SEÇTİKLERİMİZ – L. Doğan Tılıç’ın Birgün’deki yazısı: “Kural bir kadını hiç sevdi mi, bilmiyorum. Sevdiyse ve ona sevmek denirse, “Ya benimsin ya da kara toprağın” türünden hegemonik, marazi bir sevme olmalı. Sevdiyse, onun sevgisi “Ş kapısı”ndan geçememiş bir sevgidir. Öyleyse, yazık, hiç seviŞememiş ki! SeviŞebilen bir sevgide şiddet olmaz!”
L. DOĞAN TILIÇ
Pazar günü, biz A. Kural’ın Sıla’ya uyguladığı şiddete dair çok sayıda haber okurken, sosyalist hareketin çilekeş önderlerinden, 69 yıllık yaşamının 22.5 yılını cezaevinde geçirmiş Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölüm yıldönümü anması vardı. Medyanın pek yer vermediği bir anma!
Ayağını bu topraklara basan ve bu toprakların dilini kullanmayı en iyi bilenlerden biri olan Dr. Kıvılcımlı’nın bütünüyle dilimize dair bir inceleme olan “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” makalesi; “Her Türk’ün açıkça anlayacağı sözcükler kullanıldığında, gençlerin, ağızlarının tadı kaçırılmışca ekşidiğini görüyorsunuz. Öte yandan, uyduruk yazı diline başvursanız, …, anlaşma güçleşiyor.”, diye başlayan ilk cümleleriyle, onun “anlaşma”ya ne kadar önem verdiğinin kanıtıdır.
Bunun en çarpıcı örneği de, 15 Ekim 1957’de Eyüp Meydanı’nda yaptığı miting konuşması olsa gerek. O konuşmada, sosyalizmi cami cemaatinin anlayacağı şekilde öyle anlatır ki, mitingi takip eden polislerin savcıya aktardığı notlar onu şeriat propagandasından yargılatacak niteliktedir.
“Türkçenin Üreme Yolları”nı tartıştığı makalesinin, üreme aygıtı olarak 6 kapıdan söz ettiği bölümdeki, başka dillerde pek rastlanmayan “Ş kapısı”nı politikleştirmeyi seviyorum.
Türkçeye özgü bir sözcük üretme yöntemi olan “Ş Kapısı”ndan geçen sözcükler eşitlikçi bir nitelikler kazanırlar.
Misal, hegemonik ve tek taraflı bir eylem olan “öpmek” “Ş Kapısı”ndan geçerek “öpüşmek” olduğunda, bir tarafın değil iki tarafın birlikte yaptığı bir eyleme dönüşür. Aynı şekilde, “sevmek” de seviŞmek olduğunda iki kişinin eşitlikçi ilişkisi niteliğini kazanır.
İşte bu noktayı politikleştirerek; birkaç defa, sol siyasetin “Ş kapısı”ndan geçmesi; işçi ve emekçileri, yoksulları sadece seçim zamanları “görmek”le kalmayıp, onlarla sürekli “görüşmesi” gerekir diye yazdım.
Öldürmek, yaralamak ya da istismar etmek amacıyla güç kullanımı anlamına gelen şiddetin, kişinin doğasında olan, doğuştan genleriyle getirdiği bir özelliği olduğuna inananlardan değilseniz; şiddetin bir çelişki içerdiğini; belli bir zamanda, belli bir mekanda, belli aktörler arasında gerçekleşen bir bağlamsallığı olduğunu ve toplumsal olarak inşa edildiğini kabul edersiniz.
Kural-Sıla haberleri, şiddetin ne kadar her yere sinmiş olduğunu; hacı-hoca, sanatçı, profesör, kim olursa olsun “insan olamamış” adamlar tarafından ne kadar yaygın uygulandığını bir kez daha gözler önüne serdi.
Sıla’ya uyguladığı şiddeti, özür dilermiş gibi yaparak açıklamaya çalışırken, A. Kural, başlangıçtaki çelişkiye gönderme yaparak (kadın ne yaptı ki adamı çıldırttı), gerici/cinsiyetçi duygularla düşünmemizi istiyor.
Kural bir kadını hiç sevdi mi, bilmiyorum. Sevdiyse ve ona sevmek denirse, “Ya benimsin ya da kara toprağın” türünden hegemonik, marazi bir sevme olmalı.
Sevdiyse, onun sevgisi “Ş kapısı”ndan geçememiş bir sevgidir. Öyleyse, yazık, hiç seviŞememiş ki!
SeviŞebilen bir sevgide şiddet olmaz!
Ben A. Kural’ı Kardeş Payı ile tanıdım. Oğlumun her bölümünü internetten tekrar tekrar izlediği, bizi de izlemeye zorladığı, o yüzden jenerik müziği hâlâ kulaklarımda olan diziden…
Sonra, belki biraz da biri hemşerimiz diye, yine oğlum nedeniyle o ikilinin her filmlerinin ilk izleyenlerinden olduk.
Şu son şiddet haberleri ardından, Kural’ı sevmekten vazgeçti oğlum, “Bir kadını döven adamı sevmem” diyerek. Kim bilir, başka daha kaç kişiyle birlikte!
SeviŞmeyi beceremeyenler, çok şeyle birlikte, sevenlerini de yitirirler!
Dr. Kıvılcımlı’ya saygıyla.