TOLGA TÖREN yazdı: “Bizler için asıl soru mu? Toplumsal muhalefetin bütün dinamiklerini, devinimini kapsayacak bir odağın nasıl yaratılacağı… Distopyanın ütopyaya nasıl dönüşeceği!”
TOLGA TÖREN
Bu dizinin birinci bölümünde Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen sınıf uzlaşmacı sendikacılığı ve bu sendikacılık tarzının Avrupa dışı coğrafyalara yayılmasını ele almıştık.
Kapitalizmin, 1944 – 1970’lerin başını kapsayan “altın çağ”ında inşa edilen bu sınıf uzlaşmacı sendikal yapılanma, korporatist mekanizmalar aracılığıyla örgütlü emeğin karar süreçlerinde -kısmen de olsa- yer almasına imkan sağlaması nedeniyle, kimileri tarafından bir kazanım olarak görülür.
Örgütlü emeğin karar süreçlerinde yer alması kuşkusuz bir kazanımdır ve ilk yazıda da vurgulandığı üzere, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki militan mücadeleler, bu kazanımın elde edilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu anlamda emek, kapitalizmin “altın çağı”nın pasif bir şekillendirileni değil, tersine, belirleyici öznelerinden birisi olmuştur. Nitekim, sermayenin, “altın çağ”da hayata geçirdiği mekanizmalarda bu şekillendirme gücünü yok etmeye dönük çabalar hiç de azımsanacak nitelikte değildir.
Burada akılda tutulması gereken ise, şekillendirme gücünün, bir sosyal kurtuluş programının taşıyıcısı olmaktan ziyade, önceki yazıda aktardığımız mekanizmalar aracılığıyla, yani sermaye ve kapitalist devlet eliyle, sistemin sürekliliğini sağlayacak biçimde işlevsel kılınmış olmasıdır.
Nitekim, kapitalizmin bugün ulaştığı düzey, yukarıda bahsedilen başarının kısmi zamanlı olduğunu doğrulamış durumda.
Bir sosyal mühendislik olarak “altın çağ”
Kapitalizmin yeniden krize girdiği 1960’ların sonu 1970’lerin başında, sadece Avrupa ve ABD’de değil dünyanın farklı parçalarında da önemli kıpırdanmalar olduğu, işçi sınıfı hareketine ek olarak toplumsal muhalefetin farklı bileşenlerinin uç vermeye başladığı doğru.
Nitekim “altın çağ”, batı-merkezci (modernleşmeci), emperyal ve cinsiyetçi olmanın yanında, işçi sınıfının belirli bir kalifikasyon / gelir düzeyine sahip, beyaz ve erkek kesimlerinin örgütlenmesine dayalı olarak inşa edilmiştir. Bu anlamda, ırkçı, cinsiyetçi ve işçi sınıfı içerisindeki tabakalaşmayı derinleştiren bir sosyal yapıdır.
Öte yandan, bir önceki yazıda bahsettiğimiz ve “altın çağ”ın en önemli belirleyicilerinden birisi olan “üretkenlik siyaseti”, tarihçi Charles Maier’in tanımıyla, sınıf çatışmalarını, üretkenlik artışı ve ekonomik büyümenin sürekli kılınması yoluyla kontrol altına alma siyaseti, üretim / emek sürecinde katı bir iş disiplinine, yoğun artı değer üretimine dayanmaktadır.
Dolayısıyla bir “refah devleti” olarak fetişleştirilen “altın çağ”, sadece üretim sürecinde değil, emek gücünün yeniden üretim sürecinde de işlevsel kılınan bir sosyal mühendisliktir ve karşıt eğilimin açığa çıkması da uzun zaman almaz.
“Altın çağ”a topyekün direniş!
1960’ların ortalarından itibaren sermayenin, düşen kâr oranlarını, üretkenliği, dolayısıyla artı değeri arttırarak, üretim organizasyonunu da (iş disiplinini) bu çerçevede yapılandırarak telafi etme çabasına karşı patlak veren ve İtalya’dan ABD’ye kadar geniş bir alana yayılan grevler / iş durdurmalar üretim sürecinde açığa çıkan direnişlerdir.
1968 ile şekillenen isyan dalgası ise, eril, ırkçı ve katı disipline dayalı “altın çağ”da, cinsiyetçilikten çevreye, “üretkenlik siyaseti”nin bir yansıması olan disiplinin yeniden üretim alanında da yüceltilmesine karşı oluşan “özgürlük” söylemine kadar geniş bir zemine yayılır.
Bir başka ifadeyle yeniden üretim süreçleri de direnişten payını alır.
Tüm bunların, “üçüncü dünya” olarak da tanımlanan eski sömürge / yeni bağımsız ulus devletlerde de karşılığı vardır elbet. İlerleyen zamanlarda bağlantısızlar hareketinde somutlanacak olan anti-sömürgecilik, şehir ya da kır gerillası pratikleri bu karşılığın en önemlileridir. Sınıf mücadelesi ile yan yana…
1950’lerin sonundan itibaren Küba’dan Hindistan’a, Angola, Zimbabwe ve Mozambik’ten Vietnam’a, Türkiye’ye kadar genişleyen bir coğrafyada açığa çıkan devrimci, radikal hareketler… Ve bu hareketlerin yanında beliren radikal sınıf hareketleri…
- 1961 yılında Kazablanka’da, Afrika ülkelerinin devrimci sendikaları tarafından bir bütün olarak Afrika kıtasında faaliyette bulunmak üzere kurulan Tüm Afrikalı Sendikalar Federasyonu (AATUF),
- Güney Afrika’da ırkçı rejime karşı mücadele eden Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) ve Güney Afrika Komünist Partisi’nin (SACP) yoldaşı olan Güney Afrika Sendikalar Kongresi (SACTU),
- Angola’da Angola Halk Kurtuluş Hareketi (MPLA), Mozambik’te Mozambik Kurtuluş Cephesi,
- Latin Amerika’nın sadece ulusal kurtuluş örgütleri, gerillaları değil, radikal sendikaları,
- Ve Türkiye’de Kavel direnişi (1963), Sungurlar Kazan Fabrikası Grevi (1964), Kula ve Yün Mensucat direnişi (1965), Paşabahçe grevi (1966) gibi direnişlerin ardından DİSK’in kurulması (1967), 15-16 Haziran 1970 ayaklanması,
- 1965’te Meclis’e 15 milletvekili gönderen Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) parlamentarizmini gerçekçi bulmayan devrimcilerin yürüttüğü gerilla mücadelesinin kırda ve kentte önemli bir örgütlülük düzeyine ulaşması, imkansız gibi görüneni gerçek yapma çabası,
bu bağlamdaki örneklerden sadece birkaçıdır.
“Tarihin sonu”nun sonu!
Yukarıda sayılan ulusal kurtuluş hareketlerinin önemli bir kısmı, zaman içerisinde ‘ulusal kalkınmacılık’ ya da ‘milli demokratik devrim’ söylemleri eşliğinde, içinde yeşerdikleri ülkenin ulusal sermayesinin(!) artı değer yaratma pratiklerinin taşıyıcısı haline geldi.
Öte yandan, bugün dünyanın vardığı noktadan da görüleceği üzere, sermaye, yeni kâr alanları yaratarak, üretim / emek süreçlerini dönüştürerek ve nihayetinde işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtarak, kendi suretinde bir dünya yaratmayı becermiş görünüyor.
Ve deneyimlediğimiz üzere, bu dünya pek de masum görünmüyor.
Bununla birlikte, 1990’larda sermaye ideologları aracılığıyla popülerleşmiş bir ifadeyle söyleyecek olursak, “tarihin sonu” henüz gelmiş değil.
Nitekim, bu ideologlardan birisi olan Francis Fukuyama, 1989’da tarihin sonunu ilan ederek toplumsal sorunları “liberal demokrasi”nin erdemlerine havale ettikten bir kaç sene sonra, 2004’te, ABD’nin Irak’a müdahalesinden hemen sonra, Devlet İnşası’nı yazacak, liberal piyasaları yönetecek “yönetişim” pratikleri sergileyen “etkin devlet”i inşa edebilen ülkelerin başarılı olacağını söyleyecekti.
Foreign Affairs dergisinin Eylül / Ekim 2018 sayısında yayımladığı “Kimlik Politikasına Karşı: Yeni Kabilecilik ve Demokrasinin Krizi” başlıklı yazısında ise, günümüz dünyasının birbirine karşıt eğilimde olan, aşırı merkezileşme ve sonsuz parçalanma distopyasına doğru ilerlediğinin altını çiziyor ve soruyor: Farklılıklar ortak bir amaca ve liberal demokrasinin güçlenmesine nasıl hizmet edebilir?
Fukuyama ve benzerlerinin bu yöndeki beyanlarının, adına “liberal demokrasi” denen şeyin, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin üzerinden geçen, çok değil, otuz yılda, sermayenin dünyayı neye çevirdiğinin üstü kapalı bir kabulü olarak okumak da mümkün.
Distopyaya karşın, ütopyanın ya da ‘imkansızın’ gerçek hale getirilmesi ise hala güçlü bir seçenek.
Bu noktada bu yazı dizisinin ilk bölümünde bahsedilen Emek Çalışmaları Gurubu’nun analizlerinin diğer ögelerine de bakmak önem arzediyor.
Yeni toplumsal muhalefet dalgası
Bu bağlamda, dikkat çeken noktalardan ilki, savaş – direniş denkleminin işlemeye devam ettiği. Bu tespitin en önemli göstergesi, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte açığa çıkan toplumsal muhalefet dalgası.
Kuşkusuz bu yükseliş, sermayenin 1990’lar boyunca sürdürdüğü sert saldırıya karşı, dünyanın farklı yerlerinde açığa çıkan tepkilerden bağımsız değil.
