“HDP projesi dışında kalan ve radikal demokrasi ile ilgili Müftüoğlu gibi düşünen bütün sosyalistler sorumuza yanıt vermelidir: ‘Bir liberale oy verdim, Allah affetsin!’ diyecek misiniz?” Soru, İnönü Alpat’ın. Üyesi olduğum Başlangıç Kolektifi Alpat’ın tanımına uyduğundan soruyu kendimce cevaplamak gereği duydum. Polemik olsun diye değil, soru son zamanlarda iyiden iyiye karışan sapla samanı ayrıştırmak için bir vesile teşkil ettiğinden. O halde soruyu yeniden formüle edelim: HDP projesi dışında kalan ve mevcut demokrasinin sınırlarının genişletilmesi anlamında radikal demokratik bir siyasal projeyi değil de kapitalist “demokrasiden” devrimci kopuşu hedefleyen bizler neden Demirtaş’a oy verdik? Hata mı ettik? Bunun için gerçekten Allah’ın affına mı sığınmalıyız? Mümkün mertebe, tane tane izah edelim.
Öncelikle seçimleri önemsediğimiz için Demirtaş’a oy çağrısı yaptık, hatta çağrıyla kalmayıp gücümüz yettiğince Demirtaş kampanyasına katıldık. Yanlış anlaşılmasın, Lenin’in iştahla kullandığı bir tabir olan “parlamenter miskinlik (kretinizm)” illetine tutulmuş değiliz. Devrimci bir siyasal ve sosyal dönüşüm açısından seçimlerin ve kurumsal-parlamenter süreçlerin kısıtlarının pekâlâ farkındayız. Ancak tıpkı Engels gibi, seçimlerin toplumdaki güç ilişkilerini ortaya koyması açısından küçümsenmemesi gereken bir öneme sahip olduğunu düşünüyoruz. Şöyle yazıyordu Engels, hatırlatalım: “Evrensel oy (yani seçimler –fb.) işçi sınıfının olgunluğunun bir göstergesidir. Modern devletlerde daha fazlası olamaz ve hiçbir zaman olmayacaktır; ancak bu kadarı da yeterlidir. Bir gün evrensel oyun termometresi işçiler arasında kaynama noktasını gösterdiğinde, işçiler de kapitalistler de nerede duracaklarını bileceklerdir.” Yani sınıf mücadelesinin, toplumsal direnişlerin bir termometresi, bir ölçüsü olarak seçimleri önemsiyoruz, onu “sokağın” bir ikamesi olarak görmüyoruz. Şu ya da bu mazeretle (en kötüsü de devrimci lafazanlıkla) bu termometrede ölçülmekten kaçmanın Engels’in bahsettiği o kaynama noktasını da kaçırma ihtimalini doğuracağını bildiğimiz için seçimleri es geçmemeli diyoruz.
Seçimlere dair ham hayal kuruyor değiliz. Seçimler radikal-devrimci sol açısından hiçbir zaman avantajlı bir alan olmadı. Sandık, yapısal kısıtları itibariyle sosyalistler için daima “deplasman” oldu. Baraj gibi radikal alternatifleri “sandığa gömmek” için icat edilip seçim sistemlerine bilhassa eklenmiş azizlikleri unutmayalım. Ancak seçimlere katılmanın bütün malum sorunlarına karşın bir hususta dikkatli olmak elzem: Kitlelerin radikalleşmesinin parlamenter sistem dışı kanallara, doğrudan demokrasiye dayalı özörgütlenme organlarına açıldığı tarihteki nadir “yükseliş” dönemleri hariç, seçimler siyasal ve sosyal güç ilişkilerinin en belirgin ölçülme biçimlerindendir. Bu anlamda, geniş kitlelerin bütün yanılsamaları ve eksiklikleriyle de olsa seçimler dolayısıyla siyasallaştığı (ortada mevcut siyasal-kurumsal mimariyi zorlayan büyük mücadeleler ve onların konsey-komite gibi fiili organları olmadığına göre) bir ortamda seçimlere katılmamayı önermek, devrimci lafızlarla terk-i siyaset eylemekten başka bir şey değildir. Kitleler sanki sandık değil barikat başındaymışçasına sandık başına gitmenin sistemi yeniden ürettiği (“verilen her oyun Erdoğan’ı meşrulaştırdığı”) gibi banal savlarla seçimlere katılmamak, önce kitlelerin bilinç ve siyasallaşma düzeyini es geçmek, onlara karşı snobca bir tavır almak olur. Siz isteseniz de istemeseniz de, katılsanız da katılmasanız da mevcut koşullarda seçimler (henüz sovyetler olmadığına göre), insanların siyaset tartıştığı ve saflaştığı dönemlerdir.
