MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Dünya çapında genel olarak spor, Avrupa, Latin Amerika ve Afrika coğrafyalarında özel olarak futbol; dev propaganda mekaniğinin, “kültür endüstrisinin” önemli bir parçasını oluşturuyor. Üst düzey profesyonel futbolun artık tepeden tırnağa bir medya işi olduğunu söylemek hiç de abartılı bir ifade olmayacaktır.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Bilindiği üzere liberal ve muhafazakâr yazında propagandadan söz açıldığında haklı olarak Hitler Nazizm’ine ve diğer yandan bir çarpıtma olarak Sovyetler’e ve özellikle Stalin’e atıf yapmak yaygın bir adettir. Kapitalizmi, “Açık toplum” peşrevleri eşliğinde “Hür dünya”, geri kalan toplum biçimlerini ise peşinen totalitarizm olarak etiketleyen Soğuk Savaş propaganda sistematiğinin mirasçısı bu tutumlar halen yaygınlığını sürdürüyor. Elbette bu tutumlar sistemli çarpıtmanın ve kitlesel aldatma yöntemlerinin bir parçası; zira günümüz insanı, insanlık tarihinin en yoğun propaganda mekaniğinin boyunduruğunda yaşıyor.
Toplumlar tarihin hiçbir döneminde bu denli yoğun, yaygın biçimde propagandaya maruz kalmamışlardı. Her an, bulunduğumuz her yerde, video kliplerden, billboardlardan, dizilerden, filmlerden, televizyon açık oturumlarından, radyo bültenlerinden, bilgisayar monitörlerinden televizyon ve akıllı telefon ekranlarından, okullardan, otobüs duraklarına kadar, hatta yatak odamızın içine değin sürekli bir biçimde üzerimize propaganda boca ediliyor. Durmaksızın arzu üreten ve bu arzuyu asla sonuca varmayacak şekilde asılı tutan, ezeli ebedi vaat döngüsü içerisinde dahi etkisi günden güne artan sistemli bir manipülasyon sarmalı içerisinde, nasıl düşünmemiz gerektiğinden, nasıl giyinmemiz gerektiğine kadar uzanan bir telkinler ve yönlendirmeler cenderesi içerisinde yaşıyoruz.
Kapitalist- emperyalizm çağın bir adı da “propaganda çağı” olsa gerek. İşte bu çağda açıkça sermaye denetimindeki medyalar bir sistem meydana getirirler ve bu medyalar birlikte ve solo halinde, su götürmez bir söz birliği içerisinde insanları etkin düşünme yetisinden, hayal gücünden, kendisi olmaktan ve etkinlikten mahrum kalmış birer seyirciye, müşteriye dönüştürmek için tam motor gücüyle çalışırlar. Tüm bir dünya halklarını “inançsız tüketiciler enternasyonali” şemsiyesi altında birleşmeye çağıran, bireyi, sınıfları ve zümreleri birer istatistik unsuruna indirgeyen, toplumu “bütünleşmiş” bir kalıba döken bu sistem tarihin gördüğü en sofistike, katı totaliter toplum biçimidir. Bu totaliter simülasyondan bir an olsun uyanmasını başarabilen günümüz insanının en çok duyduğu his, aldatılma hissi ya da düpedüz dolandırılıyor olduğu kanısı ola gerekir. Zira bu dev simülasyonun ya da prodüksiyonun tüm ihtişam ve kudretine rağmen bir yandan da anlatılan hikâye ile her birimizin yaşadığı yaşam tecrübesi arasındaki makas, anlık uyanmalara /ayılmalara olanak verecek ölçülerde genişliyor.
