BEREKET KAR Siyaset Dergisi için yazdı: “Rojava devriminin bugün için yerel, bölgesel ve uluslararası engellerle karşı karşıya kaldığı bir gerçektir. Bu engellerin aşılması yalınızca Rojava devriminin bir sorunu değildir. Bölge halklarının ve devrimci, demokrat ve sosyalist güçlerinin de sorunudur.”
BEREKET KAR
Sekiz yıllık bir savaştan sonra bölgede gelinen aşama nedir? Gerek bölgesel aktörler, gerek uluslararası, gerekse yerel aktörler ve güçler açısından bakarak rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Başlangıçta bölgenin birçok ülkesinde egemenlik kurmaya çalışan, devlet ilanıyla uğraşan IŞİD olsun, Müslüman Kardeşler olsun, askeri bir yenilgi almış, ciddi bir gerileme içerisine girmiştir. Bu güçler bir taraftan ABD'nin başını çektiği ittifak diğer taraftan da Rusya'nın İran, Suriye güçleri, Hizbullah ve benzer güçlerle oluşturduğu ittifak tarafından, yerel ve bölgesel devletlerin de kimi katkılarıyla bir şekilde geriletildi, fakat bunların yerine neyin konulacağı meselesi hâlâ bir muamma. Sonuç itibariyle bu hareketlerin eşzamanlı olarak Yemen'den Tunus'a, Irak'tan Libya'ya bütün bu bölgelerde ve tabii Suriye'de emperyalist sistemle bağlantılı olduğu bir gerçek. Fakat bölgesel direniş güçleri olarak tasnif edilen bir kuvvetler koalisyonunun da, İran'dan Suriye'ye, Kürtlerden Filistinlilere ve diğer devrimci güçlere kadar, bu bölgesel ve uluslararası saldırıya karşı -örgütlü olmasa da- ortak bir duruş gösterdiği ve karşıt bir cephede gerçek ve ciddi kazanımlar elde ettiği de görülüyor. Gelinen noktada bu karşıt direnişçi güçlerin ne yapacağı, gerilettikleri kuvvetlerin yerine nasıl bir programla kimlerin yerleştirileceği sorunu hâlâ muallakta iken, siyaseten çok ciddi bir ilerleme sağlandığı söylenemez.
Güç dengeleri ve zirveler
Bölgedeki siyasal süreçler daha çok bütün uluslararası güçlerin kendini gösterdiği, yerelde başta Kürt demokratik güçlerinin IŞİD'e karşı direndiği ve mevzi kazandığı, diğer taraftan da ciddi bir nüfuz uğraşı içindeki Rusya'nın direniş çizgisi dediğimiz çizginin üst şemsiyesini oluşturduğu bir konumlanmayla nüfuzunu birden fazla platformda dayatıyor. Bunların biri Soçi Zirvesi’ydi. Bir gün öncesi de Varşova Zirvesi vardı.
Varşova Zirvesi Amerika'nın öncülüğünde 60 ülkenin dâhil olduğu, Suriye ve İran gündemli bir konferanstı. Gündem, ABD'nin dayattığı, Yüzyılın Anlaşması'nın hayata geçirilmesine dönük bir çaba olarak ortaya çıkmıştır.
Soçi Zirvesi’nde ise İran, Türkiye ve Rusya -tabii birlikte- daha çok Suriye'yi, Suriye içinde de İdlib meselesini başa alırken, ikinci gündem de siyasal/barışçıl çözümün Cenevre'de başlatılmasına dönük bir yeni anayasa komisyonu oluşturulmasına yöneliktir.
Üçüncü olarak, Suriye'deki gelişmeler ve bölgesel direniş çizgisi nedeniyle İsrail’in öncelikle hedef aldığı İran'a karşı Rusya'yla bir anlaşmaya varmasına yönelik Putin – Netanyahu zirvesi toplanmıştır.
Bu genel panorama içerisinde Rojava'da Kürtlerin özerklik arayışlarının olduğunu biliyoruz. Bir taraftan Türkiye bir taraftan İslami hareket diğer bir taraftan Arap milliyetçiliğinin oluşturduğu engeller karşısında bu arayışların nereye doğru evrileceği ciddi tartışmalara vesile oluyor. Burada uluslararası ve bölgesel devrimci güçlerin konumunun ne olduğu, ne olacağı meselesi son derece önemli.
ABD'nin Suriye'den çekilme kararının ardından alandaki siyasi aktörlerin ciddi bir hareketlenmesi oldu. Bu karar İran’ı da Suriye Kürtlerini de Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyordu. Tüm taraflar bu çekilmeyi kendi lehlerine çevirme çabasına girdi. Bu arada Türkiye bir güvenlik bölgesi oluşturarak, ABD'nin yerini tutma arzusuyla hemen harekete geçti. Kürtlerse kendilerini en azından yarı yolda bırakılmış hissederek, Türkiye’nin girişeceği yeni bir katliamla karşı karşıya kalmaktansa, Şam yönetimiyle yeni bir köprü kurma eğilimine girdiler ve bir yol haritası sundular. Rusya Kürtlerin bu yaklaşımını destekler bir yerde dururken, “ABD'nin çekilmesi olumludur ama bunun yerini Türkiye, Körfez ülkeleri ya da NATO güçleri değil bizzat Suriye güçleri doldurmalıdır” yaklaşımını benimsemiştir.
Trump’ın çekilme kararının anlamı
Trump'ın çekilme kararının karşılığı şudur:
"Ey Rusya, ben Suriye dosyasının sizde olduğunu, sizin bu konuda ciddi bir ağırlığınızın olduğunu kabul ediyorum. Ben çekiliyorum."
Fakat çekilirken, Rusya'ya önermeleri, şartları var:
(1) İran'ın oradan çekilmesini sağlayacak, (2) İsrail'in güvenliği konusunda sorumluluk üstlenecek.
Bu iki nokta ABD’nin, Suriye’nin toprak bütünlüğünü tanımasının ön koşuludur.
Çünkü bu konuda İsrail çok ciddi kaygılar taşımaktadır. İsrail'in ikide bir Şam'a füzelerle saldırması, bu kaygılarındandır. Rusya'nın Suriye'ye S-300'leri vermesi ve konumlandırması, caydırıcı güç oluşturdu. Diğer taraftan, İran ve Hizbullah güçlerinin Golan sınırına yakın bir bölgede konumlanmış olması, İsrail’in sürekli füze atmasına gerekçe sunarken, İsrail ABD ve Rusya’ya bir taciz mesajı veriyor: "Bakın, ben burada sorun çıkartırım. Evet, bu savaşı Suriye devleti ve müttefikleri kazandı. Ben tehlikedeyim. Ey Amerika, ey Rusya, siz de beni korumak zorundasınız."
Bu mesaj gereği Rusya da bugün "Evet," diyor, "ben İsrail'e karşı değilim ama İsrail de olduk olmadık böyle saldırılardan artık vazgeçsin. Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde kalması durumunda ben destek vermeye hazırım. "Ne var ki İsrail BM kararlarını tanımıyor, saldırılarını sürdürüyor. Rusya, görüleceği gibi Sudan'dan Tunus'a, Suudi Arabistan'a, Mısır’a kadar bölgenin bütününe dönük nüfuzunu genişletme çabası içerisindedir.
Rusya’nın rolü
Şu ana kadar, Rusya'nın bu ilişkilerini yaymasını destekleyen temel algı, BM kararlarına saygılı davranmasıdır. Dikkat edilirse, olduk olmadık bölgelerde müdahalelere, işgallere girişmiyor. Daha çok siyasi anlaşmalar yoluyla kendi gücünü ispatlamaya, diplomasi gücüyle nüfuz elde etmeye çalışıyor.
Rusya’nın bölgede oynadığı rol konusundaysa tabii ki devrimci güçler ve direniş güçleri bir Sovyetler Birliği varmışçasına, ABD’nin karşısında, halklar ve devrimci güçlerin yanında Sovyetler algısıyla hareket etme şansına sahip değildir. Rusya, Suriye’de elde etmiş olduğu konum ve alanı genişletme, nüfuzunu bütün Ortadoğu’ya yayma çabası içindedir. Bugün Rusya eğer bir Filistin meselesine el attıysa, İsrail’e karşı bağımsız Filistin devleti kurulsun, şu ana kadar Filistinli güçler lehinde alınmış bütün BM kararları hayata geçirilsin diye değildir. Bir denge oluşturma çabası içerisindedir. İsrail’i korurken bir yandan da “Filistinlileri niye yok etmeye çalışıyorsunuz, bunlar vardır…” diyor. Filistinlilere de şunu söylemeye çalışıyor: “Her şeyden önce siz bir araya gelin. Bir FKÖ olarak birlikte hareket edin. Eğer bu şekilde hareket ederseniz benim elim güçlenir, İsrail’in karşısında daha fazla söz söyleme hakkına sahip olurum. BM’de sizi sahiplenebilirim.” Birleşmiş Milletler’in kararını en azından hayata geçirmek, İsrail’in her gün daha fazla yayılmasının, yeni yerleşim alanları açmasının önüne geçme, bir kamuoyu oluşturabilme gibi bir misyonu olabileceğini ifade ediyor.
Bunu başarabilir mi? Şansı çok az. Filistinlilerin ulusal temelde bu sınıfsal ayrışmalardan doğan, biri Ramallah’ta diğeri Gazze’de olan ve birisi tamamıyla Müslüman Kardeşler’in/Hamas’ın denetimi altında olan iktidarların anlaşması ve ulusal birlikte birleşmesi son derece zor. Olabilirse en üst düzeyde, belki bir FKÖ’de, sadece temsili bazda bir araya gelinmesi bile büyük bir kazanımdır. Aslında Rusya’nın oynamaya çalıştığı rol budur. Yani uzlaşmayan güçleri, FKÖ’nün çatısı altına sokmaktır.
Filistinlilerle bir araya gelme, Moskova’da toplama meselesi buna ilişkindir. Şimdiye kadar bu süreci Mısır yönetiyordu. Mısır da beceremedi. Şu anda Rusya devreye girmiş durumda. Aslında Mısır’la yaptığı zımni bir anlaşmayla meseleyi oraya çekmeye çalışıyor. Bu, aslında İsrail’in de karşı çıktığı bir olay değildir. Çünkü İsrail bir şekliyle Suriye de doğan Rus egemenliğini/nüfuzunu değerlendirerek, Rusya’yla daha yakın ilişki içerisinde kendini koruma altına alma çabasındadır. Netanyahu-Putin zirvesinde de temel olarak alınan konular bunlardır.
İdlib'in durumu
Bütün bunlara esas refakat eden, İdlib'in durumunun ne olacağı meselesidir. Orada, Heyet Tahrir el-Şam yani Nusra güçleri bütün bölgeyi ele geçirdikten sonra Suriye’ye ve Rusya'ya meydan okurcasına bir tutum içinde. Nusra’yı oluşturan esas yabancı güçler (1) Çin'in Uygur Türkleri, (2) Çeçen güçleri, (3) Özbekler ve Suriye Türkmen güçlerinin bir bölümüdür.
