civarında gerçekleşmesi de işsizliğin neden arttığının en önemli göstergesi durumundadır.
Sermayenin çözümü: “Sömürüyü arttır!”
Türkiye’de işsizlik, resmî makamlara göre 2007’de yüzde 10,3 iken 2009’da 14’e çıkmıştır. Üstelik bu oranlara iş arama umudunu kaybedenler dâhil değildir. Diğer taraftan formel istihdamın yerini, informel, esnek, güvencesiz istihdam almıştır. Bu ne demek oluyor? Çalışma koşulları bozuluyor, iş yükü artıyor, ücretler azalıyor. Kayıt dışı çalışanların toplam çalışanların neredeyse yarısına ulaştığı bir ülkede, üretim maliyetlerinin bu yolla (yani daha düşük ücretle çalıştırarak) düşmesini sağlamak ve buna göz yummak AKP hükümetinin “en başarılı” hizmetlerinden biridir.
Sanayi sektöründe istihdam daralırken ve ücretler düşerken üretimin ve özellikle işgücü verimliliğinin artması, teknolojik yeniliklerden çok işin yoğunlaştırılması, fazla mesai ve esnek istihdam uygulamalarının bir sonucudur. Yani sömürü artmıştır. Böylece kâr oranlarının düşmesinin önüne geçilmeye çalışılır. Hükümet krizin teğet geçmesi için uğraşadursun, işçiler ve işsizler fakirleşmektedir.
Kredi kartı borçları patlamak üzere
Oysa, dış talebin daraldığı bu küresel durgunluk döneminde iç talebi canlandırmak gerekmektedir. İşçiler ve işsizler, tüketemeyecek kadar fakirleşince kapitalistler satacak (yatacak) mal (yer) bulamazlar. Kârları artırmak için maliyetleri (tabii ki özellikle ücretleri) düşürünce, iç talep de ortadan kalkacak kadar daralır.
Dış talebin daraldığı bir dönemde iç talebe duyulan ihtiyaç, tüm bu işsizlik ve düşük gelir gerçeğine karşın tüketimi teşvik etmeyi zorunlu kılar. Bu da borçlanma ile sonuçlanır. Tüketici kredisi teşvikleri ve kredi kartı kullanım kolaylıkları; tüketim harcamalarını artırmakta ve borç yüklerini de buna paralel olarak yükseltmektedir. Türkiye’de tüm kredilerin yüzde 40’ını tüketici kredileri ve kredi kartları oluşturmaktadır. Halkın borçlarının (vergiler ödendikten sonra kalan) net gelirlerine oranı 2003 yılında yüzde 7,5 kadarken 2011 yılında 44,7’ye fırlamıştır. “Şimdi al, üç ay sonra taksitlerin başlasın, on ikiye de böldük. Bol bol harca.” Hükümetin, seçimler yaklaşınca kredi kartı ile borçlanmaya önlem almaya çalışmasına kim inanır artık!
Sonuç olarak, kapitalizmin bitmeyen krizi işçiler ve işsizler için yeni felaketlerin habercisidir. Burjuvazi krize alışmak zorunda kalmıştır. Peki ya işçi sınıfı! O niye aşılacakmış?