MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Francis Fukuyama’nın liberal demokrasisi, onun da nihayet kabul ettiği üzere iflas etmiş durumda ve onun da itiraf ettiği üzere sosyalizmin geleceğin dalgası olduğuna dair emareler tüm bu karanlığın ve umutsuzluğun içinden her şeye rağmen beliriyor.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Bazı ezberleri, dogmalaşmaya karşı tetik durmak kaydıyla akılda tutmakta ve sık sık tekrarlamakta fayda var. Zira bu tip mihenkler, olup biteni anlayabilmekte, anlaşılanı ifade edebilmekte ziyadesiyle faydalı olabiliyor. Kriz dönemlerine ilişkin yaygınca bilinen şu Marksist tespitin de söz ettiğimiz üzere bir hükmü, kıymeti var olsa gerek; ‘Kriz dönemlerinde kitlelerin eğilimi bir sarkaç halinde sınıf bilinciyle, sağ popülizm arasında salınır’. Elbette açıklayıcı olabilmesi için bu tespite şu Marksist amentüyü eklemek gerek: Kitleler, sistem krizi ne denli derinleşirse derinleşsin, zulüm ve sömürü ne denli katmerlenirse katmerlersin, sınıf bilincini kendiliğinden edinemezler. Akışın bir anında ani bir aydınlanma ile sınıf bilincine ulaşmazlar. Kitlelerin, sınıf bilincinden söz edebilmek için olmazsa olmaz örgütlenme şartından bahsetmek gerekir. Kitleler ancak sınıfsal çıkarları ve hakları ekseninde örgütlenebildikleri ölçüde bir sınıfsal bilince ulaşabilir ve bu bilinç yaygınlaşabilir. Böylelikle bir kitle, yığın olmaktan kurtularak özne vasfı kazanarak, güç ve etki kazanabilir. Tam da burada bir ekleme daha yapmak gerekir. O da kitlelerin kendiliğinden örgütlenemeyeceğidir. Farklı formlarda örgütlenebilse bile devrimci bir özne etrafında kenetlenmemiş yığın örgütlenmeleri yine belirleyici olabilecek bir anlam, kıymet kazanamazlar. İşte tüm bunlar bizi en kritik noktaya; ‘Tarihte öznenin rolüne’ getirir. Devrimci özne tarihin ona biçtiği, zorunlu rolleri oynayamaması yahut bir devrimci öznenin inşa edilip, tarih sahnesine çıkamaması durumda sürecin içerisinde kaçınılmaz bir destinasyon olarak sağ popülizm, devrimci özneden de rol çalarak, kimi sol söylemleri diskuruna katıp istismar ederek galebe çalacaktır.
Gün itibariyle küresel olarak böyle bir varış noktasında olduğumuzu söyleyebiliriz. Kapitalizmin derinleşen krizi, gittikçe Sayın Fikret Başkaya hocamızın mühim tespitinde ifade ettiği üzere bir çöküş aşamasına geçmiş görünüyor. Öyle ki Sovyetler’in dağılmasının ardından “tarihin sonu”nu vaaz eden Fukuyama’nın dahi liberal dünyanın iddialarının iflas ettiğini ve ‘sosyalizmin geri dönmesi gerektiğini’ itiraf etmek zorunda kaldığı bir eşikte duruyoruz. Ne var ki derinleşen krize mukabil 2000’li yılların başında küresel ölçekte hız ve yaygınlık kazanan kitlesel işçi, öğrenci gençlik hareketlerinin yarattığı dalga üzerinden ivme bulan sol yükselişin enerjisi devrimci öznelerin inşa edilmemesi, özne iddiasındaki yapıların rollerini oynayamaması nedeniyle müesses nizamların legal solları tarafından heba edilip sönümlendi. Radikallik iddiasındaki kimi sol hükümetlerse Venezüella örneğinde olduğu üzere “Diriliş Ertuğrul” yayını seviyesine kadar gerileyerek, çöktüler. Yukarıda sözünü ettiğimiz dalganın körüklediği güçlü değişim arzuları ABD’de ilk siyahi başkan Barack Obama başta olmak üzere, Brezilya’da “Lula” da Silva’yı, Bolivya’da ilk yerli başkan Morales’i, Yunanistan’da Çipras’ı, İspanya’da PODEMOS’u ve dünyanın pek çok yerinde sol partileri iktidarlara taşıdı. Bu iktidarların yarattığı hayal kırıklıkları ve bahsettiğimiz özne eksikliği küresel çapta bir sağ popülizmin yükselişinin zeminini hazırladı. Bugün bu hükümetlerin olduğu yerlerde ve daha başka pek çok ülkede iktidarları sağ ve düpedüz faşist hükümetler aldı. Bugünün küresel gündemini artık İsveç’ten, Almanya’ya, Fransa’ya, Macaristan’a, Brezilya’ya şovenizmin, Nazizm’in yükselişi oluşturuyor. Yerküreye umutsuzluk ve kasvet hâkim durumda.
Öyle ki ülkemiz liberalleri ve sol liberalleri tarafından mütemadiyen gıpta ile örnek gösterilen İskandinav ülkelerinden İsveç’te dahi geçen ay içerisinde yapılan seçimler neticesinde Neo-Nazi kökenli bir parti olan İsveç Demokratları, oyların yüzde 17,6'sını alarak İsveç parlamentosunda üçüncü büyük parti oldu. İngiltere’de Corbyn’e, Amerika’da Sanders’a ve dünyanın pek çok yerindeki liberal-sol hareketlere ilham veren, İskandinav tipi Sosyal-Demokrasisinin kalesi olan ve uzun yıllardır parlamentosunda, merkez sol ve sosyal demokrat partilerin hâkim olduğu İsveç’te sol partiler yüz yılın en düşük oy oranlarını aldılar. İsveç, Sağ partilerinin göçmen karşıtı propagandalarla çizdikleri distopyaya teslim olmuş durumda. Kitleler, gerileyen Refah devletinin, her gün törpülenen kazanılmış sosyal hakların, yükselen suç oranlarının müsebbibi olarak göçmenleri görüyor. Yabancı düşmanlığı, hatta açık Nazizm her gün güç kazanıyor. Bu haliyle İsveç çöken alternatifiyle, bizlere makalenin başında andığımız tespitin tipik bir örneğini sunuyor.
Avrupa Birliği’nin amiral gemisi Almanya’da da benzer bir tablo söz konusu. Geçen ay içerisinde gerçekleşen seçimden önde çıkan Merkel olsa da Sosyal Demokrat Parti’nin 2. Dünya Savaşından bu yana en az oyu aldığı seçimin başarı hikâyesini yüzde 13 oy alan aşırı-sağ parti AFD yazdı. Seçimin kazananı artan Suriyeli ve Ortadoğulu mülteci göçüyle birlikte yükselen yabancı ve göçmen düşmanlığı oldu diyebiliriz. İsveç örneğini tekraren Almanya’da da kitleler, gerileyen refah devletinin, kaybedilmeye başlayan sosyal güvencelerin sorumlusu olarak göçmenleri görüyor. Bu korkuları ajite ve manipüle eden aşırı sağ propaganda şoven bir nefreti besleyip, örgütlüyor. Öyle ki Almanya’nın on yıllardır veba gibi mücadele ettiği Pegida’nın başını çektiği Neo-Nazi hareketler, pek çok şehirde özellikle de eski sosyalist Doğu Almanya şehirlerinde on yılların en kalabalık mitinglerini düzenliyorlar. Naziler Almanya’ya geri dönüyor ve onların yükselen dalgasının üzerine binen aşırı sağ ve milliyetçi partiler yeniden Almanya siyasetinin önemli bir aktörü ve hatta müesses nizamın bir parçası haline geliyorlar. Kıta’nın geri kalanında da tablo pek farklı değil. Macaristan, İtalya ve Avusturya’da peş peşe açıkça faşist partiler iktidarlara geldiler. Fransa’da Le Pen’in başına geçtiği aşırı sağ her seçimde ve her geçen gün gücünü artırmaya devam ediyor.
Dünya’nın geri kalanında durum hiç de farklı değil. En güncel örneğiyse Güney Amerika’nın en geniş yüzölçümüne ve en kalabalık nüfusuna sahip Brezilya’da eski Marksist gerilla geçmişlerine sahip Lula ve Dilma Rousseff liderliğinde uzun yıllardır süren sol hükümetler yerlerini 1964’ten 1985’e kadar ülkeyi idare eden askeri diktatörlüğün üst düzey bir subayı olan faşist Jair Bolsonaro’ya teslim etmek üzereler. Bolsonaro seçimin ilk turunda yüzde 47 oy alarak İşçi Partisi’nin Antakya göçmeni solcu adayı Fernando Haddad’a yüzde 20’den yüksek bir oy oranıyla fark attı. Ne var ki hiçbir aday yüzde 50’den fazla alamadığı için seçimler ikinci tura kaldı. Sol geleneğin güçlü olduğu Brezilya’nın Kuzeydoğu bölgesinin ve ülkenin dört yanındaki kadınların direnişine rağmen Brezilya’da kadın düşmanı, ırkçı, militarist bir lider iktidarı almak üzere. Tropikal Trump’ın yahut Amazon Duterte’nin ilham kaynaklarının da gayet açık olduğu görünüyor. Bolsonaro kıtanın kuzeyinde Beyaz Saray’ı işgal etmiş sağ popülizmin en kristalize olmuş misali olan Donald Trump’ın ve Filipinli kadın düşmanı, homofobik, aşırı milliyetçi diktatör Duterte’nin izleklerini takip ediyor. O da Brezilya’yı “yeniden güçlü” yapmaktan söz ediyor. Yükselen küresel Sağ dalganın enerjisiyle iktidara yürüyor.
Geçen yüzyılın başlarında da yerküremiz benzer bir ahval içerisindeydi. 1929’da patlak veren ve Büyük Buhran olarak anılan kapitalizmin büyük kriziyle birlikte, dünyayı sarsan şanlı Bolşevik devriminin yarattığı umutla, kurtarıcı Führer’lerin pazarladığı sahte umutlar arasında salınan kitlelerin sarkacı; Almanya’dan, Japonya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada karmaşık çözümlere karşılık basit görünen sahte çözümler sunan, bugün “yeniden büyük” yapmayı vaadeden demogaglar gibi “eski şanlı günleri” vaadeden manyetik liderlerin, yabancı düşmanı, soven, militarist propangandalarına sarkmıştı. O günlerde de dünyaya hâkim olan Sağ-popülist liderin çılgın vaatleri ve hevesleri tıpkı yaşadığımız bu günlerde olduğu gibi dünyamızı önce kaotik bir belirsizliğe, büyük insanlık suçlarına, peşinden de büyük bir felakete; İkinci Paylaşım Savaşına sürüklemişti.
Hülasa bugün içinde bulunduğumuz Dünya, 1930'larda olduğu gibi, aşırı sağ güçlerin saldırgan olduğu ve ilerici demokratik siyasetin ve sol, sosyalist güçlerin kaderinin dengede kaldığı bir tarihsel eşikte duruyor. Yazının başında da andığımız üzere Francis Fukuyama'nın liberal demokrasisi, onun da nihayet kabul ettiği üzere iflas etmiş durumda ve onun da itiraf ettiği üzere sosyalizmin geleceğin dalgası olduğuna dair emareler tüm bu karanlığın ve umutsuzluğun içinden her şeye rağmen beliriyor. Gelecek için, karanlık kafalı güçlü liderlerin yönettiği karanlık taraf imparatorluk hayalleri kuruyor olabilir. Karanlık derin kasvetle her yeri sarıyor gibi görünebilir ama bir ezberi daha hatırlamakta fayda var: Gecenin karanlığının en derin olduğu an, aynı zamanda şafağın atmasına en yakın olduğu andır. Tarafımızın hâkim olacağına dair bir garanti yoktur; kararlılık, tutku ve bilgeliği birleştirecek şekilde direnmediğimiz sürece kesinlikle kaybedeceğiz. Ya da tam tersi!
Ve tarih kulağımıza şunu fısıldıyor: “Ya Sosyalizm ya Barbarlık!”