Sağlık Bakanlığı’nın Ağustos ayında açıkladığı verilere göre, Türkiye’de psikolojik rahatsızlıklar nedeniyle doktora başvuranların sayısı 2009-2013 yılları arasında 3 katına çıkarak 3 milyondan 9 milyona ulaşmıştır. Üstelik bu artış oranı İstanbul, Ankara gibi metropol kentlerde 5-6 kata kadar çıkıyor. Örneğin 2009’da İstanbul’da 262 bin kişi psikolojik sıkıntılarla doktora başvururken, bu sayı 2013’te 1,5 milyona çıktı. Benzer şekilde Ankara’da da psikolojik rahatsızlıklar dolayısıyla doktora başvuranların sayısı 73 binden 487 bine çıkarak yaklaşık 6 kat artmış durumda.
Doktora gitmeyenleri de düşünecek olursak, gerçek rakamların bunlardan çok daha yüksek olduğu açıktır. Ne var ki Bakanlığın doktora giden kişi sayısından hareketle yayınladığı veriler bile toplumun ruh sağlığının ciddi boyutlarda bozulduğunu göstermektedir. Akıldışı, insan doğasına aykırı ve çelişkilerle dolu bir sistem olan kapitalizmde yaşayıp da insan sağlığının hem fiziksel hem de ruhsal olarak bozulmaması mümkün mü? Milyarlarca emekçinin yaşamı her gün kısır bir döngü içerisinde geçiyor. Sabahın erken saatlerinde kalkıp yollara düşmek ve gecenin karanlığında evin yolunu tutmak, vardiyalı çalışma düzeniyle gecenin gündüzün birbirine girmesi, zaman kavramının neredeyse yok olması; haftaların, ayların birbirini kovalayıp anlamsız bir biçimde geçip gitmesi. İşçilerin, emekçilerin kendilerine, ailelerine, sevdiklerine ayıracak zaman bulamamaları, zaman bulsalar bile yeterli paralarının olmaması nedeniyle televizyon karşısına geçip ulaşılamayan yaşamların seyrine mahkûm olmaları… Yılın 365 günü yoğun tempoyla, 10-12 saat çalışıp yılda sadece bir ya da iki hafta izin kullanma ya da bu şansa bile kavuşamama veya izne çıkılsa bile küçük bir işçi mahallesinde denizin, güneşin, yeşilin tadını çıkaramadan o kısacık sürenin göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmesi…
Her ay yüzden fazla işçinin iş cinayetlerinde katledilmesi; inşaatta okul harçlığını çıkarmak için çalışırken bilmem kaçıncı kattan yere çakılan gencecik Ahmet’in, Mehmet’in gazete örtülü cesedi… Her gün binlerce emekçinin önlenebilir hastalıklardan, açlıktan, yoksulluktan dolayı hayatını kaybetmesi; savaşlarda gencecik insanların, çocukların ve kadınların bedenlerinin nasıl parçalandığına şahit olmak… Henüz nasıl bir dünyaya doğduğunu anlamayan küçücük çocukların, annelerinin paramparça olmuş bedenleri üzerinde yüreklerimizi dağlayan gözyaşları… Ama aynı dünyanın üzerinde bir de egemenlerin o ihtişamlı yaşamı var. Birileri iş cinayetlerinde, savaşlarda ölürken, birileri sefalet içinde ay sonunu nasıl getireceğim diye kıvranırken, onlar son derece şatafatlı bir yaşam içinde bir elleri yağda bir elleri balda, dünya turlarında keyiflerine keyif demiyorlar. İşte çelişkiler… Bir yanda işçilerin iliklerine kadar sömürülmesi, sefalet, işsizlik, yoksulluk, açlık, savaşlar, ama öte yanda insanı çileden çıkartan bir ihtişam.
