Henüz Soma’da kaybettiğimiz canlarımızın acısı tazeyken bu kez İstanbul’da Torunlar Center’daki iş cinayetiyle sarsıldık. Ancak bu ikisi arasında ikisinden önce ve hatta şimdi işçi ölümleri hep devam etti, ediyor.
Son bir yıl içerisinde meydana gelen Soma ve Torunlar gibi facialar iş cinayetleri konusuna daha çok dikkat çekti. İnsanların aklına iş kazası mı, iş cinayeti mi? sorusunu daha çok soktu. Kapitalizmin yapısal sorunlarını, vahşi yüzünü en açık şekliyle ortaya çıkaran bu acılı katliamlar bize sınıf mücadelesi hakkında da bir şeyler söylüyor.
Soğuk Savaşın bitmesi ve sosyalist dünyanın dağılması ile kapitalizm seçeneksiz kaldığı bir zaman diliminde fütursuzca her şeye nüfuz etti. Tarihin sonu gibi tezlerle ABD ile sembolize edilen liberal demokrasinin tarihin ulaşabileceği son nokta olduğu tarihin akışı göz önüne alınmadan kabul edildi. Hatta liberal düşünürler işi proletaryanın yok olduğuna kadar götürdüler. Milenyum, sınıf savaşımlarının olmadığı yani kapitalizmin mutlak zaferinin yüz yılı olacaktı. ABD ve diğer emperyalistler bu özgüvenle dünyayı yeniden düzenlemeye, var olmadıkları her yerde kendi ekonomik ve buna dayalı olarak kültürel, siyasi ve askeri modellerini uygulamaya koymaya çalıştılar. Ortadoğu ve Avrasya bu anlamda ABD ve Batı emperyalistleri açısından uluslararası sisteme entegre edilmesi hayati olan coğrafyalardı. ABD’nin milenyum başındaki fetih hareketleri bu bağlamda meydana geldi.
ABD, Ortadoğu’daki stratejik hedeflerine ‘Ilımlı İslam’ projesiyle ulaşmaya çalıştı. İşçi sınıfı ise proleterleşme yeniden proleterleşme ile tarihin en büyük kitleselliğine ulaşırken örgütlülük açısından tarihin en dağınık dönemlerini yaşıyordu. İşçi sınıfının bu durumu burjuva liberal düşünürleri işçi sınıfının devrimci özne konumunu sorgulamaya yöneltti. 20. Yüzyılın sınıf savaşımları ve devrimleri tarihe karışmıştı artık onlara göre.
2000’li yıllarda Türkiye’de burjuvazinin yeni hamlesi: AKP
Ortadoğu’da bu stratejilerin başarılı olabilmesi için Türkiye kritik bir yerde duruyordu. Türkiye, ABD’li stratejisyenler tarafından Ortadoğu’nun Müslüman ülkelerine ‘model ülke’ olarak gösteriliyordu. Müslüman Ortadoğu ülkeleri ile Batılı güçler arasında köprü olarak tanımlanan Türkiye 2000’lerin başında bu amaçlara uygun bir yola girdi. Türkiye’de 2002’de kapitalizmle uyumlulaştırılmış bir Siyasal İslamcı parti olan AKP iktidara geldi. AKP iktidara geldiği günden bu yana hem emperyalistlerin Ortadoğu stratejisi için taşıyıcı olma misyonunu hem de Türkiye’yi Siyasal İslam ve neoliberal politikalar çerçevesinde yapılandırma misyonunu yürüttü. Neoliberal kalkınma projeleri kapsamında kamusal alanın tasfiyesini hızla gerçekleştiren AKP, işçi sınıfını örgütsüzlüğe ve güvencesizliğe sürükleme misyonunda da büyük oranda başarılı oldu.
İşçi sınıfı mensuplarının en çok oy verdiği parti olan AKP ilk yıllarında liberaller tarafından ‘ezilenlerin partisi’, ‘demokratik’ ve ‘devrimci’ parti gibi sıfatlarla anılsa da açık biçimde egemen sınıfların yani oligarşinin bir ittifakına dayanmaktaydı. Tekelci burjuvazi ve gelişmekte olan orta büyüklükteki ticaret burjuvazisinin taleplerini karşılamak için işçi sınıfına karşı geniş bir piyasalaşma saldırısını yürüttü. AKP’nin bu sınıf niteliğine rağmen geniş kesimlerin desteğini alabilmesi Türkiye’deki en güçlü siyasal hareket olan Siyasal İslam’a dayanması ve toplumsal muhalefetin zayıflığı sonucu mümkün olabildi. Siyasi alanda da eski iktidar seçkinlerini tasfiye etme konusunda bugün kanlı bıçaklı düşman olduğu Cemaat ile yaptığı ittifak sayesinde başarılı oldu.
AKP için bu pürüzsüz siyasal tablo perde arkasında sınıf çelişkilerini biriktiriyordu. Günümüze geldiğimizde 12 yıllık iktidarı süresince Türkiye’de egemen sınıfların özel bir ittifakı olarak var olan AKP’nin artık eski rahat konumunda olmadığı çok açık şekilde görünüyor. 2007 ve 2010 yılları AKP açısından kritik süreçlerdi. 2007 yılında Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla eski siyasi elitleri büyük oranda tasfiye ederken 2010 referandumu ile birlikte rejim, tek adamlığa doğru gidişte ivme kazandı. Liberallerin 2010’dan sonra otoriterleşme olarak gördükleri durum AKP’nin doğasında başından bu yana vardı. AKP’nin çelişkilerini veya çatışmalarını sınıfsal temelinden ayrı olarak ele alma yanlışlığı bu çelişkilerin gerçek doğasını açıklamaktan uzaklaştırır.
AKP, 2010 referandumundan önce de hatta liberaller tarafından “devrimci” olarak nitelendiği dönem de bile işçi sınıfına en vahşi saldırıların siyasi programını hayata geçiriyordu. Ancak Siyasal İslam’ın zinde bir iktidar gücü olarak hizmet görmesi ve toplumsal muhalefetteki dağınıklık ve örgütsüzlük bu çelişkilerin gündemde yer tutmasına mani oluyordu. AKP’nin iktidar ortağı Cemaat ile birlikte toplumsal ilişkilerde yükselttiği İslamcı dayanışma ağları toplumun dilencileştirilerek sisteme entegre olmasını sağladı. İşçi sınıfının örgütlü kesimlerinin ve sosyalistlerin bu dönemde atıl bir durumda kalması da bu durumu kolaylaştırdı. Ancak biriken sınıf çelişkileri patlamalara sebep oldu. Tekel direnişi, bu patlamalara en güzel örnekti. Türkiye’nin gördüğü en büyük isyan, kalkışma olan Gezi/Haziran İsyanı ise bunu su götürmez şekilde gösterdi.
Türkiye neoliberalizminde sınıf mücadelesi ve ‘Yeni Türkiye’
AKP’li yıllar Türkiye açısından yeni bir sürece tekabül ediyor. Bu ‘Yeni Türkiye’ AKP’lilerin söylediği gibi bir ‘Kutlu Yürüyüş’ ya da ‘Asr’ı Saadet’ mi? Yoksa Gezi’de Soma’da ve son olarak Torun’da gördüğümüz gibi çürüyen bir sistemin son demleri mi ? Bu soruyu cevaplamak için Yeni Türkiye’ye bir göz atmamız lazım.
AKP, ‘Yeni Türkiye’ söylemini Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması süreci için kullanmıyorlar. Bu söylem çok daha eskiye dayanıyor. AKP’nin 2002’de iktidara geldiği andan beri rejimi dönüştürmesi sürecine ve onlara göre bunun şahlanış noktası olarak Tayyip Erdoğan’ın devletin en büyük koltuğuna çıkması sürecini kastetmek için kullanılıyor bu kavram.
Tayyip Erdoğan nezdinden AKP’nin 12 yıllık yürüyüşü Türkiye’de neoliberal ekonomik düzenin ve buna bağlı olarak yeni piyasa ilişkileri ve yeni yaşam biçimlerinin kurulduğu bir dönem oldu. Tayyip Erdoğan kendisinden önceki ‘abi’lerinin yaptığı gibi ‘hak düzeni’, ‘hakça paylaşım’ gibi modası geçmiş söylemleri kullanmadı. Abilerinin aksine neoliberal programı uygulama konusunda üzerine düşen her şeyi yaptı. İşçi sınıfına saldırı konusunda taviz vermedi. Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar güvencesiz ve örgütsüz bir işçi sınıfı ortaya çıktı bu süreçte.
