MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Bu [emperyalist] sistem ister bizim cephemizden olsun ister karşı cepheden olsun anlatılan hikâyelerdeki gibi yenilmez, sarsılmaz, yanılmaz değildir. Diyebiliriz ki doğasına mündemiç olan talan, yağma ve vahşet doğasından ötürü yıkılmaya mahkûm bir sistemdir.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Diyalektik düşünce büyük bir nimettir. Elbette bu nimet herkese hayatın her alanında olanları, olgunlaşanları, olacakları kavrayıp, anlayabilmek için elzemdir. Ancak belki en çok da bu dünyayı anlamaktan ziyade değiştirmek isteyenler için gereklidir. Dünyayı değiştirmek gibi bir büyük bir iddiayı, gelişi güzel bir iddia, bir retorik savın ötesinde ciddiyetle öne sürenlere elzemdir. Çünkü böyle bir iddiayla ortaya çıkmak hatta daha mühimi yola çıkmak, böyle bir iddiaya sahip olmak ciddiyet gerektirir. Hiç şüphesiz, cesareti, kavgayı, ödenecek bedelleri göze almayı, iki ileri bir geri, sabırla ve kararlılıkla yürümeyi, karşılaşılacak çetin, çetrefil, karmaşık zorlukları, engelleri, durumları bir taş ustasının sabrıyla, elmas yontan bir sarrafın inceliğiyle ele alıp, işlemeyi gerektirir. Bu iddiayı bir milim daha ileri taşımak için çabalayan bir sıra neferinin sadakatini, adanmışlığını gerektirir.
Ne var ki böyle bir iddiayı, muhalefetçilik oynamak için, bir münazara oyununa dayanak yapmak, bilgiçlik taslamak için ileri süren siyasi züppelerin, bu iddiayı savunmanın gerekli kıldığı mücadeleyi, kavgayı, çabayı, bedelleri göze alma cesareti, niyeti olmayan polis kıyafeti giydirilmiş çocuklar gibi evinin salonunda trafik polisçiliği oynayan mutsuz apartman çocuklarının diyalektik düşünceye o kadar da ihtiyaçları yoktur. Belki cümle içinde geçirerek ne kadar malumatfuruş olduklarını göstermek için faydalı olabilir ama onlar için idealizm, idealist düşünce yeterli olacaktır. Ne de olsa süreçleri olup-biten şeyler olarak ele almak, her şeyi ak ya da kara olarak ele almak büyük bir düşünsel konfor sağlar. Birine geç birine dur demek kolaylaşır. Münazaralardaki laf yetiştirme yarışlarında büyük bir rahatlık kazandırır. Ayrıca idealizmin getirdiği kaderci yaklaşım da mücadele etmemek için epey bir bahane sağlayacaktır.
Geçtiğimiz ayın sonlarına doğru Trump’ın Suriye’den çekilme kararını twitter’dan ilan etmesinin ardından alevlenen, emperyalizm, anti-emperyalizm tartışmaları münasebetiyle yumurtladıkları incilerini ortalığa saçan Perinçek’gillerin ideolojik yaygarasına teslim olmuş ya da zaten her zaman utangaç Perinçek’giller olagelmiş kıymeti kendinden menkul teorisyenlerimizin, her biri ayrı birer kızıl cevher köşecilerimizin her konuda olduğu gibi emperyalizm bahsinde de nasıl idealizmle malul oldukları bir kez daha gözler önüne serildi.
