Bu dönemeçte Kürt Hareketi’nin Türkiye’nin laik-demokratik sol güçleriyle ittifakı “müzakere masasının” payandası olarak değerlendirmekten çıkıp temel stratejik ittifak olarak ele alıp alamayacağı belirleyici önemde olacaktır
AKP-IŞİD koalisyonunun Kobane’yi işgal ederek Rojava devrimini ezmeye kalkışması ile birlikte Kuzey Kürdistan’da (Bakur) patlak veren halk ayaklanmaları Kürt hareketinde yeni bir sayfa açtı. Kürdistan’ı bölen devlet sınırları fiilen ortadan kalktı. Kürdistan’ın neredeyse bütün şehirlerinde polis denetimi elinden kaçırdı, sokaklar ve meydanlar isyancıların eline geçti. İsyancılar, PKK ve Öcalan dışında kimsenin inisiyatifini tanımayacaklarını ilan ederek yeni bir siyasi durum yarattılar. Başta Bingöl olmak üzere birçok şehirde isyancılar, Siyasal İslamcı çetelerle karşı karşıya geldi. Bazı kent merkezlerinde AKP ve SP binaları yakıldı, taşlandı. Kürt halkı Kobane’ye sahip çıkarken “Kürt gericiliğiyle” hesaplaşmayı da başlattı. İsyanın başında kurulan AKP- IŞİD eşitliği, Siyasi İslam’ın Kürdistan’daki bütün fraksiyonlarını içine almaya başladı. Kürdistan Devrimi’nin “iç savaş boyutu”, demokratik-laik Kürt hareketi ile “Kürt gericiliği” arasındaki bir savaş olarak şekillenmeye başladı.
AKP iktidarının Rojava devrimini ezme girişimi karşısında yalnızca Kürtleri bulmadı. Türkiye’deki AKP karşıtı cephe Rojava devrimiyle güçlü bir dayanışma yönelimine girdi. Haziran İsyanı ile Kürt hareketi arasında oluşan duygudaşlık, “Türk hareketi” ile “Kürt hareketi” arasındaki duvarlar, hem yoksul mahallelerde hem de büyük kentlerin merkezlerinde sarsılıyor. “Taksim”in yerine “Kobane” konularak atılan direniş sloganları, Kürt hareketinin siyasi ufkunu sınırlayan (Öcalan’ın deyişiyle) “sözde müzakere süreci”nin denklemlerinin yerini yeni siyasi denklemlere terk etmesinin artık günün görevi haline geldiğini gösteriyor.
Öcalan’ın 2013 Newrozu’nda “Barış ve Demokratik Çözüm Süreci” olarak adlandırdığı “Süreç”in, Erdoğan ve AKP tarafından “Kürt hareketinin tuzaklanması süreci” olarak planlandığı artık açıkça ortaya çıkmıştır. Karayılan’ın “AKP 2011’deki savaş konseptine geri döndü” biçimindeki belirlemesi, AKP’nin 2012’den beri Kürt hareketini “dolap”a sokmaya çalıştığı gerçeğinin kabul edilmesidir. Erdoğan, Suriye’deki iç savaşı körükleme stratejisinin başarısızlığa uğraması, Rojava Devrimi ve gerillanın alan hakimiyetiyle içine düştüğü siyasi krizi, yeni bir tasfiye stratejisini devreye sokarak aşma politikasını benimsemiştir. Erdoğan’ın bu politikayı uygulamak için benimsediği planın omurgasının, Kürt hareketini “masayla” oyalarken, Rojava devrimini Selefi çeteleriyle kuşatarak ezmek olduğu anlaşılmaktadır. AKP iktidarının bir türlü anlaşılamayan “Selefi aşkı”nın en önemli unsurunun Kürt düşmanlığı olduğu görülmektedir. Kendisini devlet iktidarına taşıyan “koalisyon ortağı” Gülen Cemaati’ne dahi tahammül edemeyen Erdoğan’ın Kürt muhalefetiyle “demokrat” bir ilişki içinde olması zaten mantıken mümkün değildi. Mantıken mümkün olmayanın gerçekte de var olmadığı Kobane saldırısıyla açığa çıkmış oldu. Özellikle yasal Kürt siyasetinde etkili olduğunu gördüğümüz “herkese faşist Kürde demokrat” bir iktidarın var olabileceği varsayımı da böylece çöktü.
Kobane’yi işgal girişiminin Türkiye Kürdistanı’nda ateşlediği isyanlar karşısındaki AKP politikası, sokağa çıkma yasağı, askerin devreye sokulması ve Siyasi İslam çetelerinin paramiliter (sözde “sivil”) güç olarak sokağa salınmasıdır. (Böylece, kontrgerillaya güdümlenmiş paramiliter aparatın sömürge tipi faşizmin ayırdedici bir unsuru olduğunu bir kez daha görüyoruz.) Ancak AKP’nin bu politikayla Kürtleri de sokağa saldığı güçleri de kontrol edemeyeceği bir başka sürecin düğmesine basmış olması hiç de uzak bir ihtimal değildir. Bu saatten sonra sorun Kobane’nin düşmesi veya düşmemesi değil, Rojava’dan Bakur’a yayılan Kürt İsyanı’nın kontrol altına alınıp alınamayacağıdır. Diğer taraftan Siyasi İslam çeteleri ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin militan kitlesi arasındaki çatışmanın bir “Kürt iç savaşı”na dönüşmesi halinde ortaya çıkacak siyasi durumun yönetilebilirliği tartışma konusudur. Ve son olarak Kürdistan’da ilan edilen fiili sıkıyönetimle devreye giren ordunun son dönemdeki “politik pasifliği”nin sürdürülemeyeceği tahmin edilebilir. (Bu noktada Öcalan’ın “Kobani’nin düşmesi yeni bir darbe sürecini başlatacaktır” şeklindeki kehanetinin daha günü dolmadan gerçekleşme yoluna girdiği söylenebilir.)
Bu koşullarda başta “ulusalcı”lar olmak üzere düzenin AKP dışındaki bütün siyasi merkezleri (hatta bazı AKP fraksiyonları), Kürtlerin Ekim İsyanı’nın iç savaş tonu taşıyan bir kargaşalık olarak kontrolden çıkmasını bekleyecekler ve kendilerine rol verecek bir darbe için ellerini ovuşturacaklardır. Oysa Türkiye’de faşizm ve iç savaş varken Türkiye Kürdistanı’nda demokrasi ve “toplumsal uzlaşma” olamayacağı gibi, Kürdistan’da faşizm ve iç savaş Türkiye’ye demokrasi ve “iç barış” getirmeyecektir. Haziran İsyanı’nın “ulusalcı” zehirlenmeden etkilenen kitlesini bu tehlikeli eğilime karşı uyarmak Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bugünkü acil görevlerindendir.
AKP iktidarı Suriye’de iç savaş çıkararak yarattığı bataklıktan çıkmaya çalışırken başka ve çok daha büyük bir yıkıma doğru sürüklenmektedir. Kobane direnişi Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ni yeni ve stratejik bir dönüm noktasına getirmiştir. Bu dönemeçte Kürt Hareketi’nin Türkiye’nin laik-demokratik sol güçleriyle ittifakı “müzakere masasının” payandası olarak değerlendirmekten çıkıp temel stratejik ittifak olarak ele alıp alamayacağı belirleyici önemde olacaktır.
Bu yazı sendika.org sitesinden alınmıştır.