MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Dünya Kupasına katılan çok kültürlü, altın kuşak sayılabilecek karması vesilesiyle Fransa’nın önünde iki yönlü yeni bir fırsat yakalama şansı duruyor. Fransa, göçmen gençlerinin yoğunlukta olduğu karmasıyla hem yeniden Dünya kupası zaferine ulaşabilecek hem yeni bir umut modeli yaratabilecek şansı elinde bulunduruyor.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Bilindiği üzere göç tarihi çok eskilere dayanan Fransa göçmen nüfusun en yoğun olarak yaşadığı ülkelerin başında geliyor. Kurucu belgelerini ve felsefesini Eşitlik, Kardeşlik ve Özgürlük şiarları üzerine inşa ettiğini iddia eden Fransa’nın, göç ve uyum politikaları söz konusu olduğunda tercihini asimilasyon modelinden yana kullandığı artık pek çok kişi tarafından bilinen bir gerçek. Fransa Giddens’in de işaret ettiği gibi entegrasyon adı altında “eritme potası” uygulamasını seçmiştir. Diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında Fransa’nın göç ve uyum politikalarının birçok noktada ayrıştığını söylemek mümkün olsa da ulus-devlet ve kültür birliği çerçevesinde vatandaşlık ideolojisi ön plana çıkmaktadır. Fransa uzun yıllar entegrasyon politikası adı altında uygulamaya koyduğu göçmenleri asimile etme politikasını halen gururla savunageliyor. Göçmeni ötekileştiren ve yabancılaştıran politikalar, toplumsal uyum veya toplumsal kabulü de Le Pen gibi siyasal zombilerin önünü açan tartışma ve çatışma konuları haline getirdi.
Bu günlerde iyiden iyiye yükselen Fransız milliyetçiliği yahut düpedüz ırkçılığı şüphesiz ki kendini tanımlamak için bir “yabancıya” ve özellikle “Müslüman yabancıya” ihtiyacı duyuyor. De Guelle’den Sarkozy’e Fransa’nın resmi politikası açıkça asimilasyon, etnik ve ırk ayrımcılığına yaslanageliyor. Siyasal alanı ve gündemi yoğun şekilde işgal eden bir biçimde göçmenlerin uyumu konusunu tartışan Fransa “asimilasyona izin veren Avrupalılar” ile “asimilasyona direnen Avrupalı olmayanlar” arasında her geçen gün iyiden iyiye ayrışıyor. Yükselen sağ politikalara koşut olarak Fransız devletinin uygulamaya koyduğu asimilasyon politikaları göçmenleri damgalıyor, kamplara ayırıyor ve hakları elinden alınan çocuk durumuna düşürüyor. Fransa banliyöleşiyor. Devlet eliyle yapılan ırkçılık ve ayrımcılıklar Fransız toplumunu bölüyor, nefret söylemine dayalı suçların artmasına sebep oluyor. Kısacası Fransa farklılıkların bir suç teşkil ettiği bir atmosferde her gün daha da fazla zehirleniyor ve kurucu felsefesini inkâra savruluyor.
Oysa Fransa’nın ev sahipliğini yaptığı, ilk ve tek Dünya Kupası zaferini elde ettiği 98 Dünya Kupasının efsanevi kadrosunun çok kültürlülüğü Fransa, Avrupa hatta belki de tüm dünya için bir umut olmuştu. Fransa, ulusal karmasını göçmen kökenli futbolculara açarak büyük bir başarıya imza atan ve diğer ülkelere örnek olan ilk Avrupa ülkesi olmuştu. Zinedine Zidane'ın önderliğinde 1998'deki Dünya Kupası'nı kazanan efsane kadro Fransa'da göçmenlere karşı önyargıların kırılmasında büyük rol oynamıştı. Fransa bayraklarının renkleri "beyaz, mavi, kırmızı" yerine Fransız, Arap ve Afrikalıları temsil eden "beyaz, kahverengi, siyah" sloganı yaygınlaşmış ve çok kültürlü Fransa'nın başarısı olarak Fransa ulusal karması bir ilham kaynağına, modele dönüşmüştü. Siyasette ve ekonomide ayrımcılık kurbanı olan göçmen kökenli gençler, gerçek hayatın aksine sadece kabiliyetin esas alındığı sporda elde ettikleri başarılarla Fransa'yı yüceltmişlerdi.
Geçip giden süre zarfında Fransa, bu ilham verici ve milyonları umutlandıran fırsatı, yabancı düşmanlığına, ırkçılığa kurban etti, kısaca Thuram’ı Le Pen’e boğdurmuş oldu. Bugün ise yine bir Dünya Kupasına katılan çok kültürlü, altın kuşak sayılabilecek karması vesilesiyle Fransa’nın önünde iki yönlü yeni bir fırsat yakalama şansı duruyor. Fransa, göçmen gençlerinin yoğunlukta olduğu karmasıyla hem yeniden Dünya kupası zaferine ulaşabilecek hem yeni bir umut modeli yaratabilecek şansı elinde bulunduruyor.
Her ne kadar Fransa’da, hükümetin vatandaşların ırkı ve etnik kökeni hakkında bilgi toplaması yasak olsa da demografların tahminlerine göre, ülkenin %10’unu Kuzey Afrikalılar, %4’ünü de siyahiler oluşturuyor. Geçtiğimiz hafta Perşembe günü, Fransa-Peru arasında oynanan Dünya Kupası maçında Fransa karmasının kadrosu yoğunluklu olarak Afrika’da ya da Fransız Karayipleri’nde doğmuş veya aileleri buralardan göç etmiş oyunculardan oluşmuştu. Örneğin Raphaël Varane’ın babası Martinik’li, Samuel Umtiti Kamerun’lu, Paul Pogba’nın ailesi Gine’li, Corentin Tolisso’nun babası Togo’lu, N’Golo Kanté’nin babası Mali’li, Kylian Mbappé’nin babası Kamerun’lu, Ousmane Dembélé’nin ailesi Moritanya’lı, Blaise Matuidi’nin babası Angola’lı, Nabil Fekir’in ailesi Cezayir’liyken Steven Nzonzi’nin ailesi Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden. Tıpkı 20 yıl önce 1998 Dünya Kupası’nda olduğu gibi, orada da süper yıldız Zinedine Zidane, Marsilya’nın dışındaki varoşlarda yaşayan Cezayirli bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Afrikalıların ve Fransız Karayipli futbolcuların oluşturduğu karma, Zidane’nın önderliğinde Fransa’yı zafere taşımıştı. Kolonilerinden gelen göçmenlerle gergin ilişkilerin olduğu bir ülkede, Zidane’ın fotoğrafı Zafer Takı’na yansıtılmış. Zidane yükselen yeni Fransa’nın sembolü olmuştu. Fransa devriminin ifadesi olan “Bleu, Blanc et Rouge” bir yandan gerçek ifadesini bulurken bir yandan yeniye doğru kapsayıcı şekilde genişleyerek “Black, Blanc, Beur,” yani; siyah, beyaz, Arap. Olarak değişmişti. Bu, birleşen bir Fransa anlamına geliyordu. Bir değişim umudunu simgeliyordu.
Aynı kadro, takip eden turnuvada Fransa için 2000 Avrupa Kupası’nı kazandı. Aynı yıl yapılan bir ankette, ankete katılanların 3’te biri takımda çok fazla yabancı oyuncu olduğunu söylediler. Şüphesiz bu Fransa’da bir değişimin ifadesiydi. Ama yukarıda da söz ettiğimiz üzere bu rüzgâr pek çok nedenden ötürü tersine döndü. Örneğin bir müddet sonra sağcı bir demogog, Alain Finkielkraut şöyle söyleyebildi: “İnsanlar; ‘Fransız milli takımı, siyah-beyaz-Arap olduğu için, herkes takıma hayranlık duyuyor’ diyor. Aslında, şu günlerde takım siyah-siyah-siyah ve bu yüzden Avrupa’nın maskarası durumunda.” Peşi sıra 2011 yılında, Fransız Futbol Federasyonu, kota sistemini tartışmaya açtı. Bu sistem göre siyahî veya ailesi Kuzey Afrikalı olan oyuncuların, ulusal karmaya katılmaları ve bu havuzu besleyen gençlik eğitim programına girmeleri kotaya bağlanmak isteniyordu. Şuyuu vukuundan beterdi ve İşte Fransa barış umudunu böylelikle yitirmişti.
Geçen Perşembe gününe dönecek olursak Peru’ya karşı oynanan maçın 34. dakikasında Gine asıllı Paul Pogba topu çevik bir hareketle Peru kaptanı Paolo Guerrero’dan çaldı. Pogba ufak dokunuşlarla topu ceza sahasına sürdü. Perulu savunma oyuncuları ona odaklanmışken; Pogba, Grenoble yakınlarındaki bir köyde doğan İtalyan asıllı Oliver Giroud’yu gördü. Giroud sol ayağıyla şutu çekti. Kayan Peru defansı topun yönünü değiştirdi ve top kalecinin kafasının üzerinden boş kaleden sadece 1 metre uzaklıktaki Kamerun asıllı Kylian Mbappé’nin koşu yoluna düştü. Topu hafif bir vuruşla ağlara gönderen Mbappe, Fransa’nın maçı kazanmasını sağladı. Fransa’nın zafer ve değişim için yeni bir ihtimal bulma umudu işte böyle yeşerdi; gol sevincinde hepsi de Mavi forma giyinmiş siyah, beyaz, kahverengi kollar yeniden kucaklaştı. Umalım ki bu görüntü, Marine Le Pen gibi ırkçı zombilerin siyasal alanı işgal ettiği, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın her geçen gün yükseldiği Fransa’da yeni bir umut döneminin sembolüne dönüşebilsin.