Soçi Zirvesi’ne Türkiye görevini yerine getirememiş, önceki kararlar gereğince bu güçlere silah bıraktıramamış olarak gitti. Şu anda Türkiye, Nusra güçlerini yanına çekme uğraşına girmiştir. Böylece Nusra’yı yeni bir yapılanma ve isim altında ılımlı bir güç tasnifiyle “ulusal ordu’’ güçlerine katarak, terör listesinin dışına çıkarmayı ve masaya getirmeyi, en azından görüşmelere katmayı amaçlamaktadır. Bununla neyi hedefliyor? (1) Her şeyden önce buradaki üç milyona yaklaşan mültecinin bir sözcüsü, temsilcisi olarak görülmek ve bunların Suriye'de oluşabilecek yeni bir iktidara katılma hakları olduğunu ifade ederek, bu hakların savunucusu rolünü üstlenmek. (2) Bunu kabul ettirebilmesi halinde, Kürt-Şam görüşmelerinde ilerleme kaydedilir ve Kürtlere bir özerklik sağlanacak olursa İdlib’de de bir özerklik istemek, dolayısıyla bu üç milyonun Türkiye'ye akışının önünü kesmek. (3) İkisinin de sağlanmaması, çatışmaların gündeme gelmesi durumunda, yani Rusya, İran ve Suriye'nin bu bölgede siyasi değil de askeri çözüme yönelmek zorunda kalması halinde bu güçleri Kürtlere karşı kullanabilmek. Nusra'nın Genel Sekreteri Ebu Muhammed el-Culani verdiği demeçle AKP iktidarına “İstemeniz durumunda Fırat'ın doğusuna kadar sizlerle birlikte Kürtlere karşı savaşmaya hazırız.” mesajını yollamıştı. Türkiye bu mesajı almış durumda, bunun gereğini ve altyapısını oluşturmaya çalışıyor. Gerçekleştirebilir mi? Bu iş o kadar basit görünmüyor. Belki Nusra’da bir bölünme yaratabilir. Zira Nusra ciddi bir çıkmaz içinde. Her tarafı kuşatılmış durumda. Nereye gidecekler? Rusya'nın, Suriye'nin taviz vermeyeceğini biliyorlar. Bu durum karşısında bir kısmı teslim olup Türkiye güçleri (Suriye Özgür Ordusu ve diğerleri) safına geçerek kendilerini kurtarabilirler. Diğer yabancı uyrukluların bunu yapmayacağı biliniyor. Özellikle yabancı uyrukluların masada kabul edilmeyeceklerinin altı Suriye tarafından defaatle çizilmişti. Bu nedenle Türkiye'nin bu Nusra güçlerini bir bütün olarak masaya getirme veya bunlar üzerinden bir uzlaşı sağlama imkânı gözükmüyor. Son Soçi Zirvesi de İdlib sorununa siyasal bir çözüm sunamadı. Dolayısıyla yakın bir tarihte Rusya'nın sunacağı havadan destekle Suriye, İran’ın ve Hizbullah'ın bu bölgeyi kurtarmaya dönük bir girişim yapacakları beklenmelidir. Bu durumun daha fazla uzatılması halinde hem Rusya'nın Hmeymim'deki üssü açısından bir tehlike oluşturacağı hem de Suriye açısından topraklarının bölünmesi tehlikesi söz konusu olacağı için askeri operasyon seçeneği öne çıkmış durumdadır.
Ve Rojava
Soçi Zirvesi’nin Rojava konusunda da en azından yeni bir öneri geliştirmesi bekleniyordu, o da olmadı. Rusya’nın baştan beri ifade ettiği yaklaşımı, iki ülkenin güvenliğinin ancak ve ancak Suriye güçleri sınıra indikten sonra bir Adana anlaşması çerçevesinde karşılıklı olarak korunabileceği ve buna riayet edilmesi gerektiği yönünde. Bu soruna Türkiye’nin başta olumlu yaklaşımı beklentileri arttırdıysa da ardından gelen açıklamalarda Adana mutabakatını farklı okuduğu ortaya çıkmıştır. Zira Türkiye Afrin’den Minbic’e kadar girmiş durumda ve o bölgeleri kendisi idare etmektedir. Dolayısıyla Adana mutabakatını fazlasıyla aşmış ve çiğnemiştir.
Türkiye’nin Rojava’ya dönük engellemeleri de hukuki değil, uluslararası anlaşmalarda yeri yok. Türkiye bu noktada ulusal güvenliği gerekçe göstererek sürekli bir güvenlik bölgesi ilanından söz ediyor. Güvenlik bölgesinin uluslararası zeminlerde karşılığı da yoktur. “Tampon bölge”nin belki bir karşılığı olsa bile, tampon bölgeyi kim koruyacak? Eğer BM koruyacaksa, karar Güvenlik Konseyi’nden çıkartılmalı. Türkiye sadece gelip bir güç olarak katılabilir. Hatta katılması engellenebilir bile, çünkü o direkt taraftır, Kürtleri karşıt alan bir politikası vardır. Dolayısıyla bunun da sağlanması güç. Şu son NATO zirvesinde bu sorun yeniden tartışıldı. ABD bir güvenlik bölgesi değil de bir nevi tampon oluşturulması ve bunun bizzat NATO güçleri tarafından korunması için bir plan peşinde. Sorunun Türkiye’ye bırakılmasını hiçbir taraf onaylamış değildir. Hatta ABD’nin bir girişimi daha oldu: Körfez ülkelerinin, Suudi Arabistan, Emirlikler ve diğer güçlerin dâhil olacağı bir Arap gücünün getirilmesi. Türkiye bu “Arap NATO’su”nu reddetti. Çıkışsızlık, belirsizlik devam ediyor. Çözüm ancak Rusya ile ABD’nin zımni bir ittifakı halinde gerçekleşebilir görünüyor. Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliğini tanıdığını iddia ve ilan eden Türkiye’nin bir müdahale ve işgal hareketiyle o topraklara gelmesini Kürtlerin kabul etmesi mümkün görünmediği gibi Avrupa Birliği güçleri ve diğer bölgesel güçler de kabul etmeyeceklerini ilan ettiler.
Avrupa Birliği ülkelerinden gelen açıklamalara da bakacak olursak bu yaklaşımların ABD’nin projesiyle yüzde yüz örtüşmediği görülebilir. Fakat bu, AB’nin ABD ile uzlaşma olanağı olmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü ABD çekilse de burada en azından çıkarlarını koruyacak tedbirler alacaktır. Oradaki petrol zenginliklerinin yanı sıra, İran’ın çekilmesi -artık İsrail’in korunması- amacıyla da, hegemonya mücadelesinde tamamıyla “yenildi, çekildi” algısını yaratmamak uğruna da, yakın bir gelecekte siyasi çözüm gündeme geleceğine göre buna müdahale edebilmek, hele siyasal görüşmelerin ters gitmesi durumunda engellemek üzere de, bir kısım güçle orada kalmaya devam edebilir.
Rojava’da bir tampon bölge -ya da güvenli bölge- konusunda, Avrupa ile ABD arasında bir yakınlaşma olduğu görülebiliyor. Özellikle Avrupa Birliği Komisyonu Başkan Yardımcısı Federica Mogherini yaptığı açıklamada (https://www.avrupa.info.tr/tr/pr/yuksek-temsilcibaskan-yardimcisi-federica-mogherininin-avrupa-parlamentosunun-ozel-oturumunda) “Türkiye’nin güvenlik sorununu anlıyoruz” derken, bunun ancak Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü korunarak sağlanabileceği mesajını verdi. Bu, herhangi bir gücün (Türkiye’nin) yeni nüfuz alanları yaratarak güvenliğini sağlamasının imkânsız olduğu anlamında gelir. Bu da gösteriyor ki bu bölgede aslında hâlâ çok netleşmiş bir projeyle sonuca varılmış değildir.
Asıl odaklanmamız gereken
Aslında şu anda bölgenin bütününde devletler bazında, bölge güçleri bazında ve uluslararası güçler bazında değerlendirmeler yapıyoruz. Kim nerede ne yapmak istiyor, hedefi nedir, bunlar az çok biliniyor. Asıl bilinmeyen, odaklanmamız gerekense, bu gelişmeler karşısında, IŞİD'in ve diğer tüm işgalci güçlerin (kimi bölgesel devletlerin de) işgal hareketleri karşısında, özne durumunda olan dinamik toplumsal güçlerin, emekçi tabakaların ne yaptığı ve ne yapması gerektiği meselesidir. Hem Filistin davası için hem de Kürt meselesi için olmazsa olmaz soru budur. ABD'nin çekilmesi durumunda Kürtler Türkiye’yle karşı karşıya kalıp yeni bir katliamla yüz yüze gelmemek için, bu çekilmenin ortaya çıkardığı boşluğu bir barış sürecine nasıl çevirebilir? Var olan tehlike gerek Türkiye'deki güçler gerek bölge devrimci güçleri tarafından bir barış sürecine nasıl evriltilebilir? Bu görev bölgenin tüm devrimci demokratik güçleri önünde duran acil bir görevdir.