Çekilmez koşullarda yaşayan, bunca soruna tanık olan ve toplumsal çelişkileri iliklerine kadar hisseden emekçilerin “biz ne için yaşıyoruz?” diyerek çeşitli yönlerden bir sorgulama içine girmemesi mümkün mü? Bunca vahşetin, bunca acının, gözyaşının olduğu bir dünyada, örgütlü mücadeleye katılmayan, onun aşısını almayan emekçiler, kaçınılmaz olarak bir çıkmaza giriyor ve ruh sağlığını yitiriyorlar.
Türkiye’de psikolojik sorunların 2009 yılından itibaren sıçramalı bir şekilde artmasının önemli nedenlerinden biri de işsizliktir. 2008’de patlak veren dünya ekonomik krizi Türkiye’de de işsizliği çığ gibi arttırmıştır. 2014 Mayıs ayı TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2 milyon 550 binden fazla işsiz var. Ne var ki gerçek rakamlar bunun çok üstünde. TÜİK, işsiz sayısını azaltmak için işsiz tanımını sürekli olarak değiştiriyor. Örneğin son yapılan değişiklikle, bir ay (daha önce bu üç aydı) içinde iş arama kanallarını kullanan ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek olan kişiler işsiz sayılmaya başlanırken, bunun dışında kalanlar işsiz kategorisinin dışına atılmıştır. Böylelikle otomatik olarak 2 milyon kişi işsiz olarak kabul edilmemektedir. Bu sayı da düşünüldüğünde Türkiye’de gerçekte 5 milyondan fazla işsiz vardır. İşsizlik sosyal ve psikolojik pek çok sorunu beraberinde getirmektedir. Depresyona giren, cinnet geçirip ailesini katleden, intihar edenlerin sayısı giderek artmaktadır.
Bu yalnızca Türkiye için geçerli değildir. Dünyada, istatistiklere göre her 40 saniyede bir intihar gerçekleşmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre her yıl 20 milyon civarında insan intihar girişiminde bulunuyor ve bunların 1 milyonu yaşamına son veriyor. Yani kapitalizm insanların psikolojisini bozuyor, ölüme sürüklüyor. İş bulamadığı zamanlarda değer görmeyen, etrafından dışlanan, çalışıp patronların sermayelerine sermaye kattıkları sürede ise kendi emeğine yabancılaşan ve kendini değersiz hisseden işçiler, ancak çalışabildikleri zaman karınlarını doyurabildikleri bir düzende yaşıyorlar. İşsizliğin açlık demek olduğu bir toplumda yaşıyoruz. İnsan hele bir de evli ve çocuklu ise vay haline! Ailenin geçim derdi, çocukların sağlık sorunları, okul masrafları karşısında çaresizliği ve çıkışsızlığı insanın beynini kemirip durur. Soruların ardı arkası kesilmez. Nasıl, ne zaman iş bulacağı, iş buluncaya kadar nasıl geçinecekleri, eşinin, çocuklarının yüzüne nasıl bakacağı gibi pek çok kaygı baş göstermeye başlar. Bir de üzerine çevredekilerin basıncı eklenince kişinin bunalıma sürüklenmesi an meselesi oluyor. Uzun süreli işsizlik aile ilişkilerinin de bozulmasına yol açıyor. Kendine değer verilmeyen kişi bir süre sonra buna katlanamaz hale geliyor ve psikolojik olarak çöküntüye uğruyor. Umutsuzluğa düşen insan hızla yıkıma sürüklenir. Ekonomik sorunların, kronik hale gelen kavgaların sonu intihara, cinnet geçirmeye kadar varabiliyor.
Kuşkusuz psikolojik sorunları tetikleyen tek sorun işsizlik değildir. En büyük etkenlerden biri de işçilere reva görülen yaşam biçimidir. Ev-iş çemberine sıkışan kişi, kendini yeniden yaratabileceği bir sosyal yaşam olmaksızın canlı bir robota dönüşür. Uzun saatler boyunca, ağır koşullarda çalışan, sevdikleriyle bir araya gelemeyen, kimi zaman çocuğunun dahi yüzünü göremez hale gelen, sosyal yaşamdan kopan kişi zamanla kendisini makinenin bir parçası gibi hissetmeye başlar. Hayat anlamsız hale gelir, yaşamaktan haz almayan, mutsuz bir insana dönüşür.
