KORKUT AKIN yazdı: “Son sözü Engels söylüyor: ‘Eğer yenilmişsek, o halde yeniden, baştan başlama dışında yapacak bir şeyimiz yok.’”
KORKUT AKIN
Rize Pazar’dan Recep Memişoğlu’nun, özellikle 12 Eylül sonrası anılarını okuyunca… “Neyi tutturabildik ki” diye sormaktan kendimi alamadım.
Bir dönüp bakalım isterseniz… Recep Memişoğlu ve birkaç arkadaşı, 12 Eylül’le birlikte cuntaya karşı “savaşmak”, “direnmek” amacıyla dağa çıkar. Aynı günlerde, kimi nasıl bir şeyle karşı karşıya olduklarını bilmediklerinden kaygı ve korkuyla, kimi devrimci düşlerini sürdürmek amacıyla, kimi de kaçağa düşmüş oldukları için ikişerli, üçerli gruplar halinde çıkmışlardır dağa. Bir kısmı barınamadığından bir kısmı dayanamadığından bir kısmı da ihbarlar (anne baba iknası da var) nedeniyle birkaç ay içerisinde geri döner veya yakalanırlar.
Siyasi değil…
Burada önemli olan siyasi bir tavır göstermemeleridir. Grupların hemen hepsi kişisel düşünceleri ve bir şeyler yapabilmek amacıyla çıkmıştır. Memişoğlu, bunu özellikle vurguluyor. Bu durum, sadece Karadeniz bölgesinde değil bütün yurt genelinde böyle oldu. Memleketin “freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı” gittiği tespitini yapanlar bile 12 Eylül günü itibariyle bunun önlemini almadıklarını birebir gördüler. Hemen her siyaset böyle bir beklenti içindeydi, hatta diyebiliriz ki, Mısır’da sağır sultan duymuştu yaklaşan darbenin ayak seslerini ama hiçbir şey yapmadılar. Bu, o zamanki siyasi çevrelerin özeleştiri yapmasını gerektiren bir durumdu… Taban diyebileceğimiz sempatizanlar hâlâ bekliyorlar bu özeleştiriyi.
İki kısım tekmili birden
“Hiçbir şey tarif edildiği gibi olmuyor. Geçirdiğimiz onca yıl ve hayatı kavrama kapasitemiz, yaşadıklarımızı var olan realite olarak önümüze koyuyor. Bir gün geri dönüp baktığımızda, doğrularımızla birlikte eksik ve hatalarımızı da bütün yalınlığı ile bir şekilde mutlaka görüyoruz” (s.14) diyor yazar anılarının daha başında. Belli ki bizi (okurları) belli bir yere yönlendirecek, güçlendirecek… Ama öyle olmuyor. Belli bir grup içinde kalıyor ister istemez.
İlk bölümde 12 Eylül ile birlikte dağa çıkan bir avuç arkadaşın yaşadıklarına tanık oluyoruz. Havaların da soğumasıyla daha da çetinleşen koşullarla mücadelelerini okuyoruz. İleriye yönelik düşünce geliştiriyorlar, ama yakalanınca gerçekleştirmek istedikleri kalıyor.
İkinci bölüm hapishane koşulları, işkenceler ve direnişi anlatıyor. Nasıl canla başla direndiklerini, işkencede, yanlarında öldürülen arkadaşlarının acısını içlerine gömüp, yapılabileceklerin en iyisini, en doğrusunu yapmaya çalıştıklarını okuyoruz. Vahşi saldırılara karşı sinirlenmemek, direnenlerin yanında olamamanın haklı hüznüyle elden bir şey gelmemesine hayıflanmamak mümkün değil. Bu arada yazarın; işkenceye dayanamayıp kararlılık gösteremeyen, koşullara uyum sağlayamayan arkadaşlarını güçlendirme ve yeniden kazanma çabası çok önemli. Sadece oradaki değil, bütün hapishanelerde tutsak edilen devrimciler açısından da bir tanıklık bu… Üzerinde durulması gereken bu tanıklığı daha da yaygınlaştırmaktır. Zaten kendisi de, “Biz devrimciler her koşulda haklarımızı almasını ve korumasını bilen insanlardık. Böyle bir kültürün içinde yetişmiştik, bu bizim refleksimiz olmuştu” (s. 147) diyor.
Sonunda ise “Dünyayı güzellik kurtaracak” demekten kendini alamıyor, okuru da ikna ediyor…
“İyilik” ve siyasi savunma
İşkenceci asker, savcı, gardiyan ve askerlerin direnenlere karşı haklı bir saygı (çok belli etmeksizin ama söylememeyi de içlerine sindiremediklerinden) göstermesi muhakkak ki bir kazanımdır. Bununla birlikte elde edilen kazanımlar birbiri ardına geliyor. Hatta “karıştır-barıştır” sürecinde faşist tutukluların nasıl da boyun eğdiklerini, devrimcileri öldürecek kadar gözü kararmış olanların bile asker tokadıyla ağladıklarını, çözüldüklerini okuyunca direnmenin ne denli önemli, bir o kadar da gerekli olduğunu anlıyorsunuz. Buna da bağlı olarak bir kez daha saygı duyuyorsunuz. “İyi olmak iyidir tabii ki, ama kimin için iyi olduğunuz önemlidir. Evet, devrimciler iyidirler ama kimin için iyidirler? Bu iyiliğimizi sermaye sınıfından yana kullansaydık yine zindanda mı olacaktık?” (s. 129) diye soruyor. İyi polisi oynayan sorgucusuna da “İyi insansam böyle şeyleri -işkence ve zulmü- bana layık görmemeliydiniz, demek ki iyilik farazi bir durum” (s. 142)
Erzincan Askeri hapishanesinde direnen sadece kendilerinin olduğunu söylemesi biraz yanlı gibi geldi bana… Kendilerinin dışında hiçbir siyasi yapının onlar kadar direniş göstermediklerini söylemesine, Naim Kandemir’in yayına hazırladığı Sabahattin Selim Erhan’ın, 12 Eylül sonrası ilk tünelden kaçma başarısını aktardığı, “Yine Kazacağız, Yine Kaçacağız” (Dipnot Yayınları) adlı anılarını hatırlayınca hayret ediyor insan (http://www.radikal.com.tr/kitap/mahpus-kaca-kaca-biter-1026572/).
Recep Memişoğlu, bir gerçeği dile getiriyor: Siyasi savunma yapılmadığını… Kendisinin de içinde bulunduğu örgütlenmenin Türkiye genelinde bir gecede çökmesini ve lider kadroların bile siyasi savunma yapmaktan kaçınmasını “Örgütsel yapımız dağılmış, yenilmiştik. Aramızda konuşmuş, çok da siyasi savunma yapmamıştık. Böylesini uygun görmüştük” (s.150) diye anlatıyor. Çıktıktan sonra kendisinden daha üst düzeyde olan arkadaşlarının bile nasıl sindiğini, “tırstığını” anlatırken onunla birlikte aynı acıyı siz de duyuyorsunuz…
Son sözü Engels söylüyor: “Eğer yenilmişsek, o halde yeniden, baştan başlama dışında yapacak bir şeyimiz yok.”
Kivamini Tutturamaduk, Recep Memişoğlu, Yakın Tarih, anılar, Ayrıntı Yayınları, 2018, 176 s.