“Küçük adam ne oldu sana?”(Hans Fallada)
Alman Sol Partisi Eşbaşkanı Katja Kipping, 23 Eylül 2014’de bir tartışmaya ve ilgili şüphelere son noktayı koyan önemli bir konuşma yaptı: “Toplumsal bir sağ’a kayışın tehdidi altındayız.”
Bilindiği gibi en son Almanya’da Sachsen, Thüringen ve Brandenburg’ta yapılan eyalet seçimlerinde klasik dengelerde ciddi değişim gözlemlenmişti.
AfD “Alternatif für Deutschland” (Almanya için Alternatif) adlı yeni bir parti, kuruluşunun birinci yılında % 10 oy potansiyeline erişmişti.
Bu parti, Nazi geleneğine ve sembollerine yakın NPD Partisinden küçük miktarda oy koparırken, tam tersi uçtan Sol Parti’den (Linke Partei) binlerce oyun kendisine kaymasını sağlamayı başarmıştı.
AfD’nin oy devşirdiği güçlerden bir diğeri ise, eski koalisyon ortağı olan FDP (liberal-demokratlar) idi.
FDP, ultra liberal politikaların savunucusu bir geleneksel parti olarak hızla taban yitirmiş ve genel seçimlerde geçerli olan % 5 sınırının altına inmişti. FDP’nin en azından kısa vadede toparlanma olanağı görülmediği gibi, bundan sonra da “yerden kalkamayacağı” kanaati siyasal yorumcuların neredeyse ortak fikridir.
AfD’nin kendisinden (gelecekte) asıl oy aktaracağı güç ise son 10 yılda sürekli hükümet liderliği yapan Merkel’in CDU’sudur.
Sözü edilen 3 parti de farklı karakterlerdeki partilerdir.
Peki o halde neden ortak bir biçimde AfD lehine oy yitirmektedirler?
Bu üç partinin ortak özelliği AB’ye (Avrupa Birliği) yönelik duruşlarındadır.
Aralarında nüans farklılıkları olsa da, bu üç parti AB’yi olumlamaktadırlar.
Sol Parti, elde ettiği % 8 oy potansiyelinin önemli kısmını eski DDR, yani Doğu Almanya toprakları üzerindeki seçmenlerden elde etmektedir. Alman Sol Partisi, kapitalizmin bir tür eleştirisini yapan, sosyalizan karakterli bir parti olmasına rağmen, Avrupa Birliği’ne kesin bir karşı duruş gösterememektedir.
AfD’nin temel belgilerini ve politikalarını kısaca hatırlayalım:
>>AfD, Avrupa para sistemine ve bu anlamda Euro’ya karşıdır (gerekirse DM para birimine dönmek).
>>AfD, Avrupa Merkez Bankası’nın, “çürük” borsa / hisse kağıtları satın almasına karşıdır.
>>AfD, Avrupa Bankacılık Birliği’ni, Transferunion’u reddetmektedir.
>>AfD, iç pazar ve daraltılmış bir Avrupa iç pazarı yanlısıdır.
>>AfD, Brüksel’in her şeyi belirleyen ve düzenleyen bürokratik hakimiyetine karşıdır.
>>AfD, Avrupa merkezileşmesine (bürokrasisine) ve ülkenin egemenliğinin sınırlanmasına karşıdır.
>>AfD, daha fazla doğrudan demokrasi istemektedir ve İsviçre örneğinde olduğu gibi doğrudan halk oylamaları yapılması yanlısıdır.
>>AfD, göç ve göçmenlik konularında “yabancı düşmanlığı” olarak algılanan bir çizgiye sahiptir ve Kanada’daki göç politikaları benzeri yasal düzenlemelerden yanadır.
AfD, Nazi sembollerinden arınmış, ancak aşırı sağ politikalara oturan bir partidir. AfD, Avrupa’daki benzerlerine kıyasla sahneye en son çıkmış olan ülke partisidir.
İngiltere’de UKİK, Fransa’da Le Pen’in Front National’i, Avusturya’da BZÖ ve hatta FPÖ, İtalya’da Umberto Bossi’nin Lega Nord’u (Kuzay Ligi) ve Hollanda’da PvF Partij voor Vrijheid ve PVV partisi, Polonya’da Lech Kaczynski’nin PiS (Adalet) partisi, Belçika’da Vlaams Belang (Flaman bloku), İsveç’te Sverigedemokraterna, Çek Cumhuriyeti’nde Usvit prime demokracie (Doğrudan Demokrasinin Şafağı), Rusya’da Paritija Rossii (Rusya’nın liberal demokratik partisi), Ukrayna’da SVOBODA, Norveç’te Fremskrittspartiet (İlerleme Partisi), Macaristan’da JOBBİK, Bulgaristan’da ATTAKA, Yunanistan’da Altın şafak, İsviçre’de SVP (İsviçre Halk Partisi) gibi partiler kısmi ve yerel farklılıklarına rağmen Alman AfD’nin ortak karakterindeki partilerdir.
AB karşıtlığı dışındaki en temel diğer ortaklıkları ise, çeşitli dozlardaki ırkçılıkları, İslam ve yabancı düşmanlıklarıdır. Hepsi de içlerinde aşırı dinsellik içermemelerine rağmen “rasyonal bir muhafazakarlık” özelliği taşımaktadırlar.
Aralarında bir organik “sağ enternasyonal” (henüz) kurmamalarına rağmen, Avrupa Parlamentosu içinde ve dışında görülür/görülmez onlarca bağ ile birbirlerine bağlıdırlar.
Bu partiler, 1930/40’ların üniformalı faşist partilerinden şeklen farklı, bu nedenle genel olarak “sağ popülist partiler” olarak adlandırılan, milliyetçi partilerdir.
“Sosyal karakterleri” zayıftır ama ortak düşman “Avrupa büyük sermayelerine” kısmi eleştirel karşı duruşları ile benzerlikler gösterirler.
Avrupa finans kapitalinin düzeninden huzursuz olan emekçi kitlelerin ve orta kesimlerin tepkilerini kendilerinde birleştirirler.
Bu özellikleri ile sol, anti-kapitalist ve sosyalist partilerden “rol ve taban” çalmayı çok büyük ölçüde başarmaktadırlar.
Eşitlikçilik yerine, “perfomansa dayalı bölüşüm”den yanadırlar, ezilen ve “öteki” lehine dayanışmacılık istemezler ve dinsel hoşgörü yerine “Hristiyan batılı değerlerin savunucusu”durlar.
Bu özellikleri ile sessiz çoğunluğun dili ve sözcüsü olmaya soyunurlar (popülist/pragmatik) ve bu yanıltıcı sanı ile kitleleri iknayı önemli ölçüde başarma eşiğindedir.
Avrupa Birliği’nin “ülke kurtarma operasyonları”na (örneğin Yunanistan için) karşıdırlar ve verimli (zengin) bir Avrupa’nın birliği fikrine daha yatkındırlar. Bu, “diğerlerini zenginliğe ortak etmeme durumu” örneğin İtalya’da gelişmiş Kuzey’in (Padania) diğer İtalyan bölgelerinden ayrılma talebi veya Macaristan’da JOBBİK’in Çingeneleri sosyal ve iktisadi olarak dışlama eğilimi gibi çarpıcı sonuçlar göstermektedirler.
Bu partiler içerisinden Almanya, Hollanda, İngiltere ve İsveç gibi “sırtı sağlam” ülkelerde kurulu olanları, bir “dar Avrupa’ya” razı gelmekte ve buna çağrı yapmaktadırlar.
Bu tür partilerin sürekli olarak siyasette zeminlerini genişletmelerine karşılık bizim bakışımıza göre önemli olan, söz konusu partilerin emekçi/yoksullaşan yığınları “ birer hırsız gibi, bizden çalmaları”dır.