Geçtiğimiz Cuma akşamı oynanan Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşmasının, müsabakayı takip eden milyonlarca seyircinin hatırı sayılır bir bölüğünde, yukarıda bahsini etmeye çalıştığımıza benzer biçimde aldatıldıklarına, dolandırıldıklarına dair hislerin uyanmasına vesile olduğunu söyleyebiliriz. En azından kendi adıma Galatasaray’ın oynadığı en son maçtan Cuma akşamına kadar geçen zaman içerisinde bu karşılaşmayı içten içe heyecan ile bekleyen biri olarak, bende söz ettiğimiz hislerin uyandığını söyleyebilirim. Dünya çapında genel olarak spor, Avrupa, Latin Amerika ve Afrika coğrafyalarında özel olarak futbol; yukarıda kabaca bir özetini vermeye çalıştığımız dev propaganda mekaniğinin, Adorno ve Horkheimer’dan ödünç alarak söyleyecek olursak “kültür endüstrisinin” önemli bir parçasını oluşturuyor. Üst düzey profesyonel futbolun artık tepeden tırnağa bir medya işi olduğunu söylemek hiç de abartılı bir ifade olmayacaktır. Bu ifadeler memleketimiz için de aynısıyla geçerli durumda ve bu düzlemde Fenerbahçe-Galatasaray karşılaşmaları her iki takımın durumları ve konumlarından bağımsız olarak her yılın en önemli medya olayını oluşturuyor. Fenerbahçe ağırlıklı olarak, birer popüler kültür fenomeni olan bu iki kulübün başarıları da başarısızlıkları da medya için hatırı sayılır derecede malzeme sağlıyor. Milyonların ilgisini çekiyor hatta peşinden sürüklüyor. Söz konusu medya işi ve bu işin oluşturduğu devasa endüstri, ağırlıklı olarak bu iki kulübün rekabetine yaslanıyor. Diğer kulüpler bu iki kulübün rekabetinin üzerine kurulan medya işinin yarattığı anlatıda yan rolleri ve figüran rollerini üstleniyorlar diyebiliriz.
Bu nedenlerden ötürü Fenerbahçe ve Galatasaray’ın durumlarından ve bu iki kulübün karşılaştıkları müsabakalardan yola çıkarak memleket futbolunu anlayabilmemiz mümkün olabiliyor. Dünyada da Türkiye’de de bir medya işi olarak üst düzey profesyonel futbol işinde büyük para var. Büyük, denetimsiz, ucuz, kolay para var. Tabiatı gereği de büyük avanta var. Büyük çaplı üç kağıtçılık, manipülasyon ve aldatma var. İşin pek çok veçhesiyle beraber kitlesel aldatma boyutu da bir yanıyla burada başlıyor. Cuma akşamı oynanan karşılaşmada iki takımın ayyuka çıkan skandal boyutundaki yetersizlikleri işte bu kitlesel aldatılmadan anlık da olsa ayılmaya vesile oldu. Bu sıralar medya akışında epeyce hacim kaplayan Kaşıkçı cinayeti vesilesiyle yeniden alevlenen Ortadoğu’daki hegemonya mücadelesinde AKP ile aynı safta duran Katar’ın Medya devi BEİN SPORT, AKP ile olan ilişkileri nedeniyle Türkiye Liginin yayın haklarına pazar değerinin çok üzerinde fahiş bir meblağ ödedi. Kendi içinde tutarlı olarak ve doğal olarak da BEİN SPORT’tan futbol yorumcusu olarak maaş alan ancak aslında BEİN GROUP’un pazarlama, satış elemanı olarak çalışan futbol yazarları bizleri izlediğimiz şeyin para ödemeye, zaman harcamaya değer bir şey olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Fenerbahçe zaviyesinden sahanın belirli bir bölümüne iri kıyım 11 yetişkin erkeği dizerek aradan su sızdırmamaya çalışmanın milyonlarca Euroluk maaşlara denk gelecek bir “uzmanlık” gerektirdiğine; Galatasaray zaviyesinden ise oyun eşitlenince doldur-boşalt olarak adlandırılan ilkel mancınık taktiğine başvurmanın bir zekâ gerektirdiğine, bu zekâya ancak “seçkin” kimselerin haiz olabileceğine seyircileri ikna etmek için kırk dereden su getirdiler. Elbette kendi iç mantığı içinde düşünüldüğünde bunda yadsınacak herhangi bir şey yok. BEİN GROUP yatırımını korumaya çalışıyor. Bu amaç için BEİN GROUP’tan maaş alan çalışanları da bu ereğe hizmet ediyorlar.
Ne var ki bir an olsun ayıldığımızda ve bu mantığın dışına çıkabildiğimizde bizler gibi milyonlarca sıradan izleyici için yadsınacak pek çok durum söz konusu durumdadır diyebiliriz. Türkiye’deki futbolun katalizörü durumda olan üç büyük İstanbul kulübünün toplam borçları nerdeyse 1,5 milyar Euro’ya ulaşmış durumda. Bu akıl dışı harcamaların neticesinde elde edilen nihai ürünlere ve inşa edilen organizasyonlara baktığımızda masraf ve sağlanan fayda açısından ortada yine akıl dışı bir uçurumun olduğunu anlayabilmek için futbol uzmanı olmaya hacet olmasa gerek. Dev bir ekonomi; içinden çıktıkları topluma minimum düzeyde bile fayda sağlamayan, ülke gençliğine nerdeyse hiçbir imkân sağlamayan, dar bir çevreye astronomik gelirler kazandıran neredeyse paravan şirketlere dönüşmüş kulüplerin bayat ve yavan seyirliklerine aklı alınmışçasına seyirci ve müşteri olmamız için; Michel Frey, Ömer Bayram’ı az rastlanır atletler, en ufak bir zekâ parıltısı göstermeyen mafyatik tavırlar içindeki maço antrenörleri “efsanevi teknik direktörler” zannederek söğüşlenmemiz için işletiliyor. Birbirlerine artık karşılıksız çek vermeye başlayan kulüplerin borçlarının boyutu dahi düşünüldüğünde en az 1,5 milyar Euroluk bir paranın kulüp yönetimleri, onlarla iş bağlantılı çıkar grupları hatta akraba-eş-dostları, futbolcu menajeri adı altında avantacılık yapan komisyoncular ve benzerlerinden oluşan dar bir çevre tarafından yağmalandığını anlamak güç olmasa gerek. Milyonların yarattığı imkânlar ve zenginlik bir avuç azınlığa peşkeş çekiliyor. Söz konusu olan meblağların ve kaynakların daha fazla insanın spor yapma imkânlarına kavuşması için daha sağlıklı bir toplum yaratmak için harcanması durumunda ortaya çıkabilecek toplumsal faydanın yaratacağı olanakları, imkânları düşünmemizin zamanı gelmiş olsa gerek.
Bitirirken, pasifize eden, alıklaştıran, aptallaştıran mekaniğin bir başka neticesine de değinmek isterim. 70’li yılların başından 80’li yılların ortalarına kadar uzanan bir süreçte Galatasaray şampiyonluk kazanamamıştı. 1987 yılında yeniden şampiyonluğa ulaşan Galatasaray tribünlerinin en revaçta tezahüratı 1980 darbesinin mottolarından biri olan “ya sev ya terk et” sloganının popüler kültür mecrasında yeniden üretilmiş bir biçimi olan “seni sevmeyen ölsün” isimli bir arabesk şarkıydı. Şarkıya adını da veren nakaratı hiçbir şartta bir sevgi ifadesi değildir. Yıllarca Galatasaray tribünlerinde bir mecaz olarak terennüm edildiğini düşündüğümüz bu habis söz öbeği Cuma akşamı ilk kez gerçekten yaşamını yitiren genç bir insan için söylendi. Galatasaray tribünleri 22 yaşında kalp krizinden yaşamını yitiren Fenerbahçe taraftarı gencin vefat haberinin duyulmasının ardından hep bir ağızdan bu tezahüratı dakikalarca bağırdı. İşte bu aptallaştırmanın, alıklaştırmanın böyle kitlesel kötülüklere meyleden, onları tetikleyen veçheleri de söz konusu oluyor.