Bu da sadece basın açıklamalarıyla kotarılacak bir şey değil. Bütün bölgesel devrimci güçler aralarında diyaloglar geliştirerek bu gelişmeler karşısında Kürtlerin yanında yer almalı, Kürt-Şam barış sürecine destek vermeli ve şüphesiz Kürtler, kendi bölgelerinde, kendi ülkelerinde bir özerkliği Şam’la nasıl çözeceklerine kendileri karar vermelidir, dışarıdan dayatmalarla değil.
Kürtler çıkış arayışlarını devam ettiriyor. Tabii ki ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıklarını uluslararası düzeyde anlatmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki bizdeki ulusalcı kanat ve çizgiye paralel Arap milliyetçiliği ile aşırı İslamcı güçlerin tümünün Kürtlerin özerkliğine ve Şam’la anlaşmalarına karşı olduklarını da bilmemiz lazım. Bunun karşısında bütün aydın, devrimci, demokratik parti ve güçlerin ve şahsiyetlerin daha güçlü, ciddi bir dayanışmaya girmesi ve yeni bir barış sürecini destekler konumda olmaları son derece önemli. İslami hareketin gerilemesinin, askeri yenilgisinin ardından şu anda Filistin’de en azından Cuma günleri sürekli yapılan dönüş yürüyüşleri, Sudan’da el-Beşir’in yıkılması için yapılan mitingler ve sokak eylemleri, yani halk ayaklanması, Tunus’ta Genel İşçi Konfederasyonu önderliğindeki genel grevlerin yayılarak kazanımlar elde etmesi, Irak’ta ilerici/devrimci güçlerin ABD’nin ve -giderek artık Türkiye’yi de kastederek- diğer yabancı güçlerin Irak’tan çekilmesi istemleri, Lübnan’da, devrimci güçlerin, başta komünistlerin önderliğinde sokak hareketlerinin yükseliş göstermesi, bize bölge genelinde devrimci, demokratik ve özgürlükçü toplumsal güçlerin içerisinde olduğu bir devrimci yükseliş eğrisinin genelde bölge halklarının makro resmini vermektedir. Hem Rojava’daki kazanımların korunması için Kürt özgürlük hareketiyle hem de İsrail’e karşı Filistin hareketi ile dayanışmanın tam zamanıdır. Buna çok ciddi şekilde ağırlık verilerek hayata tercüme edilmelidir.
Kürtler açısından ise gerek İsrail’in (“Kürtler özerk bölge kurmalıdır, biz destekliyoruz”) gerek ABD’nin (“Kürtleri yüz üstü bırakmayacağız”) açıklamalarının riskler de oluşturduğunu bilmek gerekiyor. Bu tür açıklamalar Arap milliyetçiliği çizgisinde ve güçlerinde Kürtlere karşı yeni bir dalgayı (“işte bakın, biz söyledik, bunlar Suriye’yi bölmek istiyorlar, orada kalmak istiyorlar. ABD çekilse dahi orada kendine bağlı belirli bir şey yaratacak…”) harekete geçirmek üzere adeta bilinçli olarak yapılmakta. Fakat bu o kadar basit değil. Çünkü ABD’nin toplumsal bazda ciddi bir karşılığı yok. SDG içindeki Arap aşiretlerinde şüphesiz Amerikan yanlısı bazı güçlerin olduğunu söylemek gerekir. Ama bunlar yalnız başına Suriye’yi bölecek ve ayrı bir toprak bütünlüğü riski yaratacak duruma gelemez, çünkü Rusya bu konuda ABD ile bir şekilde anlaşacaktır. Zaten Esad’ın kalması meselesinde bir ön kabul olarak gerek Avrupalılarda gerek Amerikalılarda bir sorun yok, sorun şu anda Türkiye’de düğümleniyor. Bunun ötesinde sorun Esad’dan ziyade artık yeni oluşacak anayasa ve yeni siyasal sürecin ne yolda ilerleyeceğiyle alakalıdır. Özellikle Suriye’nin imarı sorunudur.
Özerklik kabul edilmez bir talep mi?
Rusya özerkliğe de federalizme de yabancı değil. Aslında ABD de Avrupalılar da yabancı değil. Fakat işlerine gelmeyen bir durum olduğu çok açık. Rojava’daki Kürt hareketinin bölge açısından önemli bir işaret fişeği olduğu söylenebilir. Yeni ve sadece emekçi, devrimci, özgürlükçü güçlere dayanan, demokrasi içinde bütün toplumsal dinamikleri bir arada tutmayı hedefleyen yeni bir nüve. Tabii bu anlamdaki bir süreç ne Rusya’nın ne Amerika’nın ne de başkalarının isteyeceği, yarar umacağı bir durumdur. Eğer böyle bir şey olacaksa, özerklik de olsa, federasyon da olsa, onlarla işbirliği halinde gerçekleşmesini isterler. Nihayetinde Güney Kürdistan’da bunu gördük. Fiilen var olan bir durumu sadece tanıtlamak ve resmileştirmek adına yapılan bir referanduma ABD dâhil hiçbiri tahammül etmedi ve yanında durmadı. Kürtler kimi akıl hocalarının ciddi yanılgıları olduğunu çok iyi biliyor. ABD’nin niteliğini bilmedikleri doğru değil. Orada başka bir gerçeklik var. Kürtler bir bütün olarak, toplumsal olarak bir katliamla karşı karşıya. Bunun endişesini taşıyorlar. Bunu aşabilmek, ondan sonra kendilerini idame etmek ve Suriye’nin içerisinde diğer toplumsal bileşenlerle nasıl yürüyeceklerine karar vermek istiyorlar.
24 Aralık’ta Qamişlo’dan Hmeymim Rus üssüne yönelen bir uçaktaki Özerk Yönetim heyeti Ruslarla görüşüp Suriye ile yapılacak görüşmelerin yol haritasını sunmuştu. Heyet sözcüsü Sipan Hemo toplantının olumlu ve yapıcı geçtiğini belirtirken görüşmelerin kaldığı yerden devam etmesini istedi. Yol haritası Kürtler açısından (1) özerkliğin kabulü, (2) yeraltı zenginliklerinin (petrol ve gaz) adil paylaşımı, (3) YPG/DSG güçlerinin Suriye ordusu içinde yer almasını sağlayacak bir formül, (4) Suriye kuvvetlerinin Türkiye sınırına inmesini içeriyordu.
Devlet yetkilileri sınır kapılarının devlet yönetimine devri, güvenlik güçlerinin şehirlerde görev üstlenmesi, Tabka Barajı çalışanlarının geri dönerek baraj yönetimini teslim alması üzerinde duruyordu.
Kürtlerin özerklik talebine karşılık Suriye yetkililerinin 107 Sayılı Yasa olarak bilinen 2011 tarihli KHK ile ifade edilen, yerinden yönetim çerçevesinde ısrar etmesi üzerine görüşmeler tıkandı.
Şam yönetiminin ayak diremeleri ne ölçüde aşılabilir, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Bu konuda, istemesi durumunda, Rusya’nın hâlâ olumlu bir rol oynama şansı var. Aksi takdirde bir geriye dönüş, yeniden hiç istenmeyen çatışmalar, iki taraf açısından acı ve istenmeyen bir sürecin yaşanması emperyalist güçlere yarayacaktır.