- 1994 yılında Meksika’da çıkan iç savaş ve Zapatista hareketinin yükselişi,
- Asya krizinin tahribatına karşı Endonezya’da patlak veren gösteriler,
- 2000’lerin başında Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı başlayan ve Prag’dan Roma’ya Quebec’e kadar genişleyen isyan dalgası,
- Arjantin’de 2001 krizi sonrasında beliren muhalefet,
- Peru’da neoliberal reformlara karşı gelişen direniş,
Ve nihayetinde, 2003 yılında, ABD’nin Irak’ı işgaline karşı, dünyanın yüzlerce şehrinden milyonlarca insanın katılımıyla, sendikal hareketin de önemli desteğiyle gerçekleştirilen, dünya tarihindeki en büyük gösterilerden birisini gerçekleştiren savaş karşıtı hareket.
Direnişte coğrafi kayma…
Bu noktada şu notu düşmek gerekiyor: Yukarıda ifade edilen direniş dalgası toplumsal muhalefetin yirminci yüzyılın en yüksek noktalarından birisine çıktığı 1940’lardan önemli farklar taşıyor.
Bunlardan ilki, coğrafi kayma, ki bu da Emek Çalışmaları Gurubu’nun analizlerinden bir başkası.
Özellikle işçi sınıfı eylemlilikleri, batılı – gelişmiş kapitalist ülkelerden, geç kapitalistleşmiş ülkelere doğru kaymış durumda. Çin’den Brezilya’ya, Güney Kore’den Güney Afrika’ya, Hindistan’a kadar geniş alana yayılan direniş havzalarında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilmiş, korporatist, geleneksel, resmi emek hareketlerinden farklı, militan, yaratıcı bir sendikal hareket belirmiş durumda.
Üstelik bu sendikal hareket geleneksel emek hareketinin mücadele alanı dışında kalan kimi talepleri içermeyi, bu talepler etrafında örgütlenen hareketlerle bir araya gelebilmeyi, onların gündemleri ile kendi gündemlerini birleştirebilmeyi başarmış durumda.
- Güney Afrika’da, ülkenin en militan sendikası Metal İşçileri Sendikası (NUMSA) ile omuz omuza süren süregiden ‘İklim Adaleti’ hareketi,
- Brezilya’daki asgari ücret kampanyası ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi,
- Arjantin’deki ‘Gelir Dağılımı Adaleti’ mücadelesi,
- Namibya’da süregiden Temel Gelir Ödemesi inisiyatifi bunlardan bazıları.
Kimilerinin sosyal hareket sendikacılığı olarak da tanımladığı, alternatif eylem biçimlerinden alternatif örgütlenme anlayışlarına, toplumsal muhalefetin diğer ögeleri ile kurulan ilişkilere kadar çeşitlenen bir direniş yelpazesi bu.
Sermayenin 1970’lerin krizine bir yanıt olarak yeni coğrafyalara yayılmasından, bunu yaparken de, David Harvey’in de işaret ettiği, kapitalizmin erken dönemlerinin “ilkel birikim”ine benzer bir şekilde açığa çıkan “mülksüzleştirme yoluyla el koyma” gerçekliğine dayanarak hareket etmesinden bağımsız değil.
Nitekim dünya sanayi üretiminde “gelişmekte olan ülkeler” öne çıkmış durumda ve bu gerçeklik bu coğrafyalarda, sadece kırdan kente göç sonucunda açığa çıkan kentli bir işçi sınıfının oluşumuna değil, mülksüzleştirme yoluyla el koyma pratiklerine bağlı olarak toplumsal muhalefetin farklı dinamiklerinin ortaya çıkmasına da yol açmış durumda.
Rize’de HES’lere karşı direnen yaşlı teyzelerden Amazon’un köylülerine uzanan ve “sınıf dışı” olarak tanımlansa da, aslında, sermayenin daha fazla birikmesinin yarattığı tahribata, “mülksüzleşme yoluyla birikim”in sonuçlarına karşı oluşan hareketler, devinimler bunlar.
Geleneksel emek hareketinin sanayileşmiş ülkelerde karşı karşıya kaldığı krizi de, dizinin birinci bölümünde bahsedilen “resmi sendikacılık” anlayışının yanında, üretim süreçlerinin dönüşmesi ve üretimde açığa çıkan coğrafi kayma sonucunda sendikaların kan kaybetmesi ile ilintili olarak düşünmek gerekiyor.
“Gelişmiş ülkeler”de toplumsal muhalefetin “sosyal hareketler” olarak tanımlanan dinamikler biçiminde açığa çıkması da ne bundan bağımsız ne de, kendi özgünlüğü içinde, bu ülkelerde de süregiden mülksüzleşme yoluyla birikimden.
Bizler için asıl soru mu? Toplumsal muhalefetin bütün dinamiklerini, devinimini kapsayacak bir odağın nasıl yaratılacağı… Distopyanın ütopyaya nasıl dönüşeceği!
Önceki yazı: