SEÇTİKLERİMİZ – Emet Değirmenci’nin Fikret Başkaya ile yaptığı Gazete Duvar’daki röportajı: “Bir dizi krizin birbirini azdırdığı bir durum ortaya çıkmış bulunuyor. Virüs bünyeyi sardı demek de mümkün. Ve mevcut durumu da zaten ‘kriz’ karşılamıyor. Artık söylemi değiştirmek, ‘çöküşten’ söz etmek gerekiyor. Zira, hiçbir şey eskisi gibi değil.”
Fikret Başkaya ile kapitalizmin yeni dönemde yaşadığı krizlerin ve dönüşümlerin ekoloji politikalarına ve topluma yansımaları üzerine konuştuk.
‘Paradigmanın İflası’, ‘Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto’ kitaplarınızla kapitalizmin artık sürdürülemeyeceğine ekolojik açıdan da işaret etmiştiniz. Yeni çıkan kitabınız, ‘Çöküş Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme’… Burada çöküşün artık kaçınılmaz olduğuna vurgu yapıyorsunuz. Gidişatı rayından çıkmış bir araca benzetip direksiyonu sol tarafa (müştereklere dayanan doğrudan demokrasiye doğru) kırarsak hâlâ ‘çıkış’ olduğu üzerinde duruyorsunuz. Son yıllarda her ne kadar kapitalizm kendini yeşillendirmeye çalışsa da, biyosfere değer biçmek istemiyor. Kapitalizmi reforme edip yeşillendirmek isteyenler 1972’de Roma Kulübü’nde büyümeye sınır getirme (Limits to Growth) kavramını ortaya attı. Şimdi yalnızca sermayenin rengi değiştirilmekle birlikte adeta can çekişen doğaya hâlâ kaynak deposu olarak bakılıyor. Kapitalizmde kullanım değeri değil, değişim değeri önemsendiğinden, üretilen çöpün adı atık oldu ve atık dönüşümü en moda konu günümüzde. Geri dönüşüm diye dev bir sektör oluşturuldu. Bu öyle bir zincir ki; adeta tüketimden kopuk bir atık endüstrisi. Hatta çevre bilinci sorumluluğuyla nasıl olsa dönüşecek deyip iç rahatlığıyla tüketimi kaynağında azaltmaktan kaçınmayanlar oldukça fazla. Atık ve geri dönüşüm kavramları hayatımıza nasıl girdi?
Elbette bir şey yeni bir renge boyandığında mahiyetinde pek bir değişiklik olmaz. Kapitalizmi ‘yeşile’ boyamanın sadece ideolojik bulanıklık yaratmakla bir ilgisi olabilir. İdeolojik kölelik ve gönüllü kulluk, kelimelerin, kavramların manipüle edilmesi, eğilip-bükülmesi sayesinde mümkün oluyor. İşte bu yüzden, radikal eleştiri son derecede önemlidir. Entellektüel bir bakıma ‘şeylerin, olguların, toplumsal süreçlerin şifresini çözmeye çalışandır. Aslında ‘atık’ demek çöp demek değil. Orada bir muğlaklaştırma durumu var. Kapitalizm bir meta uygarlığı. Canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Her şeyi bir alış-veriş ve kâr nesnesine indirgiyor. Normal koşullarda üretimin asıl amacının ihtiyaçların karşılanması gereği olması gerekir ama kapitalizmde öyle değil. Önemli bir şey daha var: Kapitalizm dahilinde üretimin sosyal ve ekolojik sonuçları dikkate alınmıyor. İnsana, topluma ve doğaya verilen zararlar dikkate alınmıyor. Ona burjuva iktisatçıları ‘dışsal ekonomiler’ diyorlar. Oysa ‘dışarda kalan bir şeyin olmadığı’ çoktan anlaşılmış bulunuyor.