Esad yönetiminin de böyle bir çözüme yatkın olduğu düşünülse de iktidar içinde ve dışında, barındırdığı Arap milliyetçiliği damarının burada etkin bir rol oynadığı da görülüyor. Buna olanak tanınması halinde Suriye’nin parçalanacağını iddia ediyorlar. Bu aslında abartılan bir algıdır. Dünyanın hiçbir yerinde özerklik, ayrı bir devlet olarak algılanmadığı gibi o ülkenin parçalanmasına yönelik bir tehlike olarak algılanmaz. Suriye yönetimi bu demokratik adımı atar mı? Suriye’nin bütününde özerklik, federasyon isteyen başka bir toplumsal dinamik gücün olmaması yönetimin elini güçlendirirken, bu gerekçeyle bölünme fobisi rahat işlenebiliyor. Kürtler de “O halde biz hiç olmazsa kendi bölgemizde kendi demokrasimizi yaşayalım, haklarımızı anayasada kayıt altına alalım.” diyerek haklı bir iddiayla çıkıyorlar.
Artık Suriye’de Alevilerden tutun Hristiyanlara, Ermenilere, Dürzilere kadar çok farklı toplumsal kimlik ve dinamiklerin içerisinde Kürtlerin yaşadığı süreci anlayan, kavrayan aydınlar, hatta siyasal partiler var. Bölünme tehlikesinin ya da tehlike algısının hâlâ aşılmadığı yönünde kuşkuları olduğu için bunu çok yüksek sesle dillendirmiyorlar. Ama artık “Bu hakların verilmesi Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliği altında gerçekleşecekse sorun nerde?” diye haklı olarak soran yazar-çizerlerin, aydınların sesi de yükseliyor. Fakat nasıl ki Türkiye’de bir dönem Kürt meselesinin barışçıl yolla çözümü için akil insanlar heyeti oluşturulup adım atıldığında toplumda en aşırı milliyetçi güçler sustuysa ve kabullendiyse, Suriye’de de toplumsal olarak böyle bir sürece ihtiyaç var. Bizzat Baas yönetiminin “Evet, Kürtlerin bu istemlerini bölünme değil birlikte yaşamanın bir etmeni olarak görüyoruz.” şeklinde bir açıklama yapmasına ihtiyaç var.
Zirvelerin değil halkların çözümü için
Bölgenin genelindeki halk hareketlerinin taleplerinin ve sokak hareketlerinin giderek yayılması ise son derece önemli bir değer, bir olanaktır.
Bunun için birtakım girişimler var. Şimdilik Kuzey Afrika dışında bütün bölgeden altı yedi ülkeyi içeren bir bölge konferansı için çaba gösteriliyor. Filistinlilerin de Kürtlerin de yer alacağı konferansın amaçları artık emperyalist projelere, sürekli savaş eksenli çözümlere ve müdahalelere karşı halkların ve devrimci güçlerin kendilerinin ortak barış projeleri sunmaları ve bu şemsiye altında çok farklı düzeylerde -medyadan siyasete, kültürden örgütlenmeye kadar- bir ortak duruşun geliştirilmesi. Hatta İslami hareketlerin ve devrimcilerin, Marksistlerin ortak bir örgütte değilse de bir nevi cephede yan yana gelmesi olanakları araştırılıyor. ABD’nin müdahalesine, Türkiye’nin, İsrail’in müdahalelerine, Birleşmiş Milletler’in teamüllerini aşan, bu anlaşmaları yok sayan mantık ve anlayışların, güç hukukunu hayata geçirmeye dönük proje ve içtihatların önüne geçecek, halk çıkarlarına dayalı bir cepheleşme ihtiyacından hareket ediliyor. Lübnan’da, Sudan’da bununla ilgili girişimler var, bölgenin bütününde devlet yönetimleri dışındaki bu güçleri, muhalefet ve direniş hareketlerini bir araya getiren çabalar var. Mayıs’ın başında böyle bir konferansın toplanması için yoğun çabalar sarf edildiği biliniyor.
Sonuç itibariyle Rojava devriminin bugün için yerel, bölgesel ve uluslararası engellerle karşı karşıya kaldığı bir gerçektir. Bu engellerin aşılması yalınızca Rojava devriminin bir sorunu değildir. Bölge halklarının ve devrimci, demokrat ve sosyalist güçlerinin de sorunudur.