Bu hususta Lenin ile hemfikir olduğumuz aşikâr. Lenin seçim süreçlerinin ve parlamenter politikanın devrimci mücadelenin hizmetine nasıl ve ne oranda sokulabileceğine dair oldukça emek harcamıştır. Bu hususta bizde özellikle bir kafa karışıklığı olduğundan bu konuyu biraz olsun açmakta yarar var. Lenin, tıpkı Marx ve Engels gibi seçimlerin hem geniş emekçi kesimlerle siyasal ilişki kurulması hem de kendi güçlerinin ölçülmesi açısından kritik bir alan olduğuna inanıyordu. Bugün seçim sistemi ya da Erdoğan’ın otoriter emelleri nedeniyle seçimlerin işlevsiz/anlamsız hale geldiğini ilan etmekte yarışanlar, Lenin’in ne kadar gerici yapılar olsalar, ne kadar antidemokratik şekilde oluşturulmuş olsalar da seçimlerde ve Çarlık Duma’sında gerçekleştirilecek faaliyete hayati önem atfettiğini unutuyorlar. Lenin’in kendi ifadesiyle: “Bugün, geriye dönüp (…) bu tümüyle nihayete ermiş döneme baktığımızda, 1908-1914 arasında Bolşeviklerin, yasal ve yasadışı mücadele biçimlerini bütünleştirme ve en gerici parlamentoya ve gerici yasalar tarafından baskılanmış başka bazı kurumlara katılma düşüncesini en şiddetli mücadele içerisinde tutmamış olsalar, proletaryanın devrimci partisinin çekirdeğini (güçlendirmek ve geliştirmek bile değil) muhafaza etmelerinin mümkün olamayacağı açıktır…” Bir başka yerde şöyle yazar Lenin: “Biz Bolşevikler karşı-devrimci parlamentolara katıldık ve deneyim, proletaryanın devrimci partisi için, tam da Rusya’da birinci burjuva devriminin (1905) ardından gerçekleşen bu katılımın, sadece faydalı değil, aynı zamanda ikinci burjuva devrimini (Mart -Şubat- 1917) ve daha sonra da sosyalist devrimi (Kasım -Ekim- 1917) hazırlamak için zorunlu olduğunu göstermiştir.” Lenin’in seçim sürecine katılımı yalnızca faydalı değil, devrimi hazırlamak açısından “zorunlu” saydığı hususunu, “sokakla sandık” arasında yapay bir dikotomiyi karşımıza çıkaranlar için yeniden vurgulayıp geçelim.