Bu sürecin Türkiye tarihindeki ve sınıf mücadelesi tarihindeki özgünlüğünü yukarıda açıkladığım gibi yanı sıra sayısal verilerle de açıklayabiliriz. Türkiye’de son 10-12 yılda halkın adım adım yoksullaşmasının yanında bir grup zenginin daha fazla zenginleştiğine, ‘orta sınıf’ diye tanımlanan kesimin çözüldüğüne ve işçi sınıfına katıldığına ve tabi ki böylesi bir sistemde kaçınılmaz olarak temel bir yerde duran işçi ölümlerine dair veriler verilebilir. Bu verileri çokça görüyoruz. Ancak bu verilerden sadece işçi ölümleri ile ilgili olanını ele almamız bile bize sınıflar hakkında bir şeyler söyleyebilir.
AKP döneminde işçi ölümlerinin 14 bini bulduğunu bunun yanı sıra en büyük sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma sürecinin yaşandığını söylememiz yeterli olacaktır. Neoliberalizmin temel çalıştırma biçimi olan taşeronlaştırma ile birlikte resmi rakamlara göre 1.2 milyon taşeron işçinin olduğu ülkemizde sendikalaşma oranı ise yine resmi verilere göre yüzde 10’un altında. Tabi resmi rakamların her zaman gerçeklerden daha azını söylediğini de göz önüne alıyoruz. Ayrıca Türkiye’de yine işsizliğin dev boyutlara ulaşması ve yarı zamanlı işçiliğin yaygınlaşması ile yedek işçi ordusunun çok büyük boyutlara ulaştığı bir dönem bu aynı zamanda. Bu veriler sadece tablolarda yazılan sayılar olarak durmuyor ne yazık ki. Ülkemizde işçi sınıfının durumu bu haldeyken ülkemiz egemen sınıflarının yine bu süreçte ciddi bir palazlanmaya girdiğini görüyoruz.
Her yıl açıklanan en zenginler listesinde ülkemiz kapitalistlerinin yer alması büyük bir övünç olarak sunuluyor. Orta büyüklükteki sermaye gruplarının bu süreçte kaydettiği yüksek kar oranları yine aynı övünce neden oluyor.(Torunlar GYO’nun açıklanan kar ve büyüme oranları). AKP’nin yeniden yapılandırdığı ekonominin iki temel lokomotifi inşaat ve enerji sektörünün işçi ölümlerinin en çok yaşandığı sektörler olması sınıf mücadelesinin açıklığını göstermiyor mu? Sermayenin en ciddi kar oranlarını gösterdiği bu sektörler ancak işçilerin taşeronlaştırılması, güvencesizleştirilmesi ve bunların sonucu olarak ölmesiyle mümkündür. İşçiler ölmeden bu büyük şirketler bu büyük karları elde edemezler. Bu yüzden işçi ölümleri sınıf mücadelesinin en açık göstergesidir. AKP’lilerin ‘kutlu yürüyüş’, ‘asr’ı saadet’ ve ‘yeni türkiye’ dedikleri şeyin aslında işçilerin kanıyla beslenen ve can çekişen bir sistem olduğunu her gün gösteriyor. Soma ve Torunlar Center katliamları AKP’nin sınıf niteliğini tüm toplumsal kesimler açısından en çıplak şekilde ortaya koymadı mı ?
AKP’li bakanların açılıştan açılışa protokolden protokole koşup şirket sahipleriyle birlikte kameralara gülümseyerek poz verdikleri o temel atma törenlerinin yapıldığı inşaatlarda işçilerin öldüğü ülkemizde AKP’nin egemen sınıfların siyasi temsilcisi olduğu ve bu sınıflar için nasıl bir özgünlüğü olduğunu tartışmak bile gereksiz gelebilir bu kadar açıklamadan sonra ama devam etmek gerek. Türkiye yine bu süreçte AKP eliyle gericiliğin toplumsal olarak en çok yaygınlaştırıldığı karanlık zamanları yaşıyor. Toplumsal gericiliğin yaygınlaşması egemen sınıf politikalarının uygulanmasının tabanını yaratıyor onunla çelişmiyor. AKP’nin Soma’ya ilk olarak hocaları göndermesi bunun en güzel örneği. Yine MİT ve polis teşkilatı bu dönem de halka saldırının entrümanları olarak yeniden yapılandırıldı. Torunlar Center’daki iş cinayetine ilk olarak çevik kuvvet polislerinin gitmesi de en güzel örnek.