Sadede gelirsek, geri dönüşümün (recyclage) tarihi çok gerilere gidiyor. Kimin, ne zaman keşfettiği de bilinmiyor ama milattan 3 bin yıl öncesine kadar, belki ‘Tunç Çağı’na’ kadar gerilere gittiğini söylemek mümkün. İnsanlar haklı olarak kullandıklarını yeniden kullanmayı iş ediniyorlar ve öylece yeni bir kullanım değeri yaratmaları mümkün oluyor. Çöp başka bir şey ve bugünkü anlamda çöp, Orta Çağ’ın sonlarına doğru büyük kentleri ortaya çıktığı dönemden itibaren var ama asıl sanayi devriminden tüketim toplumuna giden süreçte önem kazanıyor. Kentler büyüdükçe, nüfus arttıkça çöp de sorun olmaya başlıyor. Mesela Fransa’da evlerde çöp kutusu bulundurma, Paris valisi Eugène Poubelle’in 1885’deki kararnamesiyle başlıyor. Ve onun adını alıyor. Fransızca’da çöp kutusuna ‘poubelle’ deniyor.
Aslında çöpün bugünkü anlamda bir sorun haline gelmesi tüketim toplumuyla başladı diyebiliriz. 1970’li yıllardan itibaren de çok sayıda geri dönüşüm şirketi kuruluyor. 2016’da sektörün finansal portesi 160 milyar dolardı ve 1,5 milyon kişi çalışıyordu. Şimdilerde ABD’de ortalama yılda kişi başına 700 kilo, Batı Avrupa’da 600 kilo çöp çıkıyor. Bu bir skandal aslında ama yeteri kadar ilgi ve kaygı konusu yapılmıyor. Şimdilerde ‘Güney’ denilen Üçüncü Dünya’da bu rakam yaklaşık 150-200 kg. civarında. Dikkat edersen, her hane neredeyse bir ‘çöp imalathanesine’ dönüşmüş durumda. Her hane bir konfeksiyon dükkânı gibi sanki. Mesela bu günden itibaren hiç yeni giysi, yeni ayakkabı, yeni çanta vb., üretilmese, mevcut stoklar 10 yıl yeterdi. Sanki plastik yiyip- içiyoruz. Her gün her eve giren ve çöpe atılan plastikler insan havsalasını zorlayacak boyutlarda ama pek sorun eden yok. Geri dönüştürüleni de devede kulak. Benim çocukluğumda çöp nedir bilmezdik. Kavun-karpuz kabuklarını ineklere, koyunlara, yemek artığını kedilere köpeklere verirdik.
Kapitalizmde üretimle tüketim arasındaki ilişki kopmuş durumdadır ama şimdilerde artık ‘tüketimle satın alma eylemi’ arasındaki ilişki de kopmuş bulunuyor. Reklamlar, ‘programlanmış eskitme’ saçmalığı, markalar, moda, televizyon dizileri, kredi kartları- kredili satışlar, insanları satın alan, hep satın alan ‘makinalara’ dönüştürmüş durumda. Slogan da az-çok şöyle: Satın alıyorum, o halde varım. Reklamlara 2017’de 500 milyar dolar harcandı. Şimdilerde yılda 4 milyar ton, günde 10 milyon kilo çöp (atık) üretiliyor. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Bu gidişle insanlar kendi ürettikleri çöp batağında, pislik kuyusunda boğulacak.
Fosil yakıtlarda kritik eşiğe ulaşılması ve küresel iklim değişimi nedeniyle düşük karbon salınımlı kalkınma ortaya atıldı. Güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerjilerin maliyetlerinin de gittikçe düşeceği öngörülüyor. Ama örneğin enerji kooperatiflerine dayalı bir enerji desantralizasyonundan söz eden yok denecek kadar az. Çünkü yeşillenen kapitalizm dönüşümü de elinde tutmak istiyor. Örneğin, Irak’taki savaşın mimarlarından Chevro’nun dahi geniş ölçekte yenilenebilir enerji yatırımları var. Merkezileşmenin karşıtı üretim ve tüketimi yerelleştirmek diye düşündüğümüzde ise mesela, Aydın-Denizli arasındaki jeotermal kaynak kullanımı nedeniyle tarımın zarar gördüğü bir gerçek. Bugün dünyanın biricik tatlarından biri olan Aydın incirinin verimliliği yüzde 40 azalmış durumda. Keza yoğun kükürtlü hava nedeniyle tadı da değişmiş olabilir. Aynı zamanda büyük ölçekli rüzgar ve güneş tarlaları nedeniyle biyoçeşitlilik azalması hızla devam ediyor. Yerel kaynaklara dayanma, düşlediğimiz toplumda nasıl olacak?
Bir kere daha baştan kapitalizm dahilinde bir çözüm imkanı olmadığını teslim etmek gerekiyor. Zira, yenilenebilir enerji bahsinde durum tevatür edildiği gibi değil. Tabii ‘temiz enerji’ söylemini de reddetmek gerekiyor. Zira, bu dünyada hiçbir enerji türünün ‘temiz’ olması mümkün değil. İşte ‘temiz araba’ safsatası. Arabalar elektrikli olunca sorun çözülmüş mü olacak? Bütün arabalar elektrikli olsa, 1,5 milyar batarya üreteceksin, elektrik enerjisi için devasa yatırımlar yapman gerekecek. Onun için de devasa kaynak kullanacaksın. Temiz savaş olmadığı gibi, temiz araba da mümkün değildir. Önemli olan bir şey daha var: Bir enerji türünün verimliliği artırması, daha az enerji kullanarak daha çok üretmenin mümkün olduğu durum, başta bir çözüm gibi görünse de, gerçek dünyada şeylerin seyri sanıldığı gibi olmaya biliyor. Biliyorsun, ‘Jevons paradoksu’ diye bir şey var. William Stanley Jevons, 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz iktisatçısı. 1865’de yazdığı ‘Kömür Üzerine’ kitabında, önemli bir tespitte bulunuyor. Yeni bir teknoloji enerji tasarrufunu mümkün kıldığında, daha az enerji harcayarak daha çok üretmek, verimlilik artışı (prodüktivite) sağlamak mümkün oluyor ama, daha çok üretmek de mümkün hale geliyor. James Watt, buhar makinasının mucidi, daha az enerji harcayarak, daha çok üretmeyi, dolayısıyla enerji tasarrufunu mümkün kılmıştı ama toplam kömür kullanımı azalmak şurada dursun, daha da arttı. Kapitalizmde her seferinde daha çok üretme ‘zorunluluğu’ var. Lâkin, bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bu konuda American Economic Association’ın başkanı Kenneth Boulding, “Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır” demişti. Üretilen miktar bir kaç kat artınca, nihai durum beklenenin aksi istikamette yol alıyor. Mesela bir örnek LED ekranlı televizyon olabilir. LED ekranlı televizyon daha az elektrik enerjisi harcıyor ama LED ekran üretimi üçe, dörde katlandığında, beklenenin tam tersi ortaya çıkıyor. Evin her odasına bir LED ekran koyarsan, enerji tasarrufu lafta kalır sadece.
Yakın tarihte, Ağustos başında Buharkent’ten geçtim. Jeotermalin ortaya çıkardığı hasar ‘temiz enerji’, ‘yenilenebilir enerji’ söylemini nüanse etme gereğini hatırlatıyor. Mesela ‘biyoenerjinin’ yarattığı yıkımın görülmesi için fazla zaman gerekmedi. Global olarak söylersek, daha çok enerji demek daha çok doğa tahribatı, daha çok ekolojik yıkım, biyolojik çeşitliliğin yok olması demek. Bir kere kapitalizm dışına çıkıldı mı, yerel kaynaklara dayalı çözümler kendiliğinden gündeme gelecektir. Lâkin akıldan çıkarılmaması gereken bir şey var: Mevcut üretim, tüketim ve yaşam tarzı sürdürülebilir değil. İnsanlar bindikleri dalı kesmekle meşgul. Bu sefil süreci vakitlice durdurmak gerekiyor.
Sosyal girişimcilik adı altında sivil toplum kurumlarına ve ‘paylaşım ekonomisi’ ne dayalı III. Endüstriyel Devrimden söz edenler de var. Kapitalizm sürdürülebilirliğinin devamı için yeni reformlarla soluk alarak yoluna devam edemez mi?
Şahsen, kapitalizmin reforme edilebilir olduğunu asla düşünmüyorum. Her üretim tarzının, her sosyal formasyonun, her uygarlığın bir işleyiş ve varoluş mantığı vardır ki, o mantık o sisteme içkindir (mündemiçtir). Bin yıllarca sürmüş kölelik düzeni reformlarla ‘iyileştirilebilir miydi ?’. Daha iyi veya daha az kötü kölelik düzeni olur muydu? Mesela kolonyalizmin daha iyisi veya daha az kötüsü olur muydu? İnsanlara oldum olası ‘ilerisi’ hedef gösteriyor ama o ilerisi ufukta bir çizge gibi hep uzaklara kayıyor. Burjuvazinin ve akıl hocalarının peydahladığı ‘ilerleme’, kalkınma’, ‘büyüme’, bizde ‘muasır medeniyet seviyesini yakalama’, türü safsatalardan yakayı kurtarmak geriyor. Zira, bu tür söylemlerin bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değil. Bu tür söylemler, katlanılan acıları, kepazeliği, rezilliği kabullendirme ve dayatma işlevi görüyor. ‘İyi kapitalizm’ olmaz. Devletin de daha iyisi olamayacağı gibi.
Kapitalist rekabet şimdi de robotları günlük yaşamımıza daha fazla sokma çabasında. Robotların canlı emeğin yerini alması her ileri aşamada işsizliğin artması ve insanın sosyal ilişkilerinin azalması demektir. Bu da insanın doğadan kopmasını hızlandıracak… Tabii gelir dağılımındaki uçurum da gittikçe açılarak geniş bir kanyona dönüşecek. Çünkü herkesin alma durumu yok. Siz diyorsunuz ki, makina-robot bir yeni değer, bir ‘fazla değer’ yaratmaz. Sadece daha önce yaratılmış, makinada, robotta içerilmiş-dondurulmuş değeri yeni ürüne aktarır. Bunun anlamı sistemin her seferinde daha az değer üretmesidir. Şimdilerde kapitalizm ‘yeteri kadar’ değer üretemez durumda. Dolayısıyla ‘iç sınırına’ dayanmış bulunuyor. Dış sınırı da doğal kaynakların çok azaldığına dayandırıyorsunuz. Ama robotları yöneten de insanlar olduğuna göre kapitalizm bu son krizin de üstesinden gelemez mi?
Ekseri gözden kaçan önemli bir sorun var: Kapitalizmin ürettiği, kapitalizmi üreten, yeniden üreten teknoloji, münhasıran kârı ve sermayeyi büyütmenin hizmetindedir. Kapitalizmin her ileri aşaması, teknolojideki her yenilik de, insanı insana, toplumu doğaya yabancılaştırıyor. Durum böyle ama ortalama insan teknoloji hayranıdır ve teknolojinin er ya da geç tüm sorunların üstesinden geleceğini düşünür. Oysa teknoloji bir ‘bağımsız değişken’ değildir. Enerji olmadan enerji hiç bir şeydir ve enerji üretmenin de daima bir maliyeti vardır. Bu saçma bir durum. Kapitalizmde her bir kapitalistin bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Kapitalist sürekli olarak ‘ileriye kaçmak’ zorunda olan biridir. Aynı ateş böcekleri gibi. Kapitalizm yıkıma endekslidir ve iflah olması mümkün değildir. Son kriz, artık nihai kriz ve geri dönüş imkânı yok… Durum bu sefer önceki ‘yapısal krizlerden’ farklı. Eskiden, mesela 1873 ve 1929 ‘yapısal krizleri’ dönemlerinde bir tek ekonomik kriz vardı. Şimdilerde ekonomik kriz, sosyal kriz, iklim krizi, ekolojik kriz, politik kriz, jeopolitik kriz, etik krizi (ahlaki çöküntü), değerlerin aşınması. velhasıl bir dizi krizin birbirini azdırdığı bir durum ortaya çıkmış bulunuyor. Virüs bünyeyi sardı demek de mümkün. Ve mevcut durumu da zaten ‘kriz’ karşılamıyor. Artık söylemi değiştirmek, ‘çöküşten’ söz etmek gerekiyor. Zira, hiç bir şey eskisi gibi değil. Geri dönüşü olmayan eşik aşılmış bulunuyor.
Kitabınızda ayrıca kapitalist toplumda kendini garantiye alma çabasında olan bir nüfus olduğundan söz ediyorsunuz. Onların özel güvenlik görevlileri, parkları, yeşil çimlik alanları, alışveriş yerleri mevcut. Bunlara kapalı topluluklar/kapsül kentler (Gated Community) deniyor. Bence aslında bunların çoğu bir enerji ya da gıda krizinde ayakta kalabilecek düzeyde değil. Çünkü gıda, su, enerji olarak merkezi şekilde kontrol ediliyorlar ve şehir şebekesine bağlı. Kısacası kısmi ayrıcalıkları olsa da kendine yeterlilik üstüne kurgulanmamış olduklarından herhangi bir çöküşte burjuvazi de kırılgan durumda değil mi? Öyleyse burjuvazinin de büyük bir kesimi çöküşü yönetirken zamanla dış çember de yanımıza alabileceğimiz ‘müttefikler’ olarak görülemez mi?
Küresel oligarşi yalnız değil. Bir de küresel ‘orta sınıf’ var. Çoğu Batı’da olan bu orta sınıfla birlikte oligarşi dünya kaynaklarının yaklaşık yüzde 70-80’ine el koyuyor. Gerçi küresel oligarşinin üretim ve tüketim düzeyi insan havsalasını zorlayacak boyutlarda ama sayıları çok değil. Onu orta sınıfın yüksekleri taklit etmeye çalıyor, orta sınıfların ortası bir üstünü taklit ediyor, vb. Esasen her sınıf veya tabaka bir üstündekini, kendine yakın olan ‘yukarıdakini’ taklit ediyor. Dünyayı asıl yok eden nüfus yaklaşık 500 milyon kadar. Toplam nüfusun yüzde 15’i kadar. Gated community (kapsül kentler) meselesine gelirsek, elbette senin de söylediğin gibi çöküş o kesimi ıskalamaz. Bir başlarına onlar için de bir kurtuluş imkânı yok. Sel suları yükselmeye devam ettikçe, sıra binanın üst katındakilere de gelir, ve boğulmak kaçınılmazdır.. Fakat böylesi berbat bir ‘olasılık’ yeryüzünün efendilerini imana getirmez. ‘Benden sonra tufan’ anlayışlarında bir esneme olmaz. Tarihe baktığın zaman uygarlıkların çöküşünün başlıca nedenlerinden birinin de aşırı servet ve gelir eşitsizliği olduğunu görürsün. Eğer senin dediğin mümkün olabilseydi, mesela Roma İmparatorluğu çökmezdi.
İnsan eliyle yaratılan iklim değişimi gibi insan etkinliklerinin biyosferi ve jeolojik zamanları şekillendirmede etkili olduğunu biliyoruz. Geldiğimiz jeolojik çağa Antroposen Çağı diyenler var. İnsan merkezli yaşam bu güne getirdi dünyamızı diyerek herkesin ‘günahı’ eşitmiş gibi adlandırmayı ben de size katılarak doğru bulmuyorum. Büyük sermayedarlarla örneğin, Bill Gates’le Bangaldeş’te iklim değişimi nedeniyle sular altında kalacak yüzde 70 nüfusun ‘günahı’ aynı değil. İnsan eliyle üretim ve tüketimde desteklenen kapital odaklı Capitalocene demek daha doğru görünüyor. Kısacası topluluk içindeki bireylerin sorumluluğunu da önemsiyorum ve Capitalocene yeni bir tanım içerik getirmek gerektiğini düşünüyorum ne dersiniz?
Aslında başlarda Capitalocene diye bir alt-başlık yazmayı planlamıştım. Kitap yayınlandığında yazmadığımı hayretle gördüm. Söylediğine aynen katılıyorum. Elbette Antropocene önemli ama, gerçek durumu tam ifade etmiyor. Dolayısıyla uygun kavramın Capitalocene olması gerekiyor. Fakat, dikkat ettiysen kitapta baştan sona kavramı telaffuz etmeden hep ‘Capitalocene’ deniyor. Hesap ortada: yukarda sözünü ettiğim 500 milyon zengin, karbon gazı (CO2) emisyonunun yüzde 50’sinden sorumlu. Dünya nüfusunun yoksul yarısı (yüzde 50) da sadece yüzde 7’sinden. Ve iklim değişikliğinin neden olduğu felaketlerden etkilenenlerin yüzde 90’ı yoksul ülkelerde yaşayanlar.
Kapitalist sistemden çıkış için siz müştereklerin yanında doğrudan demokrasiye ve yerel meclislere de işaret ediyorsunuz. Çöküş elbette yalnızca ekonomik değil. Etik değerlerin erozyona uğraması da fazlasıyla nasibini alıyor. Hatta fazlasıyla manipülasyonun ön plana geçtiği dönemde var olan kültürel yapıya dayanarak ‘moral panik’ yaratma diye bir şey de var. Bu durum kriz ve çöküş dönemlerinde kadınların yaşamına daha çok yansıyor. Özellikle ekonomik sosyal kriz dönemlerinde kadınlara biçilen bir dizi maddi manevi fatura var biraz da buna değinebilir misiniz?
Kriz daima alttakileri vurur ama kadınlar en alttakilerdir. Dolayısıyla her krizin en büyük mağdurları onlar oluyor. Kriz demek, işsizliğin daha da artması, satın alma gücünün daha da düşmesi, yoksulluğun ve daha da derinleşmesi, iğretiliğin ve belirsizliği kural haline gelmesi demektir. Krizde ilk işini kaybedenler kadınlar oluyor veya daha düşük ücretle ve daha kötü koşullarda çalışmaya zorlanıyorlar. Kadın, ailenin geçimini çekip çevirdiği için yükü daha da artıyor. Erkek de işini kaybettiğinde sorun sadece ekonomik olmaktan çıkıyor, sosyal ve psikolojik veçhe kazanıyor. Geçimsizlik, kavga, ailenin parçalanmasına bile neden olabiliyor. Okula giden çocuklar, öncelikte de kız çocuklar eğitimlerini yarıda kesmek zorunda kalıyor. Bunalıma giren baba intihara kalkışabiliyor veya kendisiyle birlikte eşini ve çocuklarını öldürüyor. Fuhuşa zorlanan kadın sayısı artıyor… Kriz dönemlerinde ırkçılık, yabancı düşmanlığı da kabarıyor ve özellikle mülteci statüsündeki kadınlara yönelik şiddet artıyor. İnsanlar çektikleri sıkıntılara böylece reel olmayan bir ‘cevap bulduklarını’ sanıyor. Netice itibariyle ekonomik kriz, bir dizi olumsuzluğu tetikliyor. Krizi kadınlar bir kâbus olarak yaşıyor. Krizi kapitalistler çıkarıyor ama fatura proleterler, özellikle de kadınlara çıkıyor. Özetle söylersek, kriz kadınlar cephesinde daha yoğun ve daha yıkıcı yaşanıyor. Oysa insanlığı besleyenler onlar. Kadınlar hem patriyarkaya ve hem de kapitalizme karşı etkili bir örgütlü mücadele yürütmeleri gerekiyor. Zira, kapitalist devlet yerinde durdukça, bir başına kadın-erkek eşitsizliğine karşı mücadele başarılı olamaz. Kalıcı kazanımlar mümkün değildir. Genel eşitsizliği de sorun etmek gerekiyor.
* ’Kadınlar Ekolojik Dönüşümde’ kitabı yazarı. Röportaj Özgür Üniversite için yapılmıştır.