Yazının konusu olan soruya, yani sorunun cevabına geri dönelim. Açık ya da örtük boykot seçeneğini gerçekçi ve anlamlı bulmadığımız için Demirtaş’ı destekledik. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “meşru olmadığı”, “bize dayatılan adaylar arasında seçim yapmak zorunda olmadığımız” türünden argümanları, Lenin’in deyimiyle “bir çocukluk hastalığının” tipik bir tezahürü olarak gördüğümüz için. Sözü hiç uzatmadan işin ehline, Lenin’e bırakalım: “Ağustos 1905’te, Çar bir danışma meclisinin toplanacağını ilan ettiğinde, Bolşevikler, bütün muhalefet partilerinden ve Menşeviklerden farklı olarak, parlamentoyu boykot çağrısında bulunmuşlar ve zaten Ekim 1905 devrimi de bu parlamentoyu süpürüp atmıştı. O dönemki boykot kararının doğruluğu, gerici parlamentolara katılmamanın genel olarak doğru bir tutum olmasından değil; kitle grevlerinin önce siyasal greve, sonra devrimci greve ve en sonunda da bir ayaklanmaya doğru hızla ilerlediği nesnel durumu doğru şekilde değerlendirmiş olmamızdan geliyordu.” Yani Lenin’e göre boykot, şu ya da bu seçim ya da meclisin demokratik olup olmamasına dair ilkesel bir sorun değil, sınıf mücadelesinin hangi momentte bulunduğuna dair pratik-politik bir konudur. Boykot devrimci mücadelenin ileriye doğru hamle ettiği bir dönemde uygulanabilir, hatta uygulanması gereken bir seçenektir. Ancak 1905 devrimi geri çekildiğinde aynı Lenin, ilkesel boykot çağrılarına karşı, “oportünizm” suçlamasına maruz kalmak pahasına, seçimlere katılımı savunmuştur. Bunun nedeni, boykotun Lenin için basitçe oy vermemenin ötesinde, seçimlere katılmaktan çok daha gelişkin ve aktif bir mücadele formunun örgütlenmesi meselesi olmasıdır. Lenin için boykot, “aktif” boykottur ve bu ancak toplumsal mücadelelerin belli bir gelişkinlik aşamasında söz konusu olabilir. Hatırlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde cafcaflı bir retorikle boykottan sıkça bahsedilmişse de Lenin’in kastettiği anlamda bir boykot örgütlenmemiş, böyle bir girişimde dahi bulunulmamıştır. Hal böyleyken boykottan, hele hele türlü aritmetik ali cengiz oyunlarıyla boykotun başarısından bahsetmek tam bir komedi. Siyasette mizah elbette istenir bir şey. Ancak insanın kendi komikliğini siyaset sanması ancak trajik sıfatını hakediyor.
Tekrar edelim. Başlangıç Kolektifi olarak şu hususta herhangi bir tereddüdümüz yok: Mevcut felaketten çıkışı, toplumsal mücadelelerden neşet eden antikapitalist temelde sistemli bir yeniden inşa faaliyetinde, bu faaliyet dolayısıyla sosyalist hareketin yeniden derlenmesinde aramak gerekiyor. Seçimler bu yeniden inşanın bir momenti olabilir ancak. Iskalanmaması, atlanmaması gereken bir moment. Bu bakımdan seçim süreci, sosyalistler açısından toplumsal direnişlerin ve sınıf mücadelesinin bir uzantısı olmalıdır. Başka bir deyişle seçimler, seçim sonrasında bu mücadeleler açısından daha donanımlı, daha hazırlıklı olunmasını sağlayacak şekilde sosyalist hareketin inşasına katkıda bulunmalıdır. Sosyalist çevre ve gruplar, seçimlerden kaçmak veya seçimlerde olmadık hayallere kapılmak yerine, mümkün mertebe bu süreçleri emekçi ve ezilenlerin ve onların mücadelelerinin belli talepler çerçevesinde derlenmesi için vesile kılmaya çalışmalıdırlar. “Başlangıç” olarak seçimlere dönük tutumumuzu bu anlayış çerçevesinde şöyle formüle etmiştik: “Demirtaş’ın adaylığını mevcut güç ilişkileri ve kurumsal yapı içinde mümkün tek seçenek olarak desteklemek, dahası Demirtaş’ın Kürt özgürlük hareketinin mevcut seçmen tabanının ötesine ulaşmasını sağlayacak şekilde faaliyet yürütmek, önümüzdeki dönem mücadeleler açısından da küçümsenmemesi gereken bir birikim yaratacaktır.”