“İşçiler iki şekilde gündeme gelirler: Ya ölerek ya da direnerek”
AKP’nin işçi sınıfının düşmanı olmasını ve egemen sınıfların özel bir siyasi temsilini gerçekleştirdiğini söylemek AKP karşısında güçlü bir toplumsal muhalefetin kurulması için gereklidir. Tabi ki toplumsal muhalefette AKP’nin burjuvazinin partisi olmadığını iddia eden yok. Ancak AKP’yi diğer siyasi partilerle aynı değerlendirip onun Türkiye’nin bu özgün döneminde aldığı özgün rolü tahlil edip buna karşı güçlü bir toplumsal muhalefet örme konusunda sıkıntı olduğu açık. AKP’nin farkını anlamak için hiçbir partinin cumhurbaşkanı olmadığını söylemek yeterlidir. Bu yüzden AKP karşıtlığı-sistem karşıtlığı gibi bir ayrımın bir gerçekliği yok. AKP karşıtlığını başaramayan bir toplumsal muhalefetin sistem karşıtlığı iddiasını taşıması imkansız bu süreçte. Bu sistem karşıtlığını AKP karşıtlığına indirgemek değil sistem karşıtlığının güncel stratejik noktasını belirlemektir. Toplumsal muhalefet açısından kapitalizme, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin yolu AKP’ye karşı şiddetli bir mücadele vermekten geçmektedir.
Tekel direnişinden Haziran İsyanı’na dek sınıf çelişkileri patlamalara gebe olduğunu gösterdi. İşçi ölümlerinin sistemin bir parçası halini aldığı günümüzde Soma ve Torunlar Center gibi katliamlar geniş bir toplumsal tepki yarattı. İş kazalarının cinayet olduğu toplumsal bir kabul gördü. Bu da şirket patronlarını savunmaya çalışan AKP’nin sınıf niteliğini gözler önüne serdi. Soma ve Torunlar Center katliamlarından sonra kendiliğinden tepkilerin hedefinde hep AKP vardı. Burada sendikaların işçi sınıfını kavrama konusunda ciddi eksiklikleri olduğunu söylemek gerekiyor. Toplumsal muhalefetin böylesi eksikliklerinin olduğu durumlarda işçiler ölerek gündeme geliyorlar ve devrimci sendikalar ancak işçiler öldükten sonra ölen işçilerin arkadaşları tarafından kurulabiliyor. Yine Torunlar Center’daki katliamdan sonra Halkalı’da inşaat işçilerinin çalışma şartları üzerinden gerçekleştirdiği isyan da bunu gösteriyor. İnşaat ve enerji, maden sektörlerindeki bu gelişmeler sınıf mücadelesinin kendiliğinden karakterinden kurtulup örgütlü bir halde yürümesinin artık elzem bir görev olduğunu gösteriyor.
AKP’nin hem iç politikada hem de dış politikadaki krizlerinin sistemin krizlerini oluşturduğu günümüzde güçlü bir toplumsal muhalefetin yaratılması hem çok da ha mümkün hem de elzemdir. Yoksa Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına çıkması ile birlikte herkesin beklediği gibi işçi sınıfı üzerindeki baskı ve faşizm artacak ve bu durum artık direniş olanaklarına değil ezilmelere yol açacaktır. Türkiye’nin dört bir yanında süren grevler, direnişler ve isyanlar varken bu duruma izin verilmemeli. Tayyip Erdoğan nezdinde egemen sınıfların saldırıları ancak işçi sınıfının örgütlü direnişi ile yenilgiye uğratılabilir. Halkalı’da çalışma koşullarının düzeltilmesi için isyan edip tüm taleplerini kabul ettiren işçilere seslenen bir avukat arkadaşın söylediği gibi işçiler iki şekilde gündeme gelirler: Ya ölerek ya da direnerek. Toplumsal muhalefet için de tartışılması gereken nokta bu. Ha! Unutmadan sınıf savaşımlarının ve devrimlerin geçmişte kaldığını söyleyen liberallere bu çağın savaşlar ve devrimler çağı olduğunu hatırlatmak gerek. Yeniden!