MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Nasıl ki Eski Türkiye memleketi bugünkü haline getirdiyse küresel ölçekte de dünyayı bugünkü bu korkunç panoramaya “liberal düzen” ve politikacıları getirdi. Bunlar, işçi hareketlerini ezmek ve milyarderlerin düzenini korumak için, ırkçılığı, milliyetçiliği ve dinselleşmeyi kullandılar, körüklediler…”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Kapitalist-emperyalist sistemin gülünç Pirus zaferinin erken öten horozu, çok bilimci Francis Fukuyama’nın Sovyet Bloğunun çözülmesinin bünyesinde yarattığı ayarsız-tarifsiz heyecan ve coşkuyla artık kapitalizmin karşısında durabilecek bir alternatifin kalmadığını, tarihin geldiği aşamada insanlığın zorunlu destinasyonunun ekonomik ve siyasal liberalizm olduğunu ve bu düzenin insan doğasına en uygun yaşama biçimi ve içtimai düzen olduğunu öne sürdüğü “Tarihin Sonu Mu?” isimli pek matah pek meşhur makalesini The National Interest dergisinde yayımlanmasından hepi topu iki on yıl sonra özelde ABD’nin küresel jandarma rolü üstlendiği tek kutuplu emperyalist dünya düzeni olarak tarif edebileceğimiz küresel hegemonya statükosu büyük gümbürtüler ile sarsılmaya başladı. Emperyalizmin doğasına içrek olan kriz yeniden hortladı ve artık gizlenemeyecek boyutlarda derinleşmeye başladı.
Evvela 90’ların hemen başlarında sosyalist deneyimin yenilgisiyle beraber, o güne dek ortak düşman sosyalizme karşı birleşmiş olan kapitalist-emperyalist bloğun arasındaki çelişkiler ve rekabet gün yüzüne çıkmaya başladı. Sosyalist ülkelerdeki çözülmeyle birlikte bu ülkelerin sömürgeleştirilmesi, Sovyet etki alanındaki coğrafyaların paylaşımı sorunu ortaya çıktı. O güne kadar Sosyalizm tehdidine karşı ABD öncülüğünde birleşmiş blokta ayrışmalar görülmeye başladı. İlk elden Balkan ülkelerinin paylaşımı gündeme geldi. Bir yandan ABD, Yugoslavya kampanyası ile bu coğrafyada hâkimiyetini tahkim etmeye çalışırken öte yandan ise Almanya önderliğindeki AB bloğu bu ülkeleri alelacele Birliğe alarak sömürgeler kapmaya çalıştı. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla keskinleşen Balkan paylaşımını, Baba Bush’un Irak Kampanyası ile birlikte Ortadoğu’nun, Orta Asya’nın, Kafkasların ve Kuzey Afrika’nın paylaşımı meseleleri takip etti. Kriz, Çin ve Rusya’nın emperyalist sahneye güçlü bir biçimde çıkmalarıyla beraber başka bir boyuta girerek derinleşti; bir savaş görünümü kazandı. Her ne kadar saflar net bir biçimde henüz ortaya çıkmamışsa da, henüz paylaşım savaşı emperyalist ülkeler arası bir konvansiyonel harp biçimini almamış halen vekâlet savaşları biçiminde yahut sonu gelmez diplomatik krizler şeklinde temayüz ediyor olsa da bunun adı 3. Emperyalist Paylaşım Savaşıdır. Ve sosyalist deneyimin yenilgisiyle başlamıştır.
Söz konusu kriz hali her şeyin süt liman göründüğü derin bir sessizlikle geçen ilk on yılın ardından 2000’li yılların başından itibaren Seattle eylemleriyle mimleyebileceğimiz bir süreçte dünya gençliğinin ve emekçilerinin dünyayı saran ancak parlayıp sönüveren kitlesel eylemleriyle mukavemet gördü. Ancak bu hareketlilik döneminin yarattığı enerji ve beklentilerin yarattığı sol yükselişin dalgasıyla pek çok ülkede iktidara gelen resmi solların başarısızlığı ardından yeni bir döneme girildiğini söylemek mümkün. Dünyanın dört bucağında sağ yeniden yükselişe geçti ve aşırısından ılımlısına geniş bir skalada sağ partiler iktidara geldi. Doğu Avrupa ve Orta Avrupa’nın tamamında sağ hükümetler kuruldu. Batı Avrupa ülkelerinde de sağ partiler konumlarını güçlendirdiler. İtalya’da açıkça ırkçı LEGA iktidara geldi. En önemlisi de Batı emperyalizminin lideri olan ABD’de liberal oyun kitabını elinin tersiyle iten sağcılığın en hamasi, ilkel ve pejmürde meşrebine sahip biri Trump, Beyaz Saray’a oturdu. Fukuyama ve benzerlerinin “liberal dünya düzeni” diye taltif ettikleri parodi sahnesi sağcı demagoglar tarafından işgal edilmeye başladı ve takriben İkinci Dünya Savaşı ardından teşekkül edilen ve geçirdiği konjonktürel değişimlerle birlikte varlığını sürdüren kurumsal küresel çerçeveyi dahi parçalamaya, en azından tahrip etmeye başladılar.
Yukarıda uzunca tarif etmeye çalıştığımız konjonktürel çerçeveyi tamamlamak için emperyalist krizi tetikleyen esas unsurların durumunu da buraya eklememiz gerekir. Böylelikle Filipinler’den ABD’ye kadar uzanan sağ dalgayı, gerici panoramayı tamamlayarak tarif etmemiz mümkün olabilir. Tek kutuplu dünya düzenine meydan okuyan ve onu sıkıştıran Batılı olmayan iki süper güçten biri olan Rusya, Putin’in otoriter baskı rejimi altında gerici bir başka güç olarak dünya sahnesindeki yerini dramatik bir biçimde aldı. Diğer süper güç olarak bugünlerde sarsıcı bir biçimde temayüz eden Çin’de ise Mao’nun “Kapitalist yolcular” olarak tarif ettiği kadrolar, devlet aygıtını tamamen ele geçirerek bir başka işçi düşmanı, baskıcı rejimi inşa ettiler.
İşte böyle bir küresel ahval ve şerait içerisinde dönemsel geri çekilmeye rağmen işçi ve gençlik hareketlerinin, topyekûn olarak da solun, işçi sınıfının ve emekçilerin en temel haklarına kast eden bu otoriter dalgaya dayanması hayati bir önem taşıyor. Ülkemizde de kimi solcu yazarlardan işitebildiğimiz ‘’Eski Türkiye’yi geri alacağız’’ gibi hezeyanlardan teşhis edebileceğimiz üzere güçten düşme halinin yarattığı kimi kafa karışıklıklarından korunabilmek, bu hayati önemdeki direnişin en önemli mevzilerinden biridir diyebiliriz. Zira ne bizim memleket özelinde “Eski Türkiye’de” özlediğimiz yahut geri kazanabileceğimiz bir şey vardır ne de dünya genelinde emekçi halkların “liberal dünya düzeni” denen parodi sahnesine dönmekten, kapitalist-emperyalist düzenin burçları olan liberal kurumları korumaya kalkışmaktan elde edebileceği bir fayda söz konusudur.
Nasıl ki aslında eski küresel düzenin bir parçası olan Eski Türkiye memleketi bugünkü haline getirdiyse küresel ölçekte de dünyayı bugünkü bu korkunç panoramaya “liberal düzen” ve politikacıları getirdi. 30 yıl boyunca dünyanın üzerinde dizginsiz bir biçimde at koşturan bu “liberal merkez” politikacıları, işçi hareketlerini ezmek için ve neo-liberal politikaların emekçi sınıflarda yarattığı öfkeyi saptırmak, milyarderlerin düzenini korumak için, ırkçılığı, milliyetçiliği ve dinselleşmeyi kullandılar, körüklediler ve bu küresel panoramaya neden olan sağ yükselişin yolunu açtılar.
Ne liberal dünya düzeni ve onun IMF, Dünya Bankası, AB gibi kurumların ne de Eski Türkiye ve kurumlarının ne de bunların siyasetlerinin işçi ve emekçilerin menfaatine olabilecek yegâne yanları yoktu. İkinci Dünya Savaşını takiben ortaya çıkan ve bugün sarsılmakta olan küresel liberal düzen 1929 Büyük Buhranı ve onu takiben korkunç emperyalist paylaşım savaşıyla parçalanmış kapitalist sistemi kurumsallaştırmak ve istikrara kavuşturmak için vardı. Bu düzenin ayrılmaz bir parçası, ileri karakolu olan Eski Türkiye de bizzat bu düzen tarafından emekçi sınıfların ve halkların ideolojik ve fiziki inkâr ve imhasına dayalı olarak organize edilmiş bir halklar hapishanesiydi.
Belki özel örnekleri ele almak, bugünkü cehennemî panoramanın taşlarının nasıl döşendiğini anlatabilmeye yardımcı olabilir. Bu düzenin mimarlarından ve liberal çevrelerin gözdesi Roosevelt’in “demokrat rejimi”, tüm grevleri yasaklayan, uzun çalışma saatlerine ve güvencesiz çalışma koşullarına karşı direnen işçi önderlerini, solcuları hapseden, işkenceden geçiren, ırk ayrımcılığına dayanan yasaları değiştirmeyi reddeden ve atom bombasının geliştirilmeye başlandığı bir dönemdi. Yine ABD’den bir başka liberal icon Kennedy, Vietnam savaşını hızlandıran, dünyanın en güçlü ölüm makinesini küçük bir köylü ülkesini harap etmek için komuta eden kişiydi. Bir başka ABD’li ama bu defa güncel liberal ikon Obama, görev süresi içinde patlak veren ekonomik krizi, yoksulları maaş kesintileriyle, kemer sıkma programlarıyla ezerek multi-milyonerleri koruyarak yönetti. ABD’nin ilk siyahî başkanı siyahîlere ve göçmenlere karşı “korucu başı” gibi davrandı.
Elbette bugünkü iktidarların yolunu açan liberal günahlar ABD ile sınırlı değil. Tüm dünyada liberal düzenin siyasetçileri, işçi hareketlerine karşı en demokratik haklara karşı, ırkçılığın, milliyetçiliğin, dinselleşmenin olanaklarını hoyratça kullanageldiler. Örneğin Fransa’nın liberalizm şampiyonu başkanı Macron, ülkeyi süreklileşmiş bir olağanüstü hal rejimi ile idare ederken bu olağanüstü hal rejiminin sağladığı olanakları, işçi ve emekçi haklarını tırpanlamak için, özellilikle Müslümanları hedef alan ulusal güvenlik yasaları, mülteci haklarını baltalayan göçmen karşıtı yasalar çıkarmak için kullandı. İngiltere’nin liberal şampiyonu Yeni İşçi Partili Blair, Thatcher’in mimarı olduğu neo-liberal politikaların sadık ve militan bir takipçisi, devamcısıydı. Blair’in yalanları ve aldatmacıları ile ‘’liberal demokrasi’’ adına Irak’a başlatılan 2003 operasyonunda 600 binden fazla Iraklı yaşamını yitirdi. Ülke harap edildi. Tüm bunlara ek olarak ‘’hayata dönüş’’ katliamının ve 15 Şubat komplosunun gerçekleştiği, Fettullah Gülen’in ve cemaatinin önünün açıldığı Ecevit dönemini hatırlatmak, meramımızı ifade edebilmek için sanırım yeterli olacaktır.
Hülasa eski dünya yıkılıyor; şimdi canavarların zamanı. Emperyalizmin krizinin faturasını dünya halkları savaşlarla, yıkımlarla, katliamlarla ödüyorlar. Açık ki liberal safsatalar artık kitleleri oyalayabilme işlevinin yitirmiş durumda. Sağcı demagog zorbalar “liberal demokrasi” sirkini işgal edip çadırını yerle yeksan ediyorlar. 2000’li yılların başındaki yoğun, canlı işçi ve gençlik hareketliliği bizleri eski hapishaneden kurtarmaya yeterli olamadılar. Ancak kurtuluşumuz eski nizamı ihya etmeye azmeden, zihinlerimizi bulandırmaya çalışan liberal-sol sünepelikte değildir. Tam da bahse konu ettiğimiz halk hareketleri, kitlesel işçi mücadeleleri, öğrenci eylemlerinde ve onların cüretkâr özündedir. Şimdi toparlanıp ilkel milliyetçi efelenmelere, kof gerici demagojilere, emperyalist savaşlara karşı kendi bağımsız gündemimizi öne çıkarmanın, dayatmanın zamanıdır. Unutmamalı ki şafağın kızıllığının en yakın olduğu an gecenin en karanlık olduğu andır. Karanlığın en yoğunlaştığı anda 21. yüzyılın ikinci artçı devrimci sarsıntılarını yaratabilmenin imkânları halen mevcut. Suyun en ısındığı süreçte devrimci bir dalgayı yeniden kabartmak mümkündür ve bu çaba bugün her zamandan daha hayatî bir konu durumdadır.