Demek ki koşullar ne kadar namüsait olsa da seçimleri, sosyalist hareketin inşası ve toplumsal muhalefetin gelişimi açısından bir olanak olarak değerlendirmek devrimci sosyalizmin amentüsünden. Peki, seçimlere nasıl katılmalı? Bu hususa dair en sarih formülasyon Karl Marx’a ait. Marx, 1850 yılında Komünist Lig üyelerine şöyle hitap ediyordu: “Seçilme ihtimalleri olmadığında dahi işçiler, bağımsızlıklarını muhafaza edebilmek, güçlerini tartabilmek ve kamuoyunun önünde kendi devrimci tutum ve parti görüşlerini açıklayabilmek için kendi adaylarını öne sürmelidirler. Bu tür durumlarda demokratların, böyle yaparlarsa demokratik güçleri bölecekleri ve gericilerin kazanmasına olanak yaratacakları türünden argümanlarına kulak asmamaları gerekir. Bu tür önermelerin nihai amacı, proletaryayı yanıltmaktır. Proleter partisinin böylesi bir bağımsız tutumla elde edeceği kazanç, kimi gericilerin temsili organlarında elde edeceği şu ya da bu ilerlemeden kesinlikle daha önemlidir.” Yani Marx, devletten ve sermayenin farklı fraksiyonlarının oluşturduğu akım ve partilerden bağımsız bir sınıf seçeneğinin inşasını ve bunun seçim süreçlerinde de görünür olmasını belirleyici önemde sayıyor. Marx’ın yazdıkları bu açıklıktayken yerel seçimlerde Ankara’da (üstelik Kaya Güvenç aday gösterilmişken) Mansur Yavaş veya İstanbul’da Sarıgül’e “basıp geçenleri” hatırlamamak elde değil. Maksat polemik değil, o yüzden bu hususta ses etmeden geçelim.
Zurnanın zırt dediği yere gelelim. Ya politik-programatik ve örgütsel açıdan açık bir devrimci siyasal seçenek (Marx’ın ifadesiyle “proletarya partisi”) henüz inşa edilememişse? Ya devrimci sosyalist güçler seçim sürecinde şu ya da bu nedenle yer almamışsa, alamamışsa? Ya seçimlere katılım şu ya da bu kurumsal düzenleme nedeniyle belli kısıtlar yaratıyor ve bu kısıtlar sosyalist hareketin seçim sürecinde açıkça katılmasına mani oluyorsa? Bu durumda ne yapmalı? Mevcut kurallar nedeniyle oyuna mı küsmeli, burjuvazi olası en demokratik seçim sistemini bize bahşedene kadar seçimleri boş mu vermeli? Yoksa mevcut kısıtlar içerisinde işçi sınıfı ve ezilenlerin belli bazı yakıcı taleplerini belki muğlak ya da eksik bir biçimde de olsa dillendiren ve bu nedenle de belli bir tahkimata olanak veren (hâkim sınıf partilerinden olmayan) bir seçenek varsa o mu desteklenmeli? Cumhurbaşkanlığı seçimleri, adaylık için 20 milletvekilinin imzasının gerekmesi dolayısıyla hayli antidemokratik bir mahiyete sahipti, malum. Bu durum, mecliste bulunan partilerle sınırlı bir adaylık profilini dayattı. Olmayacak şey ama sosyalist hareketin Türkiye’de son yirmi yıldır sokakta da sandıkta da Marx’ın ifade ettiği biçimde bir sınıf alternatifi inşa ettiğini, dolayısıyla da her kritik dönemeçte hâkim sınıfın şu ya da bu fraksiyonunun bir eklentisi haline gelme riskiyle hiç ama hiç karşılaşmadığını varsayalım. Yani “ev ödevimizi” yaptığımızı ama buna karşın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yasal kısıtlar nedeniyle kendi seçeneğimizi ortaya koyamadığımızı varsayalım. Bu koşullarda seçimlerde nasıl tutum alınmalıydı?