Sol, anti-kapitalist ve sosyalist muhalif partilerin söz konusu bu tabanı kendi “toplum ve yaşam projeleri”ne kazanamaması, ancak tersine, Yeni Sağ’ın bunu başarması işin asıl düşündürücü tarafıdır.
Bu partiler genel olarak en az % 5 ve % 10 oy oranı aralığında yer tutmakla birlikte, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin de gösterdiği gibi, İngiltere’de UKİK’in % 27, Fransa’da Front National’in % 25, Macaristan’da JOBBİK’in % 20,5 (AB seçimlerinde % 14,7) oy almaları gibi, geleceğe büyük bir karamsarlıkla bakılmasına neden olan bir gelişme göstermektedir.
Yukarıda tanıtılan (yelpazenin tam sağındaki) bu partilerin Avrupa siyaset zemininde güç kazanmalarının yanı sıra, Avrupa siyasetinde bir bütün olarak (geleneksel partiler dahil) “sağa doğru topyekün kayış”a da, dikkat edilmelidir.
Bir kez daha vurgulamak isterim ki, bu partiler tarafından, Avrupa’da ne pahasına olursa olsun “göçün engellenmesi” için büyük gayretler gösterilmekte ve “ırkçılık” ile “yabancı düşmanlığı” en önemli ve çarpıcı motifler olarak kullanılmaktadır.
Avrupa parlamentosu seçimlerinin hemen ardından yazdığım (3 haziran 2014, siyasihaber.org) şu metni sizlere hatırlatmayı uygun görmekteyim:
“Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrasında sahneye çıkan en büyük ‘alamet’ artık çağ ve doku değiştiren yabancı düşmanlığıdır.
Bu yabancı düşmanlığı türünün, Avrupa / Akdeniz karasularında giderek daha sık yaşandığı gibi binlercesi ile boğularak ölen ‘mülteciler’ için hiçbir empati ve dayanışma duymayan biz ‘ötekileri’ biz kara kafalılar ve kara derilileri, bilinen ve alışılagelmiş nicelikten / içerikten öte başka bir ‘nitelikte’ ve sertlikle vurmaya başlayacağını artık görerek öğreneceğiz.
Göz önünde tutulması gereken asıl ‘alamet’ bu andan itibaren ‘demokratik’ makyajlı geleneksel Avrupa sermaye güçlerinin, şu an’a kadar ‘kaybedenlerin’ ideolojisi ve öz savunma silahı olan ‘yabancı düşmanlığını’ kendi argümanları yapmakta, ‘kendi yeni politika araçları’ yapmakta gaza basacaklarıdır.
Avrupa’nın yönetici geleneksel politika eliti, Avrupa Parlamentosu seçimleri ile su üstüne çıkan, somutlaşan bu ‘dipten gelen dalgaya’ aydınlanmacı hümanizmle karşılık vermekten vaz geçmek zorunda kalacaklardır.
‘Alamet’ bir karabasanın bilhassa ‘yabancı emekçiler’ için gelmekte olduğudur.
Avrupa kapitalizminin dümenini tutanların, seçimlerde: İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerdeki radikal sağ’a kayışın bir ‘saman alevi’ gibi yayılma gücünü ve ‘sıçramalı karakterini’ hesaba katmamalarını beklemek / ummak ve yalnızca pansuman tedavileriyle yetineceklerini var saymak aşırı derecede saflık olacaktır.
Avrupa’da seçim sonuçları tablosuna realist olarak bakan ‘kurulu düzen elitleri’ insanlığı bir kez daha satmaya karar vereceklerdir, asıl ‘alamet’ budur.”
Görüldüğü gibi “kara kara düşünmek” için bir konumuz daha var.
Sanırım ki günün sözü şudur: “Ya barbarlık, ya sosyalizm.”
25 Eylül 2014