Her biri sıcak çalışma odalarından belki de evlerinin salonlarında TV’nin karşında bir gözleri A Haber’den kucaklarındaki laptoptan dünya halklarını kızıl şafaklara taşıyacak, bu havalarda savaşanlara, dövüşenlere onları zafere taşıyacak rotayı çizen, birer kızıl kutup yıldızı gibi her daim ilerlenecek doğru yönü gösteren kimi solcu aydınlarımıza kulak verecek olursak emperyalizm, dünya kapitalist sisteminin çelişkileri, güçlü ve zayıf yanlarıyla birlikte ilerleyen bir sürecinden ziyade donmuş, tamamlanmış, statik bir olgudur. Bu metafizik bakış açısıyla emperyalizm kişileri, çıkar gruplarını hatta tekil olarak ülkeleri aşan bir sistemden ziyade kudretinden sual olunmaz bir miktar gizemli ya da gizli merkezlerde toplanmış kimilerinin elli hatta yüz yıllık sarsılmaz, sapmaz planlar yaptığı, tüm dünyayı ve halkların kaderlerini mutlak bir biçimde belirledikleri bir yapıdır. Bu çerçevede emperyalist devletler, güçler dışında kalan herkes, her özne, her güç emperyalist odaklar tarafından belirlenen roller içinde onlara mahkûm olarak var olurlar. Geri kalanlara ancak emperyalizmin “mayın eşekliği”, “işbirlikçiliği”, “kuklalığı” ya da nafile bir maceracılık içinde önceden söz konusu aydınlarımızın tayin ettiği kalıplaşmış bir mücadele kalabilir. Bu idealist, yazgıcı bakış açısı şüphesiz ki emperyalizmin yenilmez, karşı durulamaz, zaaflarına ve çelişkilerine karşı strateji, taktik geliştirilemez, kadri mutlak olduğu sanrısını besler. Bu; mücadele etmemenin, ondan kaçmanın, kaderciliğin, mukadder yenilginin peşinen kabulün türlü çeşitli teorisini yapmayı kolaylaştıran bir bakış açısıdır. Marksizm’i, komünistliği hatta Leninizm’i sürekli mızmızlanılan bir entelektüel uğraşa indirgeyen bir sinizmin ifadesidir.
Bu uzun girizgâhın ardından sormak istediğimiz soruyu tartışmaya geçmeden önce kabaca bir emperyalizm tarifi yapmaya çalışmak açıklayıcı olabilir. Emperyalizm, kapitalizmin uluslararasılaşmasıdır. Kapitalist sistemin ulusal sınırları aşarak bir dünya sistemi haline geldiği aşamanın adıdır. Burada diyalektik düşüncenin bir başka kategorisine değinmek gerekebilir. Bilindiği üzere diyalektik materyalizmin başlıklarından biri de tekil-özel-genel ayrımıdır. Şeyler evvela tekil olarak ortaya çıkarlar zamanla çoğalarak özel duruma gelirler ve giderek yaygınlık kazanarak geneli oluştururlar. Kapitalizm de böyle bir gelişim içerisinde ilerleyerek İngiltere’de tekil olarak ortaya çıkarak zamanla daha fazla ülkeye yayılarak o ülkelerde de egemen üretim biçimi oldu ve nihayet, tüm dünyaya egemen olarak genelleşti. Kapitalizmin yasalarının işleyişinin doğal bir sonucu olarak, Kapitalizmin, dünya sistemi haline gelişiyle beraber kapitalist-emperyalizm doğdu. Bu doğrultuda emperyalist aşama, başka ülkelerin sömürgeleştirilmesi ya da kapitalist düzen içerisinde yeniden örgütlenmesi demektir. Hülasa bu minval üzere emperyalizm kapitalizmin yerellerindeki özgün gelişim koşullarına bağlı olarak farklılık gösteren birbirinden faklı emperyalist güçlerin ve sömürgelerin oluşturduğu bunların da diyalektik bir ilişki içinde birlikte var oldukları bir sistemin adıdır. Yine bilindiği üzere Lenin’in emperyalizm tahlili, kapitalizmin iç çelişkilerinin ve iç dinamiklerinin analizine dayanır. Demek ki tekellerin ve finans kapitalin egemenliğinin oluştuğu, mal ihracı yerine sermaye ihracının ağırlık kazandığı, dünyanın büyük kapitalist güçler arasında Pazar ve toprak olarak paylaşıldığı bir aşama olan emperyalizm de sürekli devimin içinde olan, çelişkiler üreten, farklılıkların var olduğu, sorunsuz ve yeknesak olmayan bir sistemin adıdır.