Cevap için biraz geriye gidelim. 1886 yılında New York’ta Merkezi İşçi Sendikası (Central Labor Union) o bölgede valilik seçimlerine katılabilmek adına, Bağımsız İşçi Partisi’ni (Independent Labor Party of New York and Vicinity) kurar ve yeni parti de aday olarak Henry George’u seçer. George işçi hareketiyle bağı olmayan bir popülisttir. Yakın zamanda “Progress and Poverty”, adlı popüler bir kitap yazmış ve bunda eşitsizlik ve yoksulluğu sert ifadelerle eleştirmişti. Bu kitapta gayrimenkul mülkiyetine konacak bir verginin toplumsal eşitsizliğe çözüm olacağını iddia ediyordu. Neticede George’un kampanyası (New York eşrafının türlü ayak oyunlarına rağmen) bir hayli başarılı olur ve George oyların %31’ini alarak ikinci gelir. Bu dönemde Amerikan işçi sınıfının gelişimini yakından izleyen Engels, Henry George kampanyası ve sonuçları hususunda bir hayli heyecanlanır. Engels adayın ya da seçim platformunun eksik ve kısıtlarına rağmen bu seçim kampanyasının işçi sınıfı hareketinin gelişimi açısından kritik bir işlev göreceği kanaatindedir. “Bu partinin ilk programının daha hâlâ ahmakça ve büyük ölçüde yetersiz oluşu, sözcü olarak Henry George’u seçmiş olması, kaçınılmaz ama geçici olumsuzluklardır. Kitlelerin gelişmeye vakti ve fırsatı olmalı. Biçimi ne olursa olsun kendilerine ait bir hareketleri olmadığı müddetçe kitlelerin bu şansı olmayacaktır.” Engels kendi “saf” doktrinlerini Amerikan işçi hareketinin eksiklikleri karşısına çıkartan ve George’un adaylığı gibi girişimleri bu “saflık” açısından reddedenleri özellikle sert bir biçimde eleştirmiştir. Onun için programa dair doktriner tartışmalardan ziyade sınıf hareketinin ne yönde evrildiği önemliydi. Program bu hareketin, yani ancak kitlelerin kendi politik gelişim ve evriminin ürünü olabilirdi.
Biraz daha yakın zamanlara gelelim. Lenin 1921 yılında bölük pörçük İngiliz komünist hareketine birleşmelerini ve henüz emekçi kitleler nezdinde görünür bir seçenek halini almadıklarından yaklaşan seçimlerde (politik ve örgütsel bağımsızlıklarını korumak kaydıyla) İşçi Partisi’ne eleştirel destek sunmalarını salık verir. Bu dönemde İşçi Partisi yükseliştedir ve Lloyd George hükümetine karşı somut bir seçenek olarak sivrilmektedir. Lenin bu öneride bulunurken İşçi Partisi’nin reformist, hatta muhtemel bir komünist yükselişe karşı düşmanca tutumundan zerre kadar şüphe etmez. Parti liderlerini, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in ölüm emrini verenlere atfen “Noskeler”, “Scheidemannlar” olarak anmaktan imtina etmez. Ancak onun açısından geniş emekçi kitlelerinin yer alacağı ve sınıfın kolektif deneyimi açısından önemli bir seçim sürecinden “kaçmak” söz konusu olamaz. Emekçi kitleler somut taleplerinin İşçi Partisi aracılığıyla gerçekleştirileceği beklentisindedirler. İşte Lenin, İşçi Partisi’nin (örgütsel ve politik bağımsızlığa halel getirmeyecek şekilde) desteklenmesini, herhangi bir yanılsamaya kapılmaksızın oy verilmesini, onun zaaf ve kısıtlarını açığa vurmanın en iyi yolu olarak gösterir. Amaç, İşçi Partisi’nin kısıtlarını aşmak ve emekçilerin özgüvenini yeni mücadeleler için pekiştirmektir.