Gelecek kaygısı da psikolojik sorunların oluşmasında etkili bir başka faktördür. Bugün milyonlarca öğrenci daha ilkokul sıralarında hummalı bir biçimde sınavlar silsilesine hazırlanmaya başlıyor. Yıllar geçtikçe çocukluğunu, gençliğini doğru düzgün yaşamayan habire sınav yarışlarına girip çıkan öğrenciler, yıllar sonrasında mezun olduklarında hayatın gerçekleriyle karşı karşıya kalıyorlar. Yoğun, stresli bir süreci atlattım derken, bu kez de gelecek kaygısı başlıyor. İstediği alanda iş bulamayan, aylarca işsiz kalan milyonlarca genç, bu kez kendilerini neyin beklediği kaygısını taşıyorlar. Hayallerinin gerçekleşmediğini, kendisini koca bir geleceksizliğin beklediğini fark edenler, bu duruma hazırlıklı değillerse, büyük bir hayal kırıklığı sonucu depresyona girebiliyorlar.
Psikolojik sorunların ortaya çıkmasında çeşitli etkenler sıralasak da, özü itibariyle sorunun kaynağı çürüyen kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizm çürüdükçe toplumu da çürütmektedir. İşçi sınıfına çekilmez bir yaşamı dayatmaktadır. Toplumsal çelişkiler, kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz süreciyle birlikte daha da keskinleşmekte ve sınıflar arasındaki uçurum derinleşmektedir. Kapitalist sistemin işçi ve emekçilere sunduğu gayri insanî koşullar işçileri çıkışsızlığa, umutsuzluğa sürüklemekte ve ruh sağlığını bozmaktadır.
Doktora başvuran insanlara ise çoğunlukla antideprasan ilaçlar verilmektedir. 2013 yılında sadece İstanbul’da 6 milyon 736 bin kutu antidepresan benzeri ilaç satılmış durumda. Antideprasan kullanımının ekonomik krizle birlikte Avrupa’da da yaygınlaştığı görülmektedir. Örneğin Almanya’da 2003-2012 yılları arasında ayakta tedavi edilen vakalarda psikolojik sorunlara karşı verilen ilaçların sayısı hemen hemen ikiye katlanmış durumda. Bu yıllar arasında hastaların aldığı günlük hap sayısı yaklaşık 1 milyon 270 binden 2 milyon 60 bine çıkmış durumdadır.
Dünyanın her yerinde burjuva düzenin sağlık sistemi, kişileri bulunduğu çevre ve toplumsal koşullardan soyutlayarak ve aslında uyuşturarak sorunları çözmeye çalışıyor. Bu amaçla da yaygın bir biçimde antidepresan ilaçlar dayatılıyor. Bu ilaçları kullanmaya başlayan kişiler, yarı uyurgezer bir halde dolaşıyor, tepkisizleşiyorlar. İlaçları bıraktıklarında ise sıkıntı tekrar baş gösteriyor. Bu iş biraz bataklık hikâyesine benziyor. İstediğiniz kadar sinekleri kovun, bataklık kurumadan sinekler yine tepenize üşüşecektir. Psikolojik sorunlar da buna benziyor. İçinde bulunduğumuz kapitalizm bataklığını kurutmadan sorunların çözümü mümkün değildir. İşsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet ve yıkıma yol açan savaş koşullarını yok etmeden, sömürüye son vermeden toplumun ruh sağlığı yerine gelmeyecektir. Aklımızı, insanlığımızı korumanın tek yolu, toplumu hasta eden, insanları intihara sürükleyen, delirten kapitalizme karşı örgütlü mücadele vermektir.
Marksist Tutum
Ekim 2014