Yukarıda tartışmaya çalıştığımız çerçevenin dolayımında artık sormak istediğimiz soruya gelebiliriz. Gerçekten de öyle midir? Emperyalizm kadri mutlak mıdır? Bu soruya kızıl köşecilerimiz ve teorisyenlerimizin yegâne emperyalist ülke olarak gördükleri ABD ve onun yegâne emperyalist enstrümanı olarak gördükleri ordusunun yakın tarihine kısaca bakarak bir cevap bulabilmemiz mümkün olabilir.
İkinci Dünya Savaşını takip eden ve Soğuk Savaş olarak adlandırılan 40 yıllık zaman zarfı boyunca, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetleri çevreleme stratejisiyle yönetildi. Sovyetler Birliği’nin dünyadaki ilerlemesini engellemeye hasredilen ve sonunda Sovyetlerin çözülüşünü tetikleyen bu strateji, ABD’nin dış ve askeri politikasını, ekonomik, teknolojik ve kültürel politikalarını bu topyekun konsepte tabi kılmıştı. Ne var ki Sovyetler’in çözülmesinin ardından Soğuk Savaşın sona ermesiyle, ABD stratejistleri askeri planlama ve harcamalar için birleştirici bir temaya ihtiyaç duymaya başladılar ve yeni düşmanlar yaratmak için çalışmaya koyuldular. Diğer emperyalist güçleri de ABD şemsiyesi altında toplanmaya mecbur kılan ortak düşman Sovyetler’in yerini “haydut devletlere”, “Küresel Teröre Karşı Savaş” gibi konseptlerle ikame etmeye çalıştılar.
Ne var ki tüm bu on yıllar boyunca süren süreçler içerisinde çok az şey ABD’nin ve stratejistlerinin planladıkları, murat ettikleri gibi olabildi. Dünya tarihinin en güçlü imparatorluğu, en büyük emperyalist gücü ve belki de dünya tarihinin en güçlü ordusu, Soğuk Savaşın kazananı ve Soğuk Savaşın ardından dünyanın tek süper gücü olan ABD, kendisine dünyadaki diğer tüm askeri kuvvetler üzerinde tam tam hâkimiyetine, müştereklerin komutanlığını sağlayan hiper gücüne rağmen, Irak ve Afganistan’daki hedeflerine ulaşamadı. Irak’ı, Kuveyt’ten çıkarma hedefi gibi, Yugoslavya ve Somali’deki küçük ve zayıf rakiplere karşı yürütülen sınırlı jandarmalık misyonları dışında hiçbir askeri başarı yahut kesin zafer elde etmeyi başaramadı.
Peki, ama kadri mutlak görünen, hakkındaki “yenilemez” efsanesiyle heyulasının dünyanın tüm kıtalarının üzerinde gezine durduğu ABD’nin, Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana, rakip güçlerin hepsine kıyasla eşsiz bir askeri avantaja sahip olmasına rağmen yaşadığı bu hüsranları nasıl açıklayabiliriz?
Bu durumun elbette pek çok farklı nedenleri olmakla beraber bu kısa yazının imkânlarının elverdiği ölçüde başlıca kimi nedenlerini saymak meramımızı anlatabilmek için yeterli olabilir. Öncelikle Pentagon, bütçesini daha ucuz, basit silahlar ve askerlerinin eğitimleri için harcamak yerine, Sovyetler Birliği/Rusya ve Çin'e karşı savaşlarda mücadele ve rekabet edebilmek için tasarlanan karmaşık, ileri teknolojili silah alımları için kullandı. Oysa ABD, işgale yahut müdahaleye kalkıştığı ülkelerde çoğunlukla isyancı gerilla tarzı gruplara savaştı. 1960'lı yıllarda Vietnamlılar ve 2000’li yıllarda Afganlar ve Iraklılar, hafif ve eski silahları, hususiyetle mayınları ve tuzaklama yöntemlerini kullanarak yüksek teknolojili Amerikan güçlerini alt etmenin basit ve ucuz yöntemlerini buldular. Bu taktiklere uyumlu yeni sayılabilecek, türev silahlar üretebilmeyi başardılar. Bu yöntemlerle, ABD yönetimlerinin, kamuoylarına açıklamakta zorlanacağı seviyelerde zayiatlar vermelerine neden oldular.
Diğer yandan ABD, silahlarını devletin sahip olduğu tesislerden ziyade kapitalist firmalardan temin eden yegâne devlet olarak özel bir konuma sahip durumda. Bu nedenle askeri harcamalar ve bu harcama kararları, söz konusu firmaların piyasa rekabetlerine ve uzun vadeli planlamalardan ziyade kısa sürede kâr elde etme zorunluklarına göre şekillene geldi.
Bir başka nedenin ise, ABD halklarının, ABD’nin yurtdışındaki saldırganlıklarına ilişkin muhalefeti ve bu operasyonlara karşı geliştirdiği mukavemet ile ABD askerlerinin sivillere yönelik katliam ve kötü muamelelerinin dünya halklarında yarattığı tepkiler olmuştu. Bu tepkiler ABD yönetimlerinin sahaya gönderdikleri birlik sayılarını sınırlandırmalarına ve var olanları belli sürelerde geri çekmelerine ve operasyonlara dair istek ve kararlılıklarını sınırlanmasına neden oldu.
En mühim neden olarak da yerel halkların, ABD’nin istila ettiği yahut müdahalede bulunduğu ülkeleri neo-liberalizmin av sahasına dönüştürmesine verdikleri tepkidir. Örneğin, Irak’taki ABD’ye bağlı Koalisyon Geçici İdaresi, devlete ait işletmelerin özelleştirilmedikleri takdirde yeniden açılmalarına izin vermemişti. Hem Irak hem de Afganistan’da doğal kaynakların Amerikan şirketlerinin talana açılması için yerel hükümetlere bu gibi baskılar uygulandı. Bu tür politikalar bir yandan yerel işbirlikçi seçkinlerin kendilerini zenginleştirme fırsatlarını kısıtlarken, onların işgale desteğini sınırladı. Diğer yandan ise ABD’li şirketlerin talanı için yürütülen özelleştirme ve devlet bütçelerindeki kesintilerin yoksullaştırdığı yerel halkın işgale ve işbirlikçi idarelere karşı öfkesinin bilenmesine ve isyancı güçlere artan bir destek vermesine neden oldu.
Hülasa ileri sürdüğümüz sorunun cevabına ilişkin belirttiğimiz misal ve nedenlerin gösterdiği üzere emperyalizm her şeye mukadder, yenilemez, tamamen planlı ve programlı, durmuş, tamamlanmış, statik bir yapı olmaktan ziyade, sürekli bir gelişim, devinim içinde değişkenleri, çelişkileri, zaafları ve kısıtlarıyla gelişmeye devam eden bir akış ve sistemdir. Bu sistem ister bizim cephemizden olsun ister karşı cepheden olsun anlatılan hikâyelerdeki gibi yenilmez, sarsılmaz, yanılmaz değildir. Diyebiliriz ki doğasına mündemiç olan talan, yağma ve vahşet doğasından ötürü yıkılmaya mahkûm bir sistemdir. Yeter ki karşımızdaki düşmanı ciddiyetle ele alarak ona karşı kendimize güvenerek, ona karşı galip gelebileceğimize inanarak ve kendi siyasetimizin hayata geçirilebileceğini bilerek davranalım. Teorinin gri yaşamın yeşil olduğunu ve kısıtlı imkânlarla büyük bir amaca giden siyasetin bir sanat olduğunu kavrayabilelim.