Örneklerle daha fazla uzatmayalım. Neticede ne Engels ne de Lenin için (açık bir komünist seçeneğinin bulunmadığı koşullarda gerçekleştirilen) bir seçim sürecinde şu ya da bu aday ya da partiyi desteklemek sadece bir program sorunuydu. Yani HDP programını “radikal demokrasicilik” olarak tanımlayıp buradan hareketle seçime ilişkin tavır belirlemek ne Engels ne de Lenin’in harcı. Programdan ziyade önemli olan seçimin kitle hareketinde, emekçi ve ezilenlerin bilinci ve kolektif siyasal deneyimlerinde nasıl yankılar yarattığı. Eğer seçim kampanyası, işçi sınıfının bağımsız siyasal eyleminin, toplumsal muhalefet güçlerinin (sokakta da sandıkta da) önünü açan sonuçlar yaratıyorsa, belli sosyal ve demokratik talepler etrafında yarınki mücadelelere zemin oluşturacak belli bir tahkimata yol açıyorsa bu, (hâkim sınıftan bağımsız) o aday ya da partiyi desteklemek için pekâlâ yeterli bir neden. Yeter ki sermayenin aday ve partilerinden medet umulmasın. Bu faktörü, yani “sokağı” ve sokaktaki somut mücadeleleri hesaba katmayan ve programla sınırlı bir seçim tartışması, siyasal değil doktriner bir tartışmadan başka şey değil. Bu çerçevede, HDP/Demirtaş’ın kampanyası ve seçimde aldığı sonuçları programatik arılık açısından değersizleştirmek, ancak “skolastik” sıfatını hakeden bir eleştiri.
Sadede gelelim. Belli ki 2015 genel seçimlerine kadar vaktimizi bol keseden polemiklerle geçireceğiz. Solun bir bölümü, “radikal demokrasi” ya da “sol liberalizm” gibi etiketlerle kendi tabanıyla HDP arasında bir hendek oluşturmaya niyetli görünüyor. HDP (ya da hiç değilse bir bölümü) ise seçim başarısının verdiği “gazla” kendi dışındaki solu şu ya da bu biçimde kendisine iltihak etmeye davet ediyor. Birlik meselesi bir kez daha esas itibariyle “tepede” ve seçimler dolayısıyla tartışılıyor ve bu nedenle de birleşik eylemi değil, örgütsel didişmeyi teşvik ediyor. Oysa birlik meselesini toplumsal mücadeleler içerisinde birleşik eylem zeminleri oluşturulması bağlamında tartışsak belki kısmen de olsa mesafe alabileceğiz. Birliği hep seçim aranjmanları vesilesiyle ya da büyük siyaset düzeyinde örgütsel birlik olarak düşüneceğimize, emekçilerin acil talepleri etrafında birleşik eylem formları yaratmak çok daha anlamlı olacaktır.
Birlik ya da birleşik eylem meselesi Kürt özgürlük hareketi bağlamında tartışıldığında bu, çok daha önemli. Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasındaki ilişkinin büyük oranda “yukarıdan” geliştiği, bürokratik bir mahiyet taşıdığı bir sır değil. Oysa seçimden seçime gündeme gelen yan yana gelişler ya da dışsal dayanışma ilişkilerinin haricinde sosyalist hareketin tabir caizse boynunun borcu, mücadele eden Kürt kitleleriyle toplumsal mücadeleler içerisinde (emek hareketinden ekolojik mücadelelere, kadın hareketinden vicdani redde) somut ve dolayımsız bağlar kurabilmektir. Dikkat ve çabamızı, Kürt meselesi etrafında “diplomatik” ve “yukarıdan” yan yana gelişler ya da “dışsal” dayanışma pratikleri haricinde ve ötesinde daha “içeriden” bir yan yanalığın koşullarının oluşturulması yönünde yoğunlaştırmak gerekiyor. Bu da ancak sosyalist hareketin bütün zaaflarına rağmen etkin olduğu mücadele alanlarıyla Kürtlerin siyasal dinamizmi arasında aşağıdan (yani toplumsal hareketler aracılığıyla) bağlar oluşturmaya çalışmakla mümkün. Yeter ki, afaki sorularla, beyhude polemiklerle değerli zaman ve emeğimizi heder etmeyelim…
http://baslangicdergi.org/ adresinden alınmıştır