MEHMET TÜRKAY yazdı: Türkiye’de sınıfın değişen kompozisyonunun bileşenlerinin asgari müştereklerinin tespit edilebilmesi “kendinde sınıf” olmaktan çıkıp “kendi için” sınıf olmaya ilk ve kritik aşamadır.
MEHMET TÜRKAY*
Atmışlı ve yetmişli yıllarda hiç sorgulanmayan “toplumculuk” kavramı yazı ve konuşma dilinde çok yaygın kullanılan bir kavramdı. Bu haliyle hala “sosyalist” cenahta yaygın bir biçimde kullanıldığı mecralar var. Elbette bu bir meseleyse eğer, nereden bakıldığıyla başlamak gerek. Gerekçesini kendi adıma şöyle açıklayabilirim; sınıf kategorisi yerine toplum kategorisini koymak, atmışlı ve yetmişli yıllar için, kendi tarihselliğinde bir anlam taşır ve karşılığı vardır.
Sınıf kategorisini yeniden hatırlamak…
Ancak, bugün bu kavramın, “sınıf kategorisinin”, itibarını artık kendisine saygıyla yeniden iade edelim ve yakın geçmişte de, esas olarak da “TEKEL DİRENİŞİ”yle, yaşanan, bir anlamda rol çaldığı bir analiz birimi olarak “sınıf” kategorisini yeniden hatırlayalım. Direniş elbette işçi sınıfı direnişiydi. Bu elbette “boruda delik keşif etmek” anlamına gelmiyor.
Öncelikle “toplum” kavramı bir toplulaştırmaya, hepimiz aynıyıza, ortak bir var oluşa işaret eder ve meşrulaştırır. Dolayısıyla “toplum” olmak görünüşte bir vakadır ancak yaşanan herhangi bir çatışmalı süreci açıklamaktan ziyade üstünü örter. Çünkü o kabulde bir “ortak iyi” zaten tanımlanmıştır. Burada tanımlama, özellikle yapılan bir müdahaledir. Müdahaledir, çünkü bir tasarıma ihtiyaç vardır.
Yaşananları sınıf kategorisi çerçevesinde analiz etmeye çalışanların yıllardır yaptıkları vurgu üzerinden sürecin gerçekliğini teslim etmeliyiz. Mevcut durum neyse, odur demek yetmiyor. Ancak “mevcut durumu neye göre nasıl tanımlamak gerek” sorusu hala duruyor. Kapitalizmin hüküm sürdüğü bir toplumdan bahis ediyoruz saf haliyle. İşçiler bu coğrafyada hareket haline geçtiler. Örgütlü olan, olmayan her biçimde sürece müdahil görünüyorlar, bu gelecek için bir kıymettir, hakkını vermek en azından hafızalarımıza nakş etmek gerek.
Sınıfı hatırlamaktan solun siyasetine…
Elbette burada bir birikimden bahsediyorum, en yakını “TEKEL DİRENİŞİ”dir. “TEKEL DİRENİŞİ”inden ders çıkarılsaydı meselesi burada, sınıf mücadelesinin kendi içindeki parçalanmışlığı nedeniyle bir mesele olmaktan çıkmış görünüyor. Yaşanan süreç işçilerin haklı, gündelik yaşamlarını yeniden üretmeye dair talepleridir ve bunda her durumda ısrar etmek gerekir. Ancak bunun en geniş haliyle “sol” bir siyasete dönüşmesi meselesi kendi içinde ve dışında bir sorun olarak durmaktadır.
Kürt hareketinin öncelikleri!
Yukarıda “sol” derken sosyal demokratları da kattığım bir tanım yaptım elbette. Bu durumda sosyal demokratlar dışındakiler ne yapacaklar sorusu haklı bir soru. Kürt hareketi dışında herhangi bir inisiyatif yok dememek lazım; ancak sürece müdahale açısından en azından şimdilik görünmüyor. Ancak, Kürt hareketinin öncelikleri meselesi burada önem kazanıyor. Her halükarda, yanlışsam düzeltilir elbet, bir Kürt Toplumu yaratılması esas hedef. Ancak, böyle bir hedefin hasıl olması zaman ve mekana göre farklı coğrafyalara, farklı siyasi var olma biçimleri olarak yansıyacaktır. Eğer böyleyse nasıl bir toplum hedefinin öngörüldüğü yeniden siyaseten açıklanmalı. Bu elbette haklı ya da haksız talep önermesi anlamına gelmez. Her hedef elbette sürecin dinamik, müdahale eden siyasi aktörlerine bağlı olarak gelişecektir. Ancak soru hala ortada.
Bir toplum tasavvuru ya kendi tarihselliğinde yapılır ya da genel geçer evrensellik tasavvurunda yapılır. Esas olarak sürece karakterini veren tarihselliğidir, evrensellik sadece anlamayı kolaylaştırır ama bozar. Burada kabuller öne çıkmaktadır. Umalım ki Kürt Hareketi iç düşünsel çatışmaları nihayetinde bu sürece bir yön verecektir.
Sınıf söylemini siyasete tahvil etmek
Yaşanan süreç terminoloji sorunumuzu daha da bozduğu için bir ek olmayacak. Terminoloji kavramlarla inşa edilir. Ancak, her kavramın bu inşa sürecinde bir diğeriyle ilişkilenmesi gerekmektedir. Bu anlamda “sol”dan gelecek bir siyaset önermesinin gerçekliği öncelikle tercih ettiği kavram setinde ifade bulacaktır. Siyaseten “halk” kavramının gerçek bir karşılığı var mıdır?
Hayatın işleyişi içinde bir kimlik biçiminde “ortaklık” iması içeren kavramların gerçek karşılığı “son tahlilde” bir analiz birimi olarak sınıf kategorisini yok saymak anlamına gelmektedir. Diğer taraftan sınıf kategorisini analiz birimi olarak kullanmanın teorik isabetinin gerçek siyasete tahvil edildiğinde karşılığı ne olmaktadır ve/veya ne olacaktır? Bu, kadim bir sorudur. Sürekli yüzleşilen ancak cevabı genel olarak muallâkta kalan bir tartışmadır.
Sanırım burada, yine kadim bir vurguyla, kısa vade/uzun vade meselesi karşımıza çıkmaktadır. Uzun vade genel olarak ertelenmesi gereken bir duruma zımnen işaret eder ki hayat böyle geçti ve geçiyor. Kısa vadeye dair bir cevap nasıl verilebilir? Sanırım esas soru bu.
Gücün varsa dilin karşılık buluyor. Ancak o gücü sosyalistler olarak nereden ve nasıl bulacağız? Esas soru bu. Bulamadık çünkü yeterince sormadık, hem kendimize hem de, herkimse, muhatabımıza. Çünkü sorulabilmesi için bunun kanallarının oluşturulması lazımdı, hâlâ lazım ancak aynı sorunun etrafında dönüp duruluyor.
Bu noktadan sonra tehlikeli sulara giriyoruz. Bence genel olarak sosyalistler dillerini “kitlelere” ulaştıramadıkları oranda sahiplenip kadük hale getirdiler. Bu durum ciddi bir güçsüzlük anlamına geldi ve genel anlamda sosyalist hareketlerin önemli bir kesimi Kürt hareketine eklemlenerek sürece devam etti. Burada eklemlenme hem destek verme hem de bir anlamda sığınma olarak yaşandı, yaşanıyor.
Kimlik siyasetini seyreltmek sınıf siyasetinin önünü açmak
Diğer taraftan Kürt hareketi Ortadoğu’da Dünya ölçeğinde yaşanan bir hesaplaşma denklemine dahil olmuş durumda ve anlaşıldığı kadarıyla öncelikleri de değişmiş görünüyor.
Böyle bir tespitte bulunmak doğal olarak gerekçesini de ifade etmeyi gerektirir. Kürt hareketinin Suriye’de, diğer yakın coğrafyada tutunma ve yerleşme koşulları Türkiye’ye göre çok daha uygun ve mümkün. Mümkün çünkü Türkiye’de devlet aklının sürekliliği Kürt sorununu sürekli olarak kendi kısa dönemli varoluşunu uluslararası konjonktürün sağlayacağı fırsatlara göre yönlendirebilme kapasitesine sahip oldu. Elbette tek gerekçe bu olamaz ama farklı bir toplumsal gerçekliği de görmemiz gerekiyor. O da yerleşim yerlerinden sürülen insanların gittikleri yerde yaşadıkları/yarattıkları farklılık.
Türkiye’de boşaltılan köyler ve diğer nedenlerle batıya doğru yaşanan göç farklı bir toplumsal görüntü çıkarmış durumda. Göç eden insanların gittikleri yerlerde büyük ölçüde o ortamın koşullarına uyum sağlamaya çalıştıkları bir vakıadır. Dolayısıyla geniş bir kitlenin hayata dair kaygıları farklılaşmakta ve toplumsal pozisyon olarak hızla işçileşmektedir. Siyasetin sorunu da burada zorlanmaya başlıyor, kimlik siyasetinin seyreltilip sınıf siyasetinin önünü açması nesnel bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Ancak, siyaseten böyle bir durum elbette kendiliğinden olamayacaktır, pratik, aktif müdahalelere ihtiyaç olmaktadır, olacaktır.
“Kendi için” sınıf olmak
Böyle bir tespit ve/veya önerinin altını doldurmak gerekmektedir. Gerçekçi hedeflere ulaşılabilmesi sürece dair isabetli soruların sorulması ile mümkündür. Böyle bir noktadan hareketle Türkiye’de değişen sınıf kompozisyonunu göz önüne alarak, söz konusu kompozisyonun bileşenlerinin asgari müşterekinin ve/veya müştereklerinin tespit edilmesi/edilebilmesi ilk ve kritik aşamadır.
Malum olduğu üzere sosyolojik olarak işçi sınıfına aidiyet bir asgari müşterektir ancak yetmemektedir. Tarihsel bir kategori olarak kendi sınıf çıkarı adına sürece aktif müdahalelerde bulunmak, “kendinde sınıf” olmaktan çıkıp “kendi için” sınıf olmaya dair dönüşümü gerçekleştirmenin yollarını bulmak gerekmektedir.
Söz konusu aranacak ve bulunacak yolların hem referansı hem de rehberi büyük ölçüde göçler nedeniyle önemli ölçüde değişen işçi sınıfının parçalı kompozisyonu olmalıdır. Elbette bu durum sınıfa ulaşırken kullanılacak dilin de faklılaşmasını gerektirecektir.
*Prof. Dr. (Emekli